Bir bakıma Siyamlı ikizler gibiyiz, yani ben ona bağımlı ikizim, o bana değil. [1]
– Ninon Hesse
Sanat, edebiyat ve bilim alanında var olma mücadelesi veren kadınlar çoğunlukla ya çevresindeki ‘dahi’, ‘yetenekli’ erkekler ile ya da hayranlık uyandıracak derecede anlayış, sevgi ve fedakârlık ile harmanlanmış muhteşem aşk mektupları ile anıldı. Bu pek yetenekli, entelektüel erkeklerin gölgesi olmayı reddeden hem de kendi yaşamını ince ince kurma çabası veren kadınların var olma/görünürleşme mücadelelerinin nihayetinde ‘hayal kırıklığı’, ‘duygusal yıkım’ ve bazı durumlarda intihar ile sonuçlanması ise tesadüfi bir olgunun sonucu değildir. Bu yazının konusu “sadık eş” olmayı reddetme koşuluna sahip bir geçmişten gelen kadınların, hayatının bir döneminde kendini yansıtmak, özgür bir yaşam kurabilmek adına verdikleri mücadelenin tarihsel ve toplumsal izlerini sürmektir. Tarih boyunca toplumsal dönüşümlerle paralel olarak değişen kadınlık rollerinin değişim seyrini izleyerek kadınların gücünün ve toplumsal hayattaki varlıklarının zamanla nasıl görünmez kılındığını anlayabiliriz. 1880’li yıllarda Avrupa’nın büyük sanat akademilerinde kadınların ders almalarının yasak olduğu dönemde büyük eserler veren heykeltıraş Camile Claudel’den 1950’li yıllarda eşi tarafından eserlerine el konularak emeği mistifize edilen Amerikalı ressam Margaret Keane’e, benzer gelişkinlik düzeyindeki yetenekli erkek ve kadınların yaşamlarının farklı seyirler alması ilgili tekil örneklerden çok daha fazlasını anlatır. O nedenle, “Neden hiç büyük kadın sanatçı yok?”[2] sorusunun kendisi bir şekliyle, sanatın toplumsal ve kültürel alanla olan ilişkisini ve yeteneğin gelişimindeki koşulların şekillenmesinde toplumsal düzenin rolüne ilişkin düşünceleri de yadsır.
Devamını Oku