yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

Ahmet Erhan: Başlamadan biten günlerimiz

Ahmet Erhan çok genç yaşta okuyucunun gönlünü kazanmıştır. Küçükken ayağında topuyla koştururken ağır bir sakatlık geçirir. Elinde kalemiyle şiir peşinde koşturmaya başlar sonra. 1992’de “Şimdi ölsem, adımı şaire çıkarırlar”(s.267)1 dediğinde çoktan altı şiir kitabı vardır A. Erhan’ın (1958-2013)… Son iki kitabını ‘Ruhumun ılıman iklimi’ dediği Silivri’de yazar. “Yenilmeyeceğim, boyun eğmeyeceğim hiçbir şeye / Hep direnen bir yanım kalacak”(s.23) diyen şair, boyun eğmezliği kimi dizelerinde oğluna da tembih eder.“Şairler başkaldırın! Şairler başkaldırın! Şairler başkaldırın!” (s.275) diyerek şairlere de.

Ahmet Erhan’ın şiirinde temel izleği ölüme rağmen taşkın bir yaşama sevinci, insan sevgisi vardır. “Irak’ta bir çocuk bensiz ölüyor…”(s. 404) derken çocukları ne kadar dert edindiği etkilemez mi okuyucuyu? Şairin rahatlıkla ölebilmesi için dünyada acı çeken tek bir insan bile kalmamalı. Sevginin gücüne olan inancıyla “Derim en acı ölüm/ Ölmesidir sevgilerin”(s.99) , “Ben bu dünyada bir tek Hayat’ı sevdim.”(s.163) diyerek ölüme rağmen yaşamayı yüceltir. “Ölüm var -ki yüreğimde bu boşluğu yaratan biraz da odur.”(s.106) Ölüm öyle ağır ve derin bir kavramdır ki gerçeklikte yarattığı boşluğu dizeleriyle doldurmaya çalışır. “Tek yol ölüm”(s.212) dizesi ‘Tek yol devrim’in onun gönlündeki ironik karşılığıdır. Yaşamanın verdiği gücün duyumudur, doyumudur. Yaşamak belki de içsel devrimidir. Bu nedenle nihilizm şiirinde baskın bir bakış değildir bence.

Edebi anlatısının tamamen içe dönük olduğu söylenemez. Anlatırken sesinin tınısı yüksek perdeden değildir. Ahmet Erhan, şiirlerinde herkesin yaşayabileceğini, olağanı ele alır. 1979’da yazdığı Kenar Mahallede Bir Pazar Günü adlı şiiri geçmişe, halk kültürüne özlem uyandıran bir şiiridir. Aradan geçen otuz sekiz yılda ne çok değişmiştir hayat. Günümüzle karşılaştırmamak mümkün değildir. Kenar mahallede başlayan gün yokluklarla başlar. “Çamaşırlar hışırdar avlularda/ Bayrakları gibi fukaralığın”(s.186) dizesi fakirlikle baş edebilmenin zorluğunu anımsatır. Ekmek kavgasında bir günlük dinlenmenin mini bir sahnesi canlanır okuyucuda. Bahçede ipte asılı çamaşırlar arasında oynanan oyunları, geç saatlerin saklambaçlarını, sobalı odaları, salçalı ekmekleri, sık giden elektriklerin karanlık odalarında anlatılan masalları anımsayıp burnunun direği sızlar kimi okuyucunun. “Çay bardakları şıngırdar, radyo bağırır”(s.186) dizesiyle tekrar şimdiki zamana dönülür; şıngırdayan bardak sesleri bir TOKİ konutunda alt kattan ya da üst kattan gelir ya da uzun vadeli kredilerle borçlanarak alınan site dairelerinden.

Geçmişe dair anımsadıklarımızı biliriz, değerli olanları anımsarız, o günlerde sahip olduklarımızı, kayıplarımızı, paylaşımlarımızı. Artık radyoda sabahları Yurttan Sesler Korosu türküler söylemez, halk hikâyeleri anlatılmaz, köye haber iletilmez. Şiirdeki kenar mahallenin ötelerinde portakal bahçeleri vardır. “Bir çocuk çitleri aşar”(s.186) akla neler getirmez ki? Gerçeklikte ise artık sanal çitler sarar çocukları, sanal çiftlikler kurulur. Sitelerin jiletli tel örgülerle çevrili duvarlarını aşacakları bir oyunları da olamaz zaten. Aşmaya kalkışanların bacağına batan sivri demir uçlarını ancak çağrılan itfaiyeciler kesebilir. “Tulumbada yüzünü yıkar bir işçi”(186) dizesi, pınarlardan akan doğal sağlıklı suları düşündürür; şehrin bol kireçli, içilemez durumdaki şebeke sularında zehirlenirken.

Şairin aktardığı görüntüler bizi yaşadığımız andan alıp 70’li yıllara götürür. Okudukça bugünden uzaklaşır, zihinsel etkileşim için günümüze döneriz. Kimse bir başkasının bilincine sızıp anıları arasında gezinemez. Ahmet Erhan şiiriyle anılarımıza dolaylı yoldan girer. Bize parça parça sunduğu görüntülerle bir gecekonduda tatil sabahını yaşatır. Dizelerdeki her bir gerçeklik okuyanları ayrı etkiler. Hangisi bize daha yakınsa ona ısınır, severek okuruz. Gecekonduda büyüyenler çok daha yakın bir mesafede durur bu şiire. Avrupa’da doğup büyümüş olan bir okuyucu ile kenar mahalledeki okuyucunun etkilenmesi bir midir? Gecekondu çocuğun yaşlı dut ağacından tutunup sallandığı an sahnenin bir parçasıyken aldığı zevk, yıllar sonra anılarda edilgen bir seyre dönüşür. Teknolojinin ve kapitalizmin kuşattığı bireyler olarak doğal yaşama ne kadar özlem duysak azdır.

Şair zamanı günün en güzel yerinden, sabahtan, ele alır. Umudun en taze olduğu anlarda sabah sevincini eylemlerle aktarır. Toprağın buğulanması, gökyüzünü turuncu bir ağın kaplaması, konuşmalar, hışırdayan çamaşırlar, karıştırılan çaylar, bağıran radyolar, çitleri aşan çocuklar, tulumbada el yıkayan işçi, karısına seslenmesi, belini sarması, bağıran satıcılar… Eylemlilik ve çok seslilik hâkimdir kenar mahalledeki pazar gününe. Eylemler ve seslerle coşup kabarıp gelen bir hayat, yokluklara rağmen çok zengindir. Sesleri bir pazar sabahına hapsetmek, dondurmak mümkün değilse bile söze dönüşür gelir günümüze kadar. Şiirin yazıldığı yılları anlatan bir kitap sayfası ya da bir fotoğraf önündeyizdir. Aitlik ve sahiplik duygularımızın yerle bir olduğu doğadan, topraktan, uzak hayatlarımıza tutunmaya çalışmaktayız yine de.

Yaşamsal düzeyde ruhen ve insani yönlerden tepki duyulanları, gücenmeleri içe atmayıp paylaşmakta yarar var. Çünkü paylaşılanlar nihayetinde mutlak toplumu ilgilendiren sorunlardır. Sınıfsal açıdan da değerlendirmemiz gereken bir sahnenin önündeyiz. Kahvede oturan erkekler işsizler ordusunun demirbaşları olarak kahveleri doldurur. İşsizlik en önemli sorunlardan biriyken, çalışanların sorunları da azalmak yerine artış göstermektedir.

Gerçeklikleri kavramlara tam olarak sığdıramıyoruz. Bu bilince rağmen şiirin gerçekliği, yaşamsal gerçeklikler ve yasal gerçeklikler üçgeninde birkaç söz söylemeli. Ahmet Erhan’ın kenar mahallesinden tamamen şimdiki zamana yönelelim biraz da. Yıllardır çalışma günlerinin sonundaki güne tatil denmiş. Tatil denilince aklımıza gelen ilk gün pazardır. Cumartesi günü de dinlenenler tatil zengini sayılır. İşçiler ve emekçiler için, haftalık yorgunluğun ardından bütün güzelliğiyle gelir pazar günleri. Walter J. Ong “Her şeyden önce isim, insana isimlendirdiği nesne üzerinde bir sahiplik duygusu verir.”2 Yıllardır çalışma günlerinin sonundaki güne tatil denmiş. Çalışanların bu güne sahip çıkmaları gayet doğaldır. Tatil, sevdikleriyle bir araya gelebildikleri, kendileri ile baş başa kalabilecekleri ya da herhangi bir aktivite içinde olacakları tek gündür. “Pazar” sözcüğünün bu özelliğini ve güzelliğini ortadan kaldıran yeni düzenlemelerle tatil günleri tekrar gündeme geldi. Sanayinin Geliştirilmesi Üretimin Desteklenmesi Kanunu çerçevesinde işçilerin haftada bir gün tatil yapmalarını zorunlu kılan Hafta Tatili Hakkındaki Kanun sessizce kaldırıldı. Sanayi işletmelerinin pazar günleri ve diğer tatil günlerinde de çalışmalarına kolaylıklar getirilmesi için alınmış bir karar bu. Yürürlükten kaldırılan yasa işçilerin altı günden fazla çalıştırılmamasının güvencesiydi. Burjuvazinin ekonomik üstünlüğü politik üstünlüklerle sağlamlaştırılıyor gitgide. Emekçiyi sadece iş makinesi olarak gören anlayış altı günde kazanacağını yedi günde kazandırmanın sağlamasını yapmış oluyor hem de yasalardan aldığı yetkiyle. Atölyelerde uzun çalışma sürelerine ayakta yapılan eve dönüş yolculuk sürelerini de eklemeli. Ahmet Erhan “Sevgili Dünya altı saat uyku/ On iki saat iş, dört saat aile saati”(s.133) derken geriye kalan iki saati de işe geliş gidiş süresine saymış olmalı. Tatil günlerinin saadeti böylelikle sabit bir güne değil de patronunun insiyatifine bırakılıyor. Çalışanların çocukları, anne baba özlemiyle büyüyorlar. Tek bir günlük tatile neyi ne kadar sığdırabildiklerine şaşmamak elde değil. Göz dikmedikleri bir tek emekçilerin gülüşleri kalmıştı.

İşçilerin izin günlerini farklı günlerde kullanmaları sosyal paylaşımlara da sınırlama getirecektir. İşçi iş günü içinde tatil yaparken çocuğu okulda olacak, bu nedenle de çalışanlar çocuklarıyla birlikte tatil keyfini yaşayamayacaklar. Çocuklarıyla ebeveynlerin paylaşımı sınırlanacak. Sevgilere zaman ayıramayan bireylere özel hayatları üzerinden baskı kurmaktır bu. Toplu kültürümüzde birlikte kahvaltının ayrı bir önemi ve değeri vardır. Sofrada bir kişi eksikse eğer yeme içme içimize sinmez. Çalışanların sevdikleriyle birlikte yapacakları tek bir günlük kahvaltı zevkinden bile mahrum kalmaları üzerine söylenecek söz yok gibidir. Birkaç dostla birlikte planlanan gezmeler, eylemler, eğlenceler parçalanacak, aksayacak; zamanla da kopukluklar olacaktır ilişkilerde. Emekçilerin bu değişimle sosyal kayıplara uğramaları duygusal ve ruhsal yönden de olumsuzluklar doğuracaktır. Dönüşüm ve değişim doğrudan emekçilerde gerçekleşeceği için nesnel yaklaşmalarını bekleyemeyiz. Artan iş stresi yeni bunalımlarla eşdeğer olacaktır. Her bir emekçinin özel hayatı yara alacaktır zamanla.

İktidar ve sermaye, güç sınırlarını genişletme yolunda ilerliyor. İnsanca yaşam hakkı bile tanınmayacak neredeyse. İnsanlar dolu dolu yaşayıp ufkunu genişletemiyorsa, yayılıp rahatlayamıyorsa karın tokluğu yeter mi tek başına? Yaşam alanlarını ve sosyal hayatlarını kısıtlayan sistem gençlerin ruhen çok yaşlanmış hissetmelerine, hayattan el etek çekecek bir bezginlikle baş etmelerine sebep olacaktır. Bu kadar ağır şartlarda çalıştıktan sonra bir tatil sabahı dizedeki gibi insanca duygularını yansıtabilir mi sevdiklerine? “Ona sevgiyle gülümser işçi/ Sonra sarar belini kadının” (s.186) dizesinde denildiği gibi.

Bu çalışma yasasından sonra pazar günleri de artık iş gününden sayılacaktır ki bu basit bir yasa değişiminden ibaret değildir. Eski ve yerleşmiş bir kültürün değiştirilmesidir. Ahmet Erhan şiirinde “Kenar mahallede bir pazar günü/ Böyle başladı, nasıl biter kim bilir…”(186) der, ancak pazar günleri başlamadan bitmiştir artık.

1 Bu yazıda Ahmet Erhan şiirinden yapılan alıntıların tamamı, sayfa numaraları belirtilerek, seçme şiirlerinden oluşan Buz Üstünde Yürür Gibi (Everest Yayınları, İstanbul, 2006) adlı kitabından alınmıştır.

2 Walter J. Ong, Sözlü ve Yazılı Kültür, Çev: Sema Postacıoğlu Banon, Metis Yayınları, 5. Basım Kasım 2014, s. 48.

diğer yazıları