yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

ANTROPOSEN, ARTER VE İMKÂNI İSYANA TERCÜME EDEBİLMEK

Demokrasi yatırımcılar için, yatırım gelsin diye değil, yurttaşlar için talep edilmeli. Zira otoriter yönetimler altında da ekonomik büyüme gerçekleşebilir, diyor Ümit Akçay bir söyleşisinde.[1] Akçay, son dönemyazılarında otoriter rejimler ve sermaye birikim süreçleri arasındaki ilişkiyi liberal paradigmanınötesinde anlamaya çalışıyor.

Özellikle OHAL gibi “istisnai” dönemlerin sermaye açısından ne kadar kazançlı olabileceğini anlamak için “yasaklanan grevlere, yatırımcıların önünü açmak için kullanılan KHK’lara, sicil aflarına, vergi kolaylıklarına, kredi teşviklerine ya da firma kurtarmalarına” bakmamızı öneriyor.[2] Zira, OHAL gibi “keyfiyetin hakim olduğu bir ortamda,” Akçay’ın da belirttiği gibi, bu keyfiyet sistematik olarak sermaye lehine kullanılır. Akçay’ın aktardığı iki örnek bu “stratejik seçicilik”in nasıl işlediğini iyi açıklıyor. Birincisi Cumhurbaşkanının, TÜSİAD Yüksek İstişare Toplantısı’nda salonda bulunanlara “OHAL konusundaki endişelerinizi anlamıyorum. OHAL bugüne kadar işadamlarımızın, sanayicilerimizin neyini engelledi” diye sorması. İkincisi ise, yine Cumhurbaşkanının, bu sefer MÜSİAD toplantısında benzer bir soruyu yinelemesi: “OHAL girişimcilerimizin yatırımcılarımızın önünü mü kesiyor, önünü mü açıyor? Eski OHAL’leri bir hatırlayın, patronlar içeri giremezdi. Biz geldik kapınızı açtık… Bugüne kadar hangi işadamımızın işi hakkı hukuku OHAL’den dolayı zarar görmüştür?”[3]

OHAL’in toplumsal ve politik muhalefet alanında arkasında bir enkaz bırakarak kaldırıldığı hepimizin malumu. Bu süreçte, pek çok muhalif kurum ve kişi ya doğrudan hedef alındı, ya da dolaylı olarak, örneğin kurumların içi boşaltılarak, çökertildi. Akademi ve basın bu alanların tartışmasız en önde gidenleri; buralarda başarılı bir “darbe” gerçekleştirildi. Çağdaş sanat alanı, bu darbelerden—sansür gibi doğrudan yasaklamacı çeşitli müdahaleler gibi—kısmen payını alsa da, bu süreci nispeten iyi atlatmış gibi görünüyor. Hatta bazı kurumların bu dönemden—kamusal alanını kaybeden aktivist ve sanatçılara alan açarak, aradaki sürtüşmeyi minimuma indirerek ve izleyici-kullanıcı sayısını arttırarak— güçlenerek çıktığını söylemek bile mümkün.Hal böyleyken,İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından, Koç Holding sponsorluğunda düzenlenen 16. İstanbul Bienali’nin “Yedinci Kıta” temasıyla eylül ayı ortasında açılışı ve ona denk düşen dönem boyunca yapılan etkinlik ve sergiler söz konusu alanda bir tür “normalleşmenin” güçlü sinyallerini veriyor gibi. “Normalleşme” ile kastım sermaye-kültür-siyaset alanları arasında, Gezi sonrasında askıya alınmış gibi görünen yapısal ilişkilerin, darbe girişimi sonrasında yenilenerek ayyuka çıkmış olması. Buna bir nevi “fabrika ayarlarına dönüş” diyebiliriz.

TheNew York Times’ta yayınlanan “Türkiye’nin Sanat Ortamı, Erdoğan’ın Gölgesinde Geri Dönüyor” başlıklı yazı da bir tür “normalleşme” halini tasvir ediyor. Yazının alt başlığı şöyle:“Büyük müzeler açılıyor ve İstanbul Bienali sürüyor. Aman siyaseti ağzınıza bile almayın.”[4]Alex Marshall tarafından kaleme alınan yazı, Odunpazarı Modern Müze’nin açılışında yaşanan “skandal”dan bahsederek başlıyor ve 15 Temmuz sonrasında sanat dünyasının, bocalayan ekonomi ve ifade özgürlüğü konusundaki “sıkıntılar” sebebiyle bir sıkışıklık yaşadığını belirtiyor. Bu sebeple, sanat dünyasının “gezgin karavanının” İstanbul Bienali’nden (ve genel olarak İstanbul’dan) uzaklaştığını söylüyor. Ancak, Marshall’a göre, bu eylül,hava dönmeye başladı.Koleksiyonerler, küratörler ve gazeteciler, bir dizi yüksek profilli açılışla birlikte İstanbul’a hızlı ve güçlü bir geri dönüş yapmışlardı. Bu akın, İstanbul sanat ortamının  “sonunda karanlıktan çıktığını ve yeni bir canlılıkla dolu olduğu izlenimini veriyordu.”[5] Benzer şekilde, Çınar Oskay Arter Kurucu direktörü Melih Fereli’yle yaptığı söyleşiye, “[y]ıllardır üzerine umutsuzluk bulutları çöken İstanbul yeni bir kültürel patlamanın eşiğinde. Uzmanların şimdiden Türk sanatında ‘üçüncü dalga’ dedikleri bu atılımın en önemli ayağı Dolapdere’de açılan çağdaş sanat müzesi Arter. Dünyadaki benzerlerine meydan okuyan Arter sanat dünyamızda oyunu değiştirecek” diyerek başlıyordu. [6]

Gerçekten de eylül ayının ikinci haftası boyunca çağdaş sanat ortamındaki genel kanı ve his bu yazıları onaylayacak şekilde kıpır kıpırdı. Bir yandan Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi İstanbul Resim ve Heykel Müzesi vaktinden önce ve etrafında Galataport inşaatı tüm hızıyla devam ederken, Bienal için kapılarını açtı. Diğer yandan Arter, Dolapdere’de sırtını Hacı Ahmet mahallesine dayayan devasa kütlesiyle açılışını gerçekleştirdi. Fakat bu “normalleşme” emarelerinin eşliğinde ve “yeni bir kültürel patlamanın” eşiğindeyken, insanın içini kemiren bir his, bir düşünce peyda oluyor. Örneğin, Bienal kapsamında Resim ve Heykel Müzesi’nin en üst katında Güneş Terkol ve Güçlü Öztekin’in yerleştirdiği buluşma noktasında, balkona gerilmiş hamakta uzanıp boğazı seyrederken yanı başınızda yeri göğü titreterek devam eden Galataport inşaatında çalışan işçilerin güneşte parıldayan sarı yelekleri bir an gözünüzü alıyor. Arter’in dışarıdan oldukça korunaklı görünen mimari yapısının, içeriden dışarıyı gözetleyecek şekilde inşa edildiğini bir andafark ediyorsunuz.Ya da bir arkadaşımın değdiği gibi, Gülsün Karamustafa’nın terasa yerleştirilmiş Mistik Nakliye enstalasyonundaki yorganların, bir anlığına Arter’e komşu yoksul evlerin yatak odalarından çalınıp getirilmiş gibi gözüktüğünüdüşünüyorsunuz. Burada derdim işçi sınıfının maddi gerçekliği ve zorunluk beğenisiyle orta sınıfın kültürel beğenisini kıyaslamak değil.“Çiğ” bir sınıfçılık ya da mutenalaştırma eleştirisi yapmak niyetinde de değilim.Söylemeye çalıştığım, bir şeylerin ayyuka çıktığını fark ettiren amaidrak etmekten uzak olduğumuzbir dizi karşılaşmanın, söz konusu kültürelpatlamaya eşlik ettiği.Açılış gecesinde Arter’inHacı Ahmet mahallesine bakan terasında oturanları belli ki komşularından korumak için köşe başına çekilmiş “Akrep”in, Koç Topluluğu şirketlerinden Otokar tarafından üretildiğini bir anlığına hatırlamak gibi… Ya da konusu antroposen olan bir bienali gezerken aklınıza şu cümlenin düşmesi gibi:  “Kaz Dağları’nın bir eteğini Cengiz deliyorsa, diğerini Koç oyuyor. Bir su kaynağını Eczacıbaşı kirletiyorsa, ötekini Bergama’yı zehirleyen Koza çürütüyor.”[7] Hayır, bienal gibi etkinliklerin sermayenin günahlarının üstünü öreten prestijli olaylar olduğunu ima etmiyorum. Gündelik bir gerçekliğe işaret etme potansiyeli olan kırılma anlarının peşindeyim.

Türkiye gibi ülkelerde, çağdaş sanat alanının özel sermayenin destek ve hamiliğinde kurulduğu bilinmeyen bir sır değil. Hatta bu süreç, çağdaş sanat üretiminin devletten bağımsızlaşacak şekilde kurulmasına, dolaysıyla alanın devletin ideolojik ve maddi tahakkümünden koruyacak şekilde biçimlenmesine ve gelişmesine olanak verdi. Böylesi bir bağlamda, bugün ayyuka çıkan, sanat-sermaye-siyaset arasındaki ilişkinin mahiyetinden ziyade, sanat hamileri ve sanat üreticilerinin ilişkilenmelerinin niteliğindeki dönüşüm. AKP’nin açtığı “kültür savaşlarında” sanat üreticilerinin kendilerini—belki de birden bire—“seküler” sermaye ile aynı cephede “kader ortağı” olarak buldukları “stratejik ittifak”ın cürmünün kalmadığı artık gün gibi ortada. AKP’nin Kulturkampfına cevaben kurulan hayat tarzına dayalı sınıflar arası ittifak, bugün ömrünü tüketmiş vaziyette; zira iki tarafın aynı gemide olmadığı ortada.

Bienal’in ve Arter’in açılışlarında sanat üreticilerinin gerçekleştirdiği Osman Kavala protestosu belki de bu yarılmanın en absürt kanıtı. Sanat üreticilerinin ilişkili oldukları ya da çalıştıkları kültür-sanat kurumları Kavala’nın akıbetine karşı sessiz kalırken ve burjuvalar kendi aralarından tutsak alınmış birinden açıkça yüz çevirip sessizce sıra savmayı beklerken; işin yine sanatçılara düşmüş olması dayanılmaz bir ironi değil mi? Gezi’yi takiben, kültür-sanat üreticileri, bireysel ve kolektif düzeylerde cezalandırıldı: KHK’yla işini kaybedenlerden, iş sözleşmeleri şu ya da bu sebeple yenilenmeyenlere;  gözaltılardan Çağlayan Adliyesi’ne uzanan soruşturma ve kovuşturmalara kadar geniş bir yelpazeden bahsediyoruz.Bu süreçte bir taraf baskı ve şiddete dayalı otoriter dalgayı öyle veya böyle göğüslemeye çalışırken, diğer tarafın bu “savaştan” nihai olarak kazanarak çıkmış olması, üzerine düşünülmesi gereken bir husus. Bu Eylül yaşanan normalleşme biraz da inşaatlarıntıkır tıkır devam etmesinin, işçi grevlerinin yasaklanmasının, ihalelerin ve ruhsatların alınmasının, ezcümle hamilerinyüzlerinin darbeylebir kez daha gülmesinin sonucudur

Bu yazıya neden olan hisleri ve fikirleri ayaküstü paylaştığım bir arkadaşım Nurdan Gürbilek’in 80 darbesinin ardından serpilen ve piyasalaşan kültürel üretim alanını ve 80’lerin kültürel iklimini tartıştığı Vitrinde Yaşamak’ın giriş bölümünden bir cümleyi hatırlattı bana: “80’lerde festivallerin, hapishaneden yükselen çığlığı bastırmaya yaradığı söylenebilir mi?”[8]Gürbileksorunun fazla sert, fazla dolaysız, fazla acımasız olduğunu, kastedilmediği halde birden bir vicdan yoklamasına dönüştüğünü, bu sebeple soruyu kimsenin cevaplamak istemediğini belirtiyor. Bugün de benzer bir sorunun muhatabı olduğumuzu düşünmemek için bir sebep; hakiki bir yanıt vermek için de olanak yok. Yine de, bugünün ve bizlerin de sorusu.Diğer taraftan, Gürbilek’in o kitapta bugün için de yakıcı olan esas sorusunun şu olduğunu düşünüyorum: “1980’ler şunu denedi: Varlığın ve imkânların dünyasıyla yokluğun ve imkânsızlığın dünyasını, birbirine temas etmeyecek, birbirine geçişi olmayan iki kampa ayırdı. Şimdi sormak gerekiyor: Birincisinin imkânlarını İkincisinin isyanına tercüme edecek bir güç yeniden uyanacak mı?”[9]  1980’lerden beri gittikçe açılan bu yarık, bugün hayat tarzı ekseninde kültürel bir savaşa dayanan bir kamplaşmaya kilitlenmiş vaziyette. Böylesi bir durumda, kültür-sanat üreticileri kendilerini bu yarılmanın bir kanadında saf tutarken ve stratejik ittifaklar geliştirmeye çalışırkenbuluyorlar. Oysa bugün, yeniden derlenme ve toparlanma yaşanılacaksa, bu sürecin aktif özneleri olarak alanın tekrar nasıl şekilleneceği konusunda konuşmamız ve yapmamız gereken şeyler olduğu aşikar. Gezi sonrasında paramparça olan sinema alanının akıbetine istinaden kaleme aldığı “Festivallerde Yeniden Buluşabilecek miyiz?” başlıklı yazısında Enis Köstepen, 2014’te yapılan 51. Altın Portakal ile birlikte film festivallerinde, devlet sansürü ve (oto)sansürün giderek doğallaştığını, takip eden süreçte bir arada durarak tepki vermenin giderek zorlaştığını belirtiyor.[10]Devamında“[y]aşanan onca şeyden sonra bu festivallerin sinemacıları bir araya getirmesi mümkün olabilecek mi?” diye soruyor Köstepenve bir dizi öneri sunuyor. En basiti ve aklımda kalanı şöyle: “En azından kültürel üretim anlamında ‘hayatta kalmayı’ başardığımız için birbirimizi tebrik ederek yeniden birlikte meydan okuma cesaretini toplayabiliriz.”[11]Köstepen’in soru ve önerileri, “normalleşme emareleri” görülen çağdaş sanat alanı için de can yakıcı bir nitelik taşıyor. Eğer içerisinde bulunduğumuz “zor zamanlardan” bir çıkış mümkün olacaksa, bu alanı Gezi’ye “sadık kalarak” nasıl yeniden kuracağız? Dahası alanlarımızı ve kurumlarımızı akademi, sinema gibi diğer alanlarla, ilişkisel ve kesişimsel olarak nasıl hemdert kılacağız? İmkânı isyana nasıl tercüme edeceğiz?

[1]“Ekonomist Ümit Akçay: Henüz dip görülmedi, hızlı bir toparlanma beklemek yanıltıcı” T24, 2 Eylül 2019,

https://t24.com.tr/haber/ekonomist-umit-akcay-henuz-dip-gorulmedi-hizli-bir-toparlanma-beklemek-yaniltici,837553

[2] Ümit Akçay, “Büyük Yanılgı,” Gazete Duvar, 12 Haziran 2017, https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2017/06/12/buyuk-yanilgi/

[3]Ümit Akçay, “Büyük Yanılgı.”

[4]Alex Marshall, “Turkey’s Art SceneMakes a Comeback, Under Erdogan’sShadow,” The New York Times, 19 Eylül 2019,https://www.nytimes.com/2019/09/19/arts/turkey-art-istanbul-biennial.html

[5]Alex Marshall, “Turkey’s Art SceneMakes a Comeback, Under Erdogan’sShadow,”

[6]Çınar Oskay, “Dünyadaki yeni müzelerin hiçbirinin böyle bir hevesi ve iddiası yok,” Hürriyet, 8 Eylül 2019,

http://www.hurriyet.com.tr/kelebek/hurriyet-pazar/dunyadaki-yeni-muzelerin-hicbirinin-boyle-bir-hevesi-ve-iddiasi-yok-41324028

[7]Bahadır Özgür, “Kaz Dağları’nın ardındaki hırsızlık ittifakı,” Gazete Duvar, 6 Ağustos 2019

https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2019/08/06/kaz-daglarinin-ardindaki-hirsizlik-ittifaki/

[8] Nurdan Gürbilek, “Giriş”, Vitrinde Yaşamak, İstanbul: Metis, 2001, s. 14

[9]Gürbilek, s. 27.

[10] Enis Köstepen, “Festivallerde Yeniden Buluşabilecek miyiz?,” Altyazı Fasikül, 6 Eylül 2019, http://fasikul.altyazi.net/2019/09/06/festivallerde-yeniden-bulusabilecek-miyiz/

[11]Enis Köstepen, “Festivallerde Yeniden Buluşabilecek miyiz?”

Begüm Özden Fırat
diğer yazıları