yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

BİR GERÇEKLİĞİN GERİ DÖNDÜRÜLEMEZ MİRASI İŞÇİ SINIFININ DEVRİMCİ ESTETİĞİ; SOSYALİST GERÇEKÇİLİK

UMUT DÜZGÜN BULUT

Sosyalist gerçekçilik bir akım olarak işçi sınıfının iktidar mücadelesinin ve “yeni olanı” yaratma perspektifinin bir aracıdır. Bu haliyle işçi sınıfının en gelişkin deneyimi olan Sovyetlerin içinde filizlenmiş olması tesadüfi değildir.  Sosyalist gerçekçilik; emekçi sınıfların bütün yeteneklerinin açığa çıkması, yaratıcılığının gelişmesi, dünyayı bir süreç olarak çelişkileri içinde algılayabileceği ve bu çelişkili dünyadan sosyalist inşayı güçlendirecek biçimde dünyaya bakmanın bir karşılığı olarak ilan edilmiştir. Sovyet Yazarlar Birliği tarafından 1934’te bir akım olarak ilan edilirken tüzüklerindeki şu cümlelerle açıklanır: “Sosyalist gerçekçilik sanatçıdan gerçekçiliğin devrimci gelişimi içinde gerçek somut tarihsel betimini ister. Gerçekçiliğin sanat betimindeki gerçeklik ve somutluk emekçilerin sosyalizm ilkeleriyle yeniden yaratılması ve eğitilmesi amacı ile birleşmelidir.

Sosyalist gerçekçilik, Sovyet Yazarları Birliği tarafından kuramlaştırılmış olsa da özellikle resim, afiş vb. görsel sanatlarda da etkili olmuştur. Bu dönemden itibaren Sovyet sanatında obje inşalarının ve soyut anlatımların yerini insan ve nesne figürlerinin bozuşturulmadan yansıtıldığı, eserlerde keskin duygu aktarımlarının olduğu ve eserin alımlayıcısı için kolaylaştırıcı bir anlatım biçimi egemen olmuştur. Bu eserler aynı zamanda karşısındaki için de yürünecek yolu çizer.

Resim sanatında sosyalist gerçekçiler eserlerinde devingen bir yapı inşa ederler. Donuk, durağan eserlerin veya insanın dünyayla ilişkisinin koparıldığı “ideal” resmin değil hareket halinde olanın, yaşamın ve dünyayla kurduğu karşılıklı ilişki içindeki insanın yansıtıldığını görürüz. Bu biçimiyle özellikle işçi sınıfının iktidarda olduğu ülkelerde yeni insanın üretim ile kurduğu ilişkiyi yansıtır. Hem kapitalist kültürün yozlaşmış öğelerini ortadan kaldıracak hem de sosyalist inşayı güçlendirecek yeni insanın pratiğine dair vurgular yapar ki buradan iki temel vurgu öne çıkıyor: i) kapitalizmin topluma bıraktığı çürümüş yaşam kültürünün aşındırılması ve ii) yeni insanın, sosyalizmin kültürünün yaratılması. Kapitalist kültürün yarattığı miskinlik, bencillik ve bireycilik gibi özelliklerle tartışmak elbette sadece Sovyetlerin bir görevi değildir. Ekim Devrimi’nin tüm dünya işçi sınıfını etkilemiş olması gibi sosyalist gerçekçilik de sosyalist inşa ülkelerinin hepsinde önemli etki alanı bulmuştur.

Pera Müzesi’nde sergilenen Suna ve İnan Kıraç Vakfı tarafından düzenlenen, küratörlüğünü Artan Shabani’nin yaptığı Bir Rüyanın İnşası: Arnavutluk Sanatında Toplumcu Gerçekçilik adlı sergi Arnavutluk Halk Cumhuriyeti’nin grafik ve resim eserlerinin sergilendiği bir arşivi bize sunuyor. Sergi, eserlerin anlamını bozuşturarak ve yer yer asılsız iddialarda bulunarak sanat eserlerini olduğu gerçeklikten koparmak noktasında oldukça başarılı. Özellikle, serginin açılışında geçen ve burjuva çevreler tarafından sergi için yazılan tüm eleştirilerde yer edinen Stalin’in “sanatçılar insan ruhunun mimarlarıdır” sözünden yola çıkılarak sosyalist gerçekçiliği sanatsal üretimin gelişimine engel olmaya ve hatta toplum nezdinde karşılık bulmamaya dek eleştirmektedirler. Stalin’in söylediği bu söz üzerine 1934’te gerçekleşen Sovyet Yazarları Birinci Kongresi’nde Jdanov da bir konuşma yapar. Stalin’in alıntısının ne anlama geldiğini hem eli tetikte “açık” arayan burjuva sanatçılar için hem de yanlış anlaşılmaların ortadan kalkması için açıklar: “Bu, her şeyden önce sanat eserlerinde hayatı gerçeğe uygun bir biçimde yansıtabilmek; durağan ve cansız bir biçimde ya da yalnızca ‘nesnel gerçeklik’ biçiminde değil de devrimci gelişmesi içinde yansıtabilmek amacıyla hayatı tanımak demektir.

Ancak bunu söylemek de yetmeyecektir, çünkü hem Artan Shabani’nin hem de burjuva eleştirmenlerin işçi ve köylü figürlerinin estetikten yoksun olduğunu, bu figürlerin kullanımını abartılı ve taraflı bulduğunu söylemek lazım. Ancak onlara en iyi cevabı aynı konuşmasında Jdanov verecektir: “Bence, edebiyatımızın taraf tutma özelliğinden söz eden her kalın kafalı burjuvaya, her dar kafalıya, her burjuva yazarına Sovyet yazarı şöyle cevap vermelidir: ‘Evet, Sovyet edebiyatı taraflıdır ve biz bundan gurur duyuyoruz. Çünkü biz emekçilerin ve bütün insanların kapitalist kölelik zincirinden kurtarılmasından yanayız.’”

Bu yüzden sergideki eserleri incelerken sunumlar ve dönemin eserleri arasındaki çelişki gözden kaçırılmamalı. Bu çelişkiyi görmek açısından sosyalist gerçekçiliği bilmek kadar Arnavutluk tarihini de bilmek oldukça önemli. Özellikle sosyalist gerçekçiliğin somut tarihsel durum üzerine şekillendiğini düşünürsek Arnavutluk’un içinden geçtiği politik atmosferin bilinmesi eserlerde öne çıkan figürlerin doğru okunmasını kolaylaştıracaktır.

ESERLERİ TARİHLE ANLAMAK

1385 yılında Osmanlı tarafından işgal edilen Arnavutluk 1912 yılına dek Osmanlı’nın esareti altında kalmıştır. Birinci emperyalist paylaşım savaşıyla birlikte bağımsızlığını kazandığı gibi tekrar savaşların ve işgallerin ortasında kalmıştır. 1917 yılına gelindiğinde Rusya’da Ekim Devrimi’nin gerçekleşmesi emperyalist savaşımın sürdüğü tüm işgal altında olan topraklarda olduğu gibi Arnavutluk’ta da halk hareketinin yükselişine ve yeni bir umudun ortaya çıkışına güçlü bir dayanak oluşturmuştur. Bu etki bir yanıyla milli kurtuluş hareketine ivme kazandıran ve diğer yanıyla da sosyalizmin işgal altındaki ülkelerdeki etkisini yaygınlaştıran bir sonuca sahiptir. Arnavutluk’ta kurtuluş savaşının 1924 haziran devrimi ve 1925’te cumhuriyetin ilanıyla sonuçlandığı söylenebilir. Ancak büyük toprak sahipleri ve burjuvazi devrimi üzerine kurulmuş Arnavutluk Cumhuriyeti fazla zaman geçmeden İtalya’nın sömürgesi haline gelmiştir.  Ülkenin bu sömürge hali dolaysız bir biçimde sanayinin gelişiminin önünde engel olmuş, yıl 1938 olduğunda ülkedeki toplam küçük fabrika ve atölye sayısı 300’ü geçmez hale gelmiştir. Sanayi üretiminin çok zayıf ve okuma-yazma oranlarının çok düşük olduğu Arnavutluk, kırsal ekonomiye sahip bir tarım ülkesidir. Üretim alanında bu kadar geri kalmışlık toplumsal alanda da işçi sınıfının ortaya çıkışı ve bir sınıf örgütlenmesinin sürdürülmesi koşullarını zorlaştırmıştır. Buna karşın Sovyet Devrimi tüm dünyada ezilen halklar ve işçi sınıfı için olduğu gibi Arnavutluk direnişi için de önemli bir dayanak olmuştur.

Komüntern’in etkisiyle Avrupa’da yaygınlaşan komünist örgütlenmelerin birikimi Arnavutluk’ta da etkisini göstermiş ülke içinde komünist gruplar ortaya çıkmıştır. Grupların toplanması ve tutarlı Marksist bir çizgide birleştirilmesi ise Enver Hoca’nın liderliğinde gerçekleşmiştir. 7 Nisan 1939’da faşist İtalya’nın Arnavutluk’a saldırısıyla birlikte mevcut iktidar ülkeyi İtalyan emperyalizmine teslim etmiştir. Bu koşullar altında komünistler bütün yurtseverleri ulusal kurtuluş konseylerinde birleşmeye çağırmıştır. Bu çağrı başarıya ulaşmış ve ülkede işgalcilere karşı önemli bir direniş örgütlenmiştir. Direnişin yükselişiyle birlikte Mussolini İtalyası kimi geri adımlar atmış olsa bile Arnavutluk halkı bağımsızlık için savaşmaya devam etmiştir. Stalingrad’da Nazilerin yenilgiye uğraması faşist işgalcileri zayıflatmış ve milli kurtuluş hareketini etkilemiştir. Arnavutluk Komünist Partisi ve Enver Hoca önderliğinde örgütlenen direniş komiteleri ve silahlı birlikler en son 1944’teki faşist saldırının bozguna uğratılmasıyla birlikte direnişi kazanmıştır. 24-28 Mayıs 1944’te düzenlenen Permet Anti-faşist Kongresi Halk Demokrasisine geçiş kararını almıştır. Böylece Arnavutluk halkı kendi iktidarını ve bağımsızlığını uzun mücadeleler sonucunda Arnavutluk Komünist Partisi öncülüğünde kazanmıştır.

UÇURUM

Robert Permeti’nin Uçurum 1944 adlı bu eseri Arnavutluk’un Halk Demokrasisi yönetimine geçiş dönemine vurgu yapar. ‘44 yılındaki faşist saldırının püskürtülmesiyle zafere emin adımlarla yürüyen Arnavutluk’ta komünistler de oldukça güçlenmiş yerli işbirlikçi milli kurtuluş ordusu da bu dönemde zayıflamaya başlamıştır. Ancak Nazilerin yenilmesiyle komünistlerin güçlendiğini gören İngiliz-Amerikan emperyalizmi Arnavutluk’u yerli iş birlikçiler üzerinden karıştırmak ve devrimi komünistlerin elinden almak için birçok hamle yapmıştır. Yapılan bu hamleler nihayetinde karşılıksız kalsa bile 1944 yılı bu süreç açısından bir eşik oluşturur. Eserde bu dönemin iyi bir anlatımını görmekteyiz. Permeti bu süreçte İngiliz-Amerikan emperyalizminin devrimi sabote etme girişimlerini bir uçurum olarak sergilemektedir. Resim soldan sağa doğru bir akış içindedir, solda Arnavutluk halkı kızıl yıldızlı bere içinde ve Enver Hocanın etrafında konumlanmış güçlü figürler olarak öne çıkarken sağa doğru gidildikçe bu güçlü figürler zayıflar, renkler kararmaya ve karakterler iç içe girmeye başlar. Resimdeki eğim de buna uygundur, uçurumun kıyısında olanlar emperyalist güçlerin komutanlarıdır. Hem resimdeki konumlanışı ile Arnavutluk figürlerinin altında kalırlar hem de yüzlerindeki ifade onlar kadar emin ve kararlı bir ifade değildir. Öndeki Amerikan komutan belli belirsiz gülüşüyle kurnazlık hissi uyandırırken arkasında, resmin en karanlık noktasındaki figür ise bir korku-kaygı belirsizliği içindedir ve öndekinin arkasına sığınmış gibidir. Bu tavır İngiliz-Amerikan emperyalistlerinin Avrupa’da yayılan sosyalizm dalgasına karşı yürüttükleri ikili karakterlerini sergileyen tavırdır. Bir yanıyla diplomatik ilişkiler sürdüren, dostluk pozları veren ama aslında sosyalist inşanın hızlanışından duyulan endişenin tavrıdır. Bu uçurumun kıyısında Arnavutluk halkının Enver hocanın yanında saf tutması emperyalistlere ise kendinden emin ve üstten bakıyor olmaları işgalden kurtuluşun ve sosyalizme doğru kararlı yürüyüşün vurgusudur. Arnavutluk uçurumun kıyısından dönmüştür.

‘TİRAN RADYOSUNDAN İLK PARTİZAN ŞARKISI’

Tiran Radyosundan İlk Partizan Şarkısı adlı Pellum Bylyku eseri faşist işgalin sona erdiği dönemin eseridir. Tiran radyosu işgale karşı direniş çağrılarının yapıldığı önemli bir propaganda aracı olmuştur. Radyoyu ele geçirmek ve yayına son verebilmek için faşistler bir tuzak düzenler, bir toplantı adı altında radyo çalışanlarını tuzağa düşürür ve radyoyu ele geçirirler. Direnişin sonucunda tekrar Arnavutluk halkına dönen Tiran radyosunun ilk yayınını yapan direnişçiler resmedilmiştir. Bu karakalem çalışmasında savaş sonrası yıkım atmosferinin şehre hâkim olmasına karşın tablo zaferin coşkusunu yansıtır. Partizanlardan birinin kafasında sargı hâlâ durmaktadır. Omuzlarında tüfek asılı ellerinde enstrüman taşıyan partizan müzisyenler mermi kovanlarının, yıkılmış duvarların ve kırılmış camların arasında direnişin müthiş coşkusunu ve kararlılığını yansıtırlar. Figürlerin yüzlerinden tartışmasız olarak yansıyan kararlılık yıkım halindeki şehrin üzerindeki karamsar havayı bozmaktadır. Böylesi büyük bir hasarın ortasında şenlik havası hâkim kılınmıştır. Bu elbette ki Arnavutluk halkının ve direnişlerinin azimlerinin ve kararlılığının yansıtılmasıdır. Sahnenin en önünde yer alan temel figürlerden biri de omzunda cephanelik taşıyan bir çocuktur. Savaşın içinde çocukların da direnişe katıldığını anlayabileceğimiz gibi çocuk figürünün gelecek anlamını taşıması bakımından elinde komünist partinin bir yayınını (kitabın üstündeki kızıl yıldız işaretinden parti yayını olduğunu anlayabiliriz) sıkıca tutmuş olması da işgal sonrasında yürünecek yolun işaretidir. Tablo Arnavutluk halkına bir mesaj yollamaktadır, yıllar süren işgal unutulmamalıdır ve ezilenlerin kesin kurtuluşu için sosyalizme yürünmelidir.

Zef Shoshi Arnavutluk’un devrimden sonraki yıllarında gelişmiş önemli ressamlarından biridir. Moskova’daki Sanat Akademisi’nde eğitim almış olan Shoshi sosyalist gerçekçiliğin biçim ve içerik arasındaki bağıntısını ve kullandığı tekniklerini bu dönemde önemli oranda geliştirmiştir. Devrim olduğunda henüz 5 yaşında olan Shoshi Arnavutluk’un yeni ressamlarından biridir. Sosyalist inşa döneminin içinde mevcut gerçekliğin yansıtılması açısından önemli ipuçları sunar bize.

Arnavutluk, devrimden sonra da özellikle revizyonizmin hâkim hale gelmesiyle iyice yalnızlaşmış ve sanayi gelişimini oldukça sınırlı imkânlarla sürdürmüştür. Tarım ağırlıklı bir üretimin olduğunu ancak sanayinin gelişmesi için çabalar gösteren komünist partinin üzerinde çalıştığı mevcut toplum yapısını biz yukarıdaki iki eserde okuyabiliriz. Arnavutluk’un sosyalist tarım inşasına vurgu yapan “işe gitmek” eseri özellikle kadınların yoğunlukta olduğu bir eserdir. Arnavutluk’ta kadın-erkek arasındaki eşitsizliğin ortadan kalkması ve hayata eşit katılımının sağlanması için önemli çabalar gösterilmiş, özellikle üretimde kadınların oynadığı rol ülke için önemli bir duruma gelmiştir. Sergi genelinde kadın figürlerinin ağırlığı kadınların yaşama eşit katılımı için gösterilen çabanın yansımasıdır. İkinci yönü ve aslında serginin sunumunda dikkatimizin çekildiği şey ise figürlerin ağırlıklı olarak mesleğini tanıtan nesnelerle resmedilmesidir. Ancak bu eserlerde bulunan nesnelerin eserlerdeki asıl görevinin figürün “mesleğini belirtmek” olmadığını söylemek gerekir. Burjuva eleştirmenlerin bu tarlada/fabrikada iş başında olan insanı bugünün işçi ve emekçisiyle karıştırması sonucunda ortaya gülünç bir eleştiri çıkar: “İnsanlar beyinleri yıkandığı için mutludur.” Oysa kapitalist üretimin insanın yeteneklerini açığa çıkarabilecek, dünyayla kurduğu bağın farkında olmasını sağlayabilecek bir niteliği yoktur. Sadece durmadan üretim için planlanmıştır ve bu sistemde kapitalistler haricinde kimsenin düşünmeye, kendini keşfetmeye vakti olmamalıdır. İşte böylesi bir sistemin içinde insanın işiyle kurduğu ilişkide yabancılaştığını görürüz. Artık işçi için her gün yapmak zorunda olduğu bir zorunluluktur çalışmak, onu özgürleştirmek yerine köleleştirir. Marx yabancılaşmanın komünist bir toplumda aşılacağını söyler, çünkü komünizmde tüm insanlık kendi türsel özelliğine uygun bir biçimde üretime katılırlar ve üretim süreci en çok bu şekilde nitelikli hale gelir, insan ancak bu biçimde can verdiği nesne ile olumlu bir ilişki kurabilir. İşte bu yüzden insan figürleri üretim ile kurdukları ilişki içinde resmedilir. Resimlerde köylüler tarlalarda üretim anında, işçiler ise fabrikada çalışırken resmedilmiştir hep, çünkü sosyalist inşanın, yeni insanı kendi yeteneklerini özgürleştirecek ve değiştirici gücünü serbest bırakacak özgür üretimin insanlarıdır. Hedef, insanın üretimle kurduğu yabancılaştırıcı ilişkinin, sömürü ve mülkiyet ilişkilerinin tamamen ortadan kaldırılmasıdır.

Arnavutluk’ta bu tamamen gerçekleşmiş olmasa bile hedefe bugünün kapitalist dünyasından çok daha yakındır. Böylesi bir ülkede sosyalist kültürün ve onun önder insanının rolü hem dünyayı bu temelden değiştirme mücadelesine devam etmektir hem de üretim faaliyetiyle kurduğu ilişkinin içinde kendini inşa edebilmesidir. Resimdeki küreğin tek amacı onu taşıyanın toprağı eşelediğini anlatmak değildir, o kürekle kurduğu bağın karşılıklı olduğu ve bu “yeni küreğin” insanın içindeki yozlaşmış tortuları da eşeleyip bir kenara atabileceğinin bir göstergesidir.

Kime ait olduğu bilinmeyen bu eser, küratörün sunumu ile gerçekliğin bozuşturulduğu önemli bir tartışma alanının iyi bir örneğidir. Resimde küçük bir kız çocuğu, güneşli güzel bir günde gezintiye çıkmıştır. Buraya kadar her şey normal görünüyor ancak çocuğun oyuncağı bir tüfektir. Oyuncak tüfek Arnavutluk’ta tüm halkın silahlandırılması görevinin toplumun her kesiminde örgütlendiğinin bir simgesi olarak okunabilir. Sergide Tiran Güzel Sanatlar Akademisi Öğretim Üyesi Ermir Hoxha ve küratör Artan Shabani sunumlarının merkezine “militarizm” tartışmasını da alırlar. Sergide farklı tarihler boyunca eserlerin içinde silahlı eğitimlerin ve silahlanma çağrılarının öne çıktığını görüyoruz ancak bu silahlanma çağrısının kapitalist dünyanın militarizm anlayışıyla uzaktan yakından bir bağ içermediği ortadadır. Militarizm, kapitalist hükümetlerin kullandığı bir yönetme biçimidir ve halkı baskı altında tutmak için ordunun sorgulanmaz iktidarını kullanırlar. Oysaki hem Arnavutluk’ta hem de diğer tüm sosyalist ülkelerde silahlanma çağrıları ordunun halkın egemenliği üstünde bir güce/inisiyatife sahip olmaması için yapılır. Düzenli ordu sosyalist ülkelerde mevcut somut koşullar sonucunda zorunlu bir ihtiyaç olarak örgütlenir ve bu ordunun uygun en yakın koşul altında ortadan kaldırılması için mücadele edilir. Sosyalist ülkelerde de kapitalizm tehdidi göz önünde bulundurularak ancak sürekli bir denetim altında olmak durumunda kurulur düzenli ordular. Halkın silahlanması çağrılarına ise hiçbir zaman ara verilmez. Arnavutluk’ta da durum böyledir. Kurtuluş savaşı sırasında bir ihtiyaç olarak örgütlenen ordu 1966 yılına dek hem kapitalizm tehdidine karşı hem de Sovyetler’de Kruşçevle birlikte başlayan revizyonizmin, kapitalizme geri dönüş sürecinin karşısında durması itibarıyla iyice yalnızlaşan Arnavutluk’un zorunlu bir ihtiyacı olarak ayakta durur. 1966 yılında ise Arnavutluk Emek Partisi ve Halk Cumhuriyeti Devleti düzenli ordunun sosyalist inşa için oluşturduğu tehdide karşı ordunun örgütlenmesinde yenilemeye gitmiş, orduda rütbe sistemini kaldırmışlardır. Orduyu bulundukları bölgedeki Halk Konseylerine bağlayan bu yeni düzende ordunun emekçi sınıfların altına girmesi sağlanmıştır.

Bu resmin ise 1970 tarihinde yani ordunun yeniden organize edilmesinden sonraki bir yılda tamamlandığını biliyoruz. Özellikle sosyalist ülkelerin halkın silahlanması ve silahlı halk milislerinin kapitalist devletlerdeki polis/devlet aygıtının yerine geçmesi öncelikli sorunlardan biridir. Bunun için tüm halkın silah eğitiminden geçirilmesi hayati önemdedir. Arnavutluk Emek Partisi buna uygun bir biçimde “bütün halk askerdir” sloganını öne çıkarmış, devrimi yaratan kitlelerin yine devrimin savunucusu olacağının altını çizmiştir. Hem bu resimdeki hem de sergide ağırlıklı olarak gördüğümüz silah imgesinin arkasında yatan ideolojik tartışma budur. Bunu militarizme övgü olarak okumanın ise ancak kapitalist propagandacıların yapacağı bir kurnazlık olacağını söylemek gerekir.

Yazının sonunu serginin ve Arnavutluk Halk Demokrasisinin son yıllarında üretilmiş bir eserle noktalayalım. Arnavut sosyalist gerçekçiliğinin önemli ressamı Zef Shoshi’nin bu tablosu 1983 yılında tamamlanmıştır. Enver Hoca ise bundan iki yıl sonra hayatını kaybedecek ve 1991 yılında Arnavutluk Marksist-Leninist çizgiden kopup kapitalist inşaya yönelecektir. Yazının başından beri Arnavutluk emekçi sınıflarının özgürlük mücadelesinin kısa bir tarihini görüp tartıştık. Avrupa’nın yüzyıllarca esaret altında kalmış, gelişmesine izin verilmeyip sömürgeleştirilmek için yıllarca büyük emperyalist devletlerin saldırılarına maruz kalmış bu halkın 20. yüzyıl boyunca verdikleri özgürlük ve bağımsızlık mücadelesi, sosyalizmin inşası için gösterilen yüksek çalışmanın ve azmin bugünlere bıraktığı önemli bir miras olduğunu belirtmek gerekir. Arnavutluk Emek Partisi ve onun önderi Enver Hoca, Stalin’in ölümü ile Sovyetler’de revizyonistlerin sosyalizme ve işçi sınıfına ihanetine ve kapitalist inşa sürecini başlatmalarına karşın bu yüzyılın büyük mirasını, Marksist-Leninist çizgiyi savunmuştur. Onun arkasında bizlere bıraktığı mirasın parçalarıdır aslında sergide gördüklerimiz. Bu resim ise çizildiği dönem açısından oldukça anlamlı bir imgeyi taşır. Dünyada komünist hareketlerin büyük yenilgiye uğradığı, Sovyetlerin sömürge arayışlarına çıktığı, ABD emperyalizminin kapitalizme liderlik ettiği yeni bir süreçtir bu. İşçi sınıfının mücadelesi için geri döndürülemez bir birikimin inşa edildiği ancak devrimlerin teker teker yenilgiye uğradığı, antikomünist propagandanın ve revizyonizmin güçlendiği bu dönemde Arnavutluk, tıpkı resmin ortasındaki Enver Hoca gibi kendini çevreleyen karanlık içinde kızıl bir meşale olarak Marksist-Leninist çizginin en önemli savunucusu olmuştur.

15 Kasım’a dek Pera Müzesi’nde gösterimine devam edilecek bu sergiyi imkânı olanların kaçırmamasını ve Arnavutluk işçi sınıfının bize bıraktığı bu mirası görmesini tavsiye ederim.

diğer yazıları