yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

DAVID PAPINEAU: FELSEFE TEMEL OLARAK BİLİMDEN DAHA MI ZORDUR?* ÇEVİRMEN: MUSTAFA EFE ATEŞ

Felsefenin amacı nedir? Alfred North Whitehead’e göre, felsefe Platon’a düşülmüş dipnotlardan ibarettir. Bu görüşün vurgulamak istediği şey doğrusu oldukça açık. Aslına bakılırsa, Platon’un diyaloglarını yazdığı zamandan bu yana –yani yaklaşık 2 bin 500 yıldır– felsefe adına fazla bir ilerleme olduğunu söylemek pek de mümkün görünmüyor. Günümüz felsefecileri hâlâ Eski Yunanlıların uğraştığı meselelerle uğraşmaktadır. Ahlaklı olmanın temeli nedir? Bilgiyi nasıl tanımlayabiliriz? Görünüşler dünyasının arkasında daha derin bir gerçeklik mevcut mudur?

Bu hususta felsefeyi bilimle kıyaslamak pek doğru olmayacaktır. Nitekim bilim, modern biçimini 17. yüzyılda almış olup uzun bir başarı hikâyesi olarak görülebilir. Bilim, doğanın işleyişini açığa çıkararak insanlığa birçok fayda sağlamıştır. Mekanik ve elektromanyetizma modern dünyanın teknolojik ilerleyişinin temelini oluştururken, kimya ve mikrobiyoloji bizleri hastalıkların tiranlığından kurtarmak için çokça şey yapmıştır.

Bütün filozofların bu zıtlığı sorun ettiğini söyleyemeyiz. Bazıları için, felsefenin kıymeti sonuçta değil, süreçtedir. Bu görüşü savunanlar, Sokrates’in çizgisini takip ederek, onun “Sorgulanmamış yaşam, yaşamaya değer değildir” özdeyişini ilke edinirler ve ufukta kesin bir yanıt olmasa da insanlık durumu üzerine tefekkür etmenin kendi başına kıymetli olduğunu ileri sürerler. Diğerleri ise Marx’ın “Filozoflar yalnızca dünyayı yorumladı. Hâlbuki esas olan onu değiştirmektir” özdeyişini çıkış noktası alırlar ve felsefeyi, amacı gerçekliği yansıtmak değil, onu bozmak olan bir politik değişim aracı olarak görürler.

Buna rağmen, ben de dâhil, büyük olasılıkla çağdaş felsefecilerin çoğu felsefeyi yine de hakikate giden bir yol olarak düşünürler. Aksi takdirde kullandığımız yöntemler neticede bir anlam taşımayacaktır. Makalelerimizi yazarken titizce bir kesinliği amaç ediniriz. Savlarımızı dikkatlice ifade ederiz, destekleyici materyali sıralar ve okuyucuya karşı -örnekler bulması için adeta meydan okuruz. Büyük bir bölüm için etkileyici olmayan bu işler, insanlar üzerinde kesin anlamda bir tesir yaratmamaktadır. Eğer bu kadar zahmetli analiz, hakikate erişmemizde yardımcı olmuyorsa, şüphesiz zamanımızı harcayacak daha iyi şeyler bulabiliriz.

Bütün bunlara rağmen, eğer amacımız hakikat ise ilerleme nerede? Geçmişine ilişkin kanıtlanmış performansı göz önüne alındığında, felsefe bilime daha iyi bir biçimde el veremez miydi? Aslına bakılırsa, bu itiraza bir yanıt, felsefenin bir zamanlar tam da bunu yaptığıdır. Felsefi ilerlemenin “yan-ürün” kuramına göre, bütün yeni bilimler felsefenin bir dalı olarak ortaya çıkmıştır ve kendi başlarına ayakta kalıp, bağımsız bir disiplin olarak kurulmaları için gerekli olan entelektüel imkânları felsefenin bıraktığı miras ile tesis etmişlerdir.

Bu hikâyede elbette haklılık payı bulunuyor. Şu an bildiğimiz şekliyle fiziğin temelinde 17. yüzyılda Descartes ve diğerlerinin “mekanik felsefe” olarak adlandırdığı disiplin yatar. Benzer bir şekilde, psikolojinin büyük bir kısmı David Hume’un ortaya koyduğu çağrışım ilkelerine dayanmaktadır ve iktisat, ilk önce kendilerini filozof olarak nitelendiren düşünürlerin geliştirdiği öğretilerden doğmuştur. Süreç, çağdaş dünyada da devam etmektedir. 20. yüzyıl boyunca, hem dilbilim hem de bilgisayar bilimleri kendilerini bağımsız bir disiplin olarak kurmak adına felsefenin zincirlerinden kurtulmuşlardır.

Dolayısıyla, yan ürün kuramına göre felsefede ilerlemenin olmayışı iddiası bir illüzyondan ibarettir. Felsefe ne zaman ilerleme kaydetse, yeni bir disiplin ortaya çıkarır ve bu disiplin artık felsefenin bir parçası olmaktan çıkar. Gerçekte ise felsefe ilerlemelerle doludur. Ne var ki bu ilerleme ortaya koyulan yeni entelektüel ürününün bir daha değişmeyecek şekilde isimlendirilmesiyle engellenir.

Bununla birlikte, yan ürün kuramı bizi bir yere kadar götürür. Öyleyse, hâlâ Eski Yunanlıların uğraştığı meselelerin aynıları ile uğraşır gibi gözükmemiz hakkında ne diyebiliriz? Felsefe, üniversitelerin diğer bölümlerine her şeyi devretmemiştir ve hâlâ kendine ait soruları yine kendi öğrencileriyle tatbik etmektedir. Görünüşe göre buradaki güçlük, bu sorulara herhangi bir kesin yanıt sağlanamayışıdır. Ahlaksallık, bilgi, özgür irade, bilinç ve buna benzer diğer konulara gelindiğinde, öğretim üyeleri hâlâ uzun süredir var olan bir dizi seçenek hakkında tartışmaya devam etmektedir.

Şüphesiz, felsefe ve bilim arasındaki farklılıkların bazıları uyguladıkları farklı araştırma yöntemlerinden ileri gelmektedir. Felsefe analizlere ve argümanlara dayanırken, bilim verilere adanmıştır. Bilim insanları araştırmaları hakkında konuşmaya davet edildiğinde, ne kadar ilgi çekici olacak olsa da ayağa kalkıp kuramlarından bahsetmezler ya da en azından salt bunlardan bahsetmelerine izin verilmez. Gözlemleri neticesinde edindikleri bulguları sunmak, bilim insanları için profesyonel bir gerekliliktir. Eğer son yapmış olduğunuz deneysel sonuçları gösteren herhangi bir PowerPoint slaydınız yoksa ortada bir konuşmanız da yok demektir.

Bu zıtlık göz önünde bulundurulduğunda, bilim insanlarının felsefecilere nazaran kendi aralarında daha fazla uzlaşmaları pek de sürpriz olmasa gerek. Veri veridir. Eğer deneysel bulgularınızı iyi biçimde gösterebiliyorsanız, her şey tamamdır. Fakat argümanların boşlukları vardır. Özellikle, felsefecilerin geliştirdiği argümanlar birçok hareket eden parça barındırmaya meyilli olmakla birlikte, şüpheli öncüllere akıllıca eleştiriler getirebilmeye elverişli bir kapsama sahiptir. Dolayısıyla, felsefeciler için meseleyi birbirleriyle ya da tek tek ele almak adına oldukça uygun alan varken, bilim insanları, zıt bir biçimde, sadece anlatılanları kabul etmek zorundadırlar.

Burada, araştırma yöntemlerindeki ayrılığın, bilimde ve felsefede çalışılan konuların farklılığından kaynaklandığını düşünebilirsiniz. Fiziğe ve kimyaya ait sorular, her zaman deneysel araştırma ile çözüm bulabilirken, aynı empirik yöntemler ahlaksallık ve özgür irade gibi konularda bir kavrayışa yol açmazlar. Ancak bu yanlış bir teşhis olacaktır. Deneysel olarak kontrol edilemeyen birçok problem doğrudan bilimin içinde ortaya çıkmıştır. Özgeci içgüdülerin evrimini ya da kuantum mekaniğinin yorumlarını ele alalım. Bunlar bütünüyle bilimsel sorunlar olmasına rağmen basit bir deneysel çözüme olanak tanımamaktadır. Buradaki problem, istediğimiz tüm deneysel sonuçlara sahip olsak bile, bunları uzlaştıracak bağdaşık bir kuram ortaya koyamayışımızdır. Felsefi problemler bilimin içinde olduğu kadar, dışında da ortaya çıkmaktadır.

Felsefe ve bilim arasındaki gerçek fark konu alanı değil, söz konusu problemin türüdür. Felsefi meseleler tipik olarak paradoks formuna sahiptirler. Örneğin, insanlar ahlaktan etkilenirler fakat ahlaki olgular nedensel dizinin bir parçası değildir. Özgür irade, determinizm ile uyumlu değildir fakat aynı zamanda rastlantısallıkla da uyumsuzudur. Gerçek bir masada oturduğumuzu biliriz, fakat kanıtlarımız Matrix-benzeri bir bilgisayar simülasyonun içinde oturduğumuz fikrini dışlamaz. Bu tür muammaların karşısında, düşüncemizi açıklığa kavuşturmak için felsefi yöntemlere gereksinim duyarız. Bazı şeyler kusurludur, fakat biz neyin kusurlu olduğundan emin değilizdir. Sıklıkla, ihtiyacımız olduğunu bilmediklerimiz de dâhil olmak üzere, ilgili tüm varsayımlarımızı listelememiz ve onları eleştirel bir analize tabi tutmamız gerekmektedir.

Bu yüzdendir ki, felsefi meseleler bilimsel konulardan doğabilir. Bilimsel kuramların kendisine bir paradoks bulaşabilir. Kuantum dalga paketi yapısal olarak çökmek zorundadır, fakat bu durum fizik yasalarını ihlal eder. Özgeciliğin evrilmesi mümkün değildir, fakat evrilmektedir. Burada tekrar felsefi yöntemlere çağrıda bulunulur. Kuramsal ön varsayımlarımız arasında ayıklama yapmak ve kusurlarımızın yerini saptamak için düşüncemizin neresinde (hangi kısmında) yoldan saptığımızı çözmemiz gerekmektedir.

Bu tür şeylerde bilim insanlarının pek de iyi olmadığını söylemek gerekiyor. Onlar daha ziyade, Thomas Kuhn’un olağan bilim olarak adlandırdığı, kurulu varsayımlar ve teknikler sayesinde deneysel olarak karar verebilecekleri meselelere odaklanabilecekleri “paradigmalar” içeresinde çalışmaktan mutlu olurlar. Gerçek bir kuramsal bulmacayla karşılaştıklarında ise çoğu gözlerini kapar ve sorunun ortadan kaybolmasını umar.

Modern entelektüel yaşamın büyük skandallarından biri de fizikçilerin yirminci yüzyıl boyunca kuantum mekaniğine ilişkin problemleri adeta halının altına süpürerek izlediği yoldur. Niels Bohr ve onun cahilce sayılabilecek kuantum mekaniğinin “Kopenhag Yorumu” önderliğinde öğrencilere, nesiller boyu, kuramın içerdiği apaçık tutarsızlıkların kendi meseleleri olmadığı öğretildi. O zamanlar kuramın inandırıcılığını sorgulama cesaretini gösteren her lisans öğrencisine “sus ve hesaplamaya devam et” şeklinde tipik bir yanıt veriliyordu. (Bu slogan değişik şekilde Paul Dirac, Richard Feynman ve diğerlerine atfedilmiştir. Sloganın kime atfedileceği hususundaki belirsizliğin kendisi bile, ortaya koyulmuş tutumun yaygınlığına bir kanıt teşkil etmektedir.)

Bana sorarsanız, felsefi tartışmanın görece neticeye varamamasının, disiplinin kendisinin saygınlığı ile bir ilgisi bulunmamaktadır. Ortadaki ödevin doğal sonucu felsefe ile yüzleşmektir. Birçok kimse bu tür kirli paradoksları çözmek için kafa patlatmaktan keyif almaz. Kirli bir iştir, fakat birileri bu işi yapmalıdır. Böylece, felsefi meseleler üzerinde kolaylıkla nihai bir karara varamamak sürpriz olmaktan çıkar. Felsefenin zorluğu kendine has konu alanından ya da yöntemlerinin uygunsuzluğundan kaynaklanmaz, onun zorluğu temelde zor soruları üstleniyor olmasından kaynaklanır.

Belki de, yan ürün disiplinlerinden ayrı olarak, felsefedeki ilerleme başta göründüğünden daha fazladır. Dışarıdan bakıldığında felsefi bir meselenin hiçbir zaman nihai bir sonuca bağlanmadığı görülebilir. Fakat bu görünüşün ardında, felsefe hiçbir suretle ilerlemeden yoksun değildir. Temellendirilmiş görüşlerin eksiklikleri sergilenmiştir ve felsefe yeni toprakları keşfe çıkmak için harekete geçmiştir. On dokuzuncu yüzyıl boyunca, neredeyse tüm filozoflar için dünya bir tür zihinsel inşadan ibaretti, fakat günümüzde bu türden idealistlere rastlamak pek güçtür. Ahlaki yargıların duygucu “boo-hurrah”[1] görüşü geçtiğimiz yüzyılın oldukça moda bir görüşüyken, şimdilerde bu safdil duyguculuğu kimse savunmamakta. Yol almak yavaş ve çekişmeli olabilir, ancak yine de bu yol alınmadığı anlamına gelmez. Belki de felsefe, görevinin zorluğu göz önünde bulundurulduğunda, tam da kendisinden beklenilebileceği ölçüde ilerleme temin etmektedir.

[1] Duyguculuğa göre ahlaki bir önerme doğrudan öznenin hisleri hakkında değil, o hislerin duygucu ifadesi hakkındadır. Boo-hurrah bu türden bir ahlaki dilin duygucu olabilecek etkisini ifade etmek için kullanılmaktadır (ç.n.).

Is philosophy simply harder than science? Kaynak: https://www.the-tls.co.uk/articles/public/philosophy-simply-harder-science/. Yazar, makalenin başlığında simple-hard (kolay-zor) kavram ikilisini kullanarak oldukça özgün sayılabilecek bir kontrast başlık yaratmak istiyor.  Fakat bu kontrastlığın doğrudan çevirisi dilimizde aynı ölçüde etki yaratmadığı için çevirmen farklı bir kullanım tercih etmiştir (ç.n.).

diğer yazıları