yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

Eleştirinin aristokratı: Doğan Hızlan

Doğan Hızlan tartışmalardan uzak durduğu gibi, tartışılacak değer yargıları da ortaya koymuş değildir. ‘Karıncaezmez’ kişiliği ve üslubuyla ediplere hep kalbiyle yaklaşmış, kendi zevkine ters düşen eserlerde de mutlaka beğendiği bir yön bulup onu öne çıkarmıştır.

SABİT KEMAL BAYILDIRAN

Doğan Hızlan, eleştirinin duayeni olarak, gençler arasında ‘papyon’uyla ve her yere yetişmesiyle biliniyor. Edebiyatımızın ‘regülatörü’ konumunu hâlâ sürdürmektedir. Birçok ödülde seçici kurul başkanı olmasıyla öne çıkar. Ödül alamayanların bu yüzden eleştirisine/dokundurmalarına maruz kalır!

İstanbul’un sanat çevresinde sevmeyeni, belli bir yaşa gelmiş olanlardan ona saygı duymayanı bulunamaz. Tanıyanlar, onun inceliklerin adamı olduğunu bilir. Kibar, Türkçeyi vurgusuyla özenle kullanır. Kendinden emin tavırlarıyla gücünün farkındadır. (Gençler için fazla beyazdır. Bkz. Ekşi Sözlük!) Herkeste, bir imge halinde yaşayan ‘eski İstanbul efendisi’nin somut halidir. Her alanda kültürün, sanatın büyükelçisidir: Tiyatro, müzik, şiir, sinema, müze, öykü, roman, sergi hakkında görüş bildirir. Bu niteliğinden dolayı Şakir Eczacıbaşı’nın öncülüğünde kurulan Kültür Girişimi’nin kurucuları arasında yer alır.

‘Kompetan’ sözcüğünün en çok yakıştığı kişidir. Ama bugüne dek onun ‘kompetanlık’ı sorgulanmamıştır. Bunun nedenlerinden biri o sevecen, herkesle dost olan yapısı kadar Hürriyet Gazetesi’nde yazıyor olmanın yarattığı ağırlıktır da. Diyebiliriz ki Türkiye siyasetinde Hürriyet’in rolü ve gücü ne ise, yirmi beşi aşkın kitabıyla edebiyatımızda da Doğan Hızlan’ın gücü ve rolü odur. Özellikle edebiyatın/sanatın İstanbulluların elinde üretildiği, taşranın sesinin duyulmadığı dönemde ağırlığı daha da belirgindir. Hızlan’ın büyük gücü İstanbul dışında hissedilmez.

Hızlan eleştiri yazılarında neyi amaçladığını “Sevdiğim, edebiyat dünyasına yerleşmiş şairleri daha çok sevdirmek, şiirsel zevki paylaşmak için yazdım bu yazıları”[1] cümlesiyle açıklar. Bunu ne kadar başarmış, bilemeyiz. Ama onun eleştiri anlayışının şairler arasında silsile bağlantısı kurmadığını söyleyebiliriz. Yazar, eleştirdiği şairi, tanıttığı kitabı, bir adaymışçasına tek başına eline almakta, o kitabın kendisinden önceki şiirle ayrılan ya da benzeyen yerlerine uzak durmaktadır.

Ben burada haddimi aşıp Doğan Hızlan’ın kimi yazılarında, özellikle şairler ve şiir üzerine yazılarında yaklaşım ve değerlendirme farklılığını dillendireceğim.

Eleştirmenlerimizden Ataç, Mehmet H. Doğan, Mustafa Öneş, Metin Celâl edebiyat dünyasına şiirle adım atmış, sonradan eleştiriye yönelmişlerdir. Memet Fuat ise şiirle değil de öyküyle adım atar edebiyat dünyasına, sonraları eleştirisiyle şiirimize yön verenlerin başında yer alır. Doğan Hızlan ise eleştiri dışına taşmamıştır, yazdığı denemeler bile edebiyatın sorunları dışında değildir. Bu yönüyle Asım Bezirci ve Hüseyin Cöntürk ile benzeştir.

Doğan Hızlan ile Asım Bezirci arasındaki en önemli fark, birinin yerleşik değerlere sarılması, öbürünün yerleşik değerlere muhalif oluşudur. Asım Bezirci birçok tartışmaya katılmış, ileri sürülen düşünceleri, estetiği çürütmeğe çalışmıştır. Oysa Doğan Hızlan tartışmalardan uzak durduğu gibi, tartışılacak değer yargıları da ortaya koymuş değildir. ‘Karıncaezmez’ kişiliği ve üslubuyla ediplere hep kalbiyle yaklaşmış, kendi zevkine ters düşen eserlerde de mutlaka beğendiği bir yön bulup onu öne çıkarmıştır. Zaten Kitaplar Kitabı’nın önsözü olarak yazdığı “Yazarların Kaderini Paylaşmakta”da yaklaşımını şöyle açıklar:

“Okuduğum, sevdiğim her kitabın bana verdiği zevki, başkalarıyla bölüşmek duygusu, beni yazı yazmaya iten birinci nedendir. Bu duygumu, tutkumu, kimi zaman yazılı, kimi zamanda sözlü biçimde tatmin ettim. Bu yazıları kaleme alırken salt metinle karşı karşıya kalmayı yeğledim. Gene de zaman zaman metinlerin arkasında tanıdığım yazarın, şairin siluetini gördüm. Emeğe duyduğum saygı, sayfalarda soluyan insan, yargımı çeldi mi, bilmem.”[2]
(Bir eleştiri ustasına karşı ukalalık yapayım: Yukarıda alıntıladığım metinde ‘bölüşmek’ yerine paylaşmak’ın, ‘karşı karşıya kalmak’ın yerine baş başa kalmak’ın daha uygun olduğunu söyleyeceğim! Usta, genellikle gazeteye yazdığı, her şeye yetişmeğe çalıştığı için, ‘hızlı’ olmak zorunda kalmış, bu yüzden sözcük seçimine özen göstermemiştir. Cansever’in Tragedyalar’ı üzerine yazdığı eleştiride[3] Cansever “Bu yüzden yerel değerlendirmelerin ötesinde” cümlesinde ‘bu nedenle’, “Tragedyalar’ı hele V.sini okuduktan sonra kitabı özetlettirseler ‘soyut bir kasvet’ deyimini kullanırdım” yerine ‘sözünü/ifadesini’ kullanması gerekirdi gibime geliyor!)

Doğan Hızlan, “Sevgiyle yaklaştığım kitapları aldım. Beğenmediğim nice kitabı yayımlanmamış saydım.” (s.14) derken tartışmaya vesile olmadığını da belirtmiş oluyor. Eleştirmenin esere sevgiyle yaklaşmasının birçok sakıncası olduğu bir gerçek; bu yaklaşım okuru da yazarı da yanlışa itebilir; ya da yanlışı sürdürmeye yüreklendirir. Benim burada dil yanlışına değinmemin, Usta’ya değil de gençlere ‘sözcükleri seçerek, özenle’ kullanın diye bir uyarı olduğu kanaatindeyim.

Gerçi Hızlan’ın bütün ediplerle dost olması ayrı bir handikap. Mustafa Köz “Edebiyatta eleştiri demek, düşman edinmek değil mi biraz da?” dese de bence Doğan Hızlan’ın düşmanı yoktur. Heykeli dikilen eleştirmen yoktur, düşüncesini yıkmak için, bence Devlet, Hızlan’ın heykelini dikmelidir.

(Geçende sosyal medyada İbrahim Oluklu paylaştı: “Bir kitabını övdüğümde bana teşekkür eden, yazımı öven bir şairden, sonraki kitabını beğenmediğimi yazdığımda ‘Hastır, senin gibi eleştirmenin…’ diye bir mektup aldım. Mektup bende saklıdır.” diye yazmıştı. Doğan Hızlan gibi sadece beğendikleriniz üzerine yazarsanız böyle bir tepkiyle karşılaşmazsınız!)

Her şeyde övülecek bir taraf bulmak

Doğan Hızlan ‘kimseyi küstürmemek adına’, kötü için de onun kötülüğünü bağışlatacak bir yön bulur ve o noktadan yazarı aklar. Sözgelimi Esat Mahmut Karakurt’un iyi bir romancı olmadığının bilincindedir; ama onun kötü romanlarını bağışlatmak için gerekçe yaratır: Roman okurunun oluşturulmasında Esat Mahmut Karakurt’un yapıtlarının büyük oranda etkisi vardır”[4] Oysa kötü örnekle eğitim, okurun zevkini dumura uğratır. Ders kitaplarına –çocuğu eğitip yönlendirmeyi amaçlayan- kötü manzumeler, onun büyüyünce “Bahar geldi, doğa hayata hayat ekler/ Uçsun diye renk renk kelebekler” tarzı ‘şiir’ yazmasına yol açar. Bu yaklaşım, Doğan Hızlan’ın ‘çoksesli’ arabesk müzik dinleyenin süreç içinde Mozart dinlemesi beklentisi içinde olmasını sağlar çok çok!
Hızlan, Karakurt için “geleneksel edebiyatımız için düşüncelerini iletmiştir. Genç kuşağın edebiyat beğenisi için söyledikleri, genel yargılardan öteye geçmemiştir” derken de tavır koymaz. Ondan şöyle bir alıntı yapar: “[B]ence bu [Kapıkulu] edebiyat[ı] artık tarihe karışıp yavaş yavaş izini kaybettiğimiz bir edebiyattı. İyiydiler, heyecanlıydılar, yüksektiler, sanatkârdılar… Evet, hepsi kabul!.. Fakat aynı zamanda itiraf etmek lâzım ki, çok dar ve mahdut, pek yeknesaktılar.”
Aslında Karakurt’un söyledikleri 1932’de Hasan Ali Yücel’in Birinci Türk Dili Kurultayında Kapıkulu şiirine yönelttiği ‘suçlama’nın hafifletilmişidir. Aynı yıllarda Adülbâki Gölpınarlı Hoca, bütün hiddetiyle Divan Edebiyatı Beyanındandır’da (1945) Kapıkulu şiirine gürzünü indirmektedir! Karakurt, resmi ideolojinin bakışını tekrar etmekten başka bir şey yapmamaktadır. Çünkü Devlet’in mebusudur ve o ideolojinin sözcüsü ve temsilcisidir.
Zaten Dağları Bekleyen Kız’da ‘Doğu olayları’ (!) vardır, Devlet’e başkaldırmış ‘eşkıya’ tenkil edilmektedir! (Doğan Hızlan, altına 1977 yılını yazdığı bu yazıda ‘Kürt’ sözünü kullanamamaktadır; çünkü Devlet’in dilinde o yıllarda ‘kart kurt’ vardır!)
Hızlan, aynı yazıda ‘Afrodit’ davasında Karakurt’un savunmasındaki başarıyı över. Ayrıca bu ‘müstehcenlik’ davasının o günlerde (1940) büyük yankı uyandırdığını söyler: “Cumhuriyet sonrası düşünce özgürlüğünün yerleşip yerleşmediğinin belgesi bu dava olacaktı. Cumhuriyet, Akşam, Tan bu davaya ağırlık verdiler” der Doğan Hızlan. Ama onun gözünden kaçan önemli bir nokta var: İkinci Dünya Savaşı bütün şiddetiyle sürmektedir ve gazeteler hükümetin bildirileri dışında bir şey yazamamaktadırlar. Bu durumda ‘Afrodit Davası’ elbette öne çıkarılacaktır! Kişiler ‘birey’ olamadıkları, ‘kapıkulu’ kaldıkları içindir ki Devlet’in boyunlarına astığı davulu tokmaklamaktadırlar!
Doğan Hızlan, beğenisi geniş bir eleştirmendir; sadece ‘beğendiği/zevkine vardığı’ eserler üzerine yazdığına göre, tanıdığı bütün şairlerin ürünlerini beğeniyor. A. Kadir’in Mutlu Olmak Varken’i üzerine yazıyor:
“Sağlam bir dünya görüşünün, bu dünya görüşünde tutarlı bir yere oturtulmuş insan sevgisinin içerik olarak bulunduğu bir şiirin biçimi de büyük değişiklikler taşımıyor, her an yenilik rüzgârından sarsılmıyorsa, gelişim ve değişim sözcüklerinin gereği yoktur. Kullanılmamalıdır. A. Kadir böyledir. İlk mısraından son mısraına kadar aynı ustalık düzeyini sürdürmüştür. Çok küçük biçim gelişmeleri yapmıştır, bunu da rötuş olarak nitelemeliyiz.”[5]Hızlan’ın her esere sevgiyle yaklaştığını söylemiştik; eleştirmen, dünya görüşü olarak A. Kadir’le hiçbir yakınlığı olmadığı halde ‘sağlam bir dünya görüşü’ diyebilmekte, onun ürünlerini ‘ustalık’la nitelemektedir. Oysa A. Kadir’le aynı dünya görüşünü paylaşan Şükran Kurdakul da A. Kadir’e sevgiyle yaklaşsa da onu ‘ustalık’la nitelemez[6]. İdeolojik ‘öğrencisi’ olan Ahmet Oktay ise “A. Kadir şiir yazmayı hep sürdürmüş olmasına rağmen, asıl görkemli çabasını çeviri alanında göstermiş ve dilimize çok değerli yapıtlar kazandırmıştır.”[7] diye bir değerlendirme yaparken, A. Kadir’in çevirilerinin şiirlerinin önüne geçtiğini söyler.[8]

Gerçeği gizlemek mi, bilmezlikten gelme mi?

Hızlan’ın “Bir Cezayir Menekşesi Bir Fayton, Bir Kınar Hanım” yazısına biraz yakından bakalım: Hızlan, Ece Ayhan’ı övmek için dağarcığında bulunan olumluluk çağrıştıran hemen hemen bütün sözcükleri kullanmış; ama onun asıl belirleyici özelliği olan muhalif ve sivil sıfatlarını ondan esirgemiştir.
Ece, ‘tarihi kurcalayan’ bir şairdir; verili/resmi tarihi tersinden okur. Bu nedenle Ömer Lütfi Barkan, İdris Küçükömer, Şerif Mardin, Mete Tunçay ve İsmail Beşikçi gibi biliminsanlarına değer verir. Bu da şairin “Evet, gerçekten, eğer şair şairse, yarısı tarihçidir! Yani şiir ve tarih, bu uslu ve halim selim Anadolu’da iç içedirler![9] şeklinde düşünmesinden kaynaklanır.
Ece, Tarih’i büsbütün sarışınların, yani iktidar olanların yazdığını söyler. Bu bakımdan resmi tarihi tersinden okuyarak farklı vargılara ulaşır. Oysa Doğan Hızlan, sarışınların yazdıkları tarihin sözcüsüdür. Ece için Şiir malzemesinden, şiiri oluşturan kaynaklara, diline kadar kendine özgü bir yapısı vardır”[10] der demesine de Usta’ya sormak gerekir: Bu cümle hangi büyük şair için söylenemez?
Hızlan, bu yargıya varırken, örneklemeye başvurmamaktadır. Bu nedenle de yargısı soyut kalmaktadır. Bütün büyük şairlerin dili ‘kendine özgü’dür! Bu özgü nereden kaynaklanıyor, işte onu izah etmek gerekir.[11] Hızlan Usta işte bu noktada ayrıntıdan kaçındığından yargısının inandırıcılığını yitirmektedir.
Hızlan “Bir Cezayir menekşesi, bir Fayton, bir Kınar hanım bizde yarattığı çağrışımlarla tarihin bir sayfasıdır.” derken, onun, bu çağrışımın nereden kaynaklandığını açıklamasını beklersiniz doğal olarak. Zaten “Fayton”, yazının başlığında da geçmektedir. Yazıyı bütünüyle okursunuz; ama hiçbir açıklamaya rastlamazsınız! Kınar Hanım’ın kim olduğunu Doğan Hızlan’ın bilmediğini düşünemiyorum.
Kınar Hanım, (1876-1950) ‘Türk’ tiyatro tarihinde sahneye çıkan ilk ‘Ermeni’ kadınlarımızdan biridir. Ece Ayhan için önemi, resmi tarihin dışına itilmişlerden, ‘öteki’leştirilmişlerden biri oluşudur. O da “Fayton”da ‘ablam’ diye sahiplendiği dışlanan kadın gibi sahiplenilmesi gerekenlerdendir.
Fayton” Ece’nin ünlü şiirlerinden biri; şiirimizde benzeri olmayan bir ağıt. Onu benzersiz kılan, ağıt kavramına bir yenilik getirmesidir. Bu yenilik, gözyaşının, yürek paralayan acının uzağında olmasından, duyarlı okuru derin ve ince bir hüzne gark etmesinden kaynaklanır. Daha önce şöyle bir değerlendirme yapmıştım: Çok az olan lirik şiirlerinden biri olan ‘Fayton’ (1958), onun Çankaya›dan dışlanan ve böylece onuru çiğnenen Atatürkün sevgilisi Fikriyenin intiharından nasıl etkilendiğini ortaya koyar. Fikriyeye «ablam» der; çünkü Fikriye, dışlananlardandır. (Ece Ayhan, benzer kökenlerden gelen kişilere de birinci tekil kişi iyelik eki getirerek seslenir.)
(“Fayton”da iki kez geçen ‘cezayir menekşesi’ imgesi Aragon’un “Gözümüzün önünde ölür Cezayir menekşesi ezgiler/ortalıktan çekip gider”[12] dizelerinden mülhem olabilir mi?)
Fikriye ‘ablam’ın intiharını resmi ideoloji uzun yıllar gizlemiştir. Bilenler de ağızlarını açmamışlardır. Hızlan yazısında şu tespitte bulunur:
“Ben Ece Bey tarihini yeğledim gençliğimden beri. Doğrular boyuna ondan boy atarlar da ondan: Devlet ve şairleri, iki kaşık gibi iç içe uyurlarken/ Geldiği kapkara denize Karpiç’ten gönderilmiş bir gemi.”
Burada Hızlan, Ece Ayhan’ın tarih yorumunu benimsediğini söylemiyor; o, Ece Ayhan’ın geçmişini, gelişimini yeğlemiş oluyor. Ece Ayhan’ın baktığı yerden baksa okuru ‘devlet şairleri’ konusunda bilgilendirmekle kalmaz, Karpiç’in ‘sosyal bürokrat’ların yemek yediği, o dönemin lüks lokantası olduğunu da söyler ve burada ‘zıkkımlanan’ yöneticilerin İstanbul rıhtımına yanaşan, Nazi zulmünden kaçan 800 Yahudi’nin çığlıklarını duymazdan gelmelerini de lanetlerdi, Ece Ayhan gibi!

Fayton”u, resmi ideolojinin bir profesörü de şöyle yorumluyor:
“Fayton şiiri, yalnız yaşayan, çiçekleri, eski plaklarıyla yalnızlığını gidermeye çalışan ve intihar eden bir kadının ölümünü, şairin onun ölümü karşısındaki duygularını, kadının yaşamıyla ilgili dokunuşlarla anlatmaktadır.”
Yazarımız devam ediyor: “’Sahibinin Sesi gramofonlar’ 1925-30’lu yılları yansıtan, o yıllarda yetişip yaşlanmış bir kadının yaşadığı yalnızlığın verdiği karamsarlığı duyurmakta, ‘çiçeksiz çiçekçi dükkânı’, ‘tüllere sarılı mor Karadağ tabancası’, şairin ‘son üç gecedir hiç intihar etmemiş olması’ intihar-ölüm konusunu belli özneye bağlamadan sezdirmektedir.”[13]Oysa Ece, Aksan’ın kitabından on bir yıl önce şiirin gizini açıklar: “Fayton şiiri Ankara’da çıkan Pazar Postası’nda 1958 sonbaharında yayımlanmıştı. (…) 1962’de Ankara Radyosu’nda yaptığı bir konuşmada şiiri ‘yeni ve anlamlı’ bulduğunu söylemiş. Ahmet Muhip Dıranas acaba Bizans’ta İlya’nın arabasıyla birlikte göğe çıkması yortusunu biliyor muydu, diye düşünmüşümdür hep. Çankaya’da Fayton içinde intihar eden Fikriye Hanım olayını bilebilir bakın. Ankara yıllarla bu olayla çalkalanmıştır ve Fikriye Hanım Atatürk’ün sevgilisidir.”[14]Bu konuşmanın 1994’te yapıldığı yazılıdır altında. Diyelim ki konuşma Aksan’ın gözünden kaçtı; ama bunun alındığı kitabın gözünden kaçması söz konusu olamaz.
Doğan Aksan’nın gözlerini resmi ideoloji kapatmasaydı, Fikriye Hanımın intiharının şiire mülhem olduğunu söyleyecekti. Zaten Ece Ayhan “Sahibinin Sesi gramofon”unu mecaz olarak kullanmıştır. Gramofonun çalışması, zembereği kurması için bir kol vardır. İşte bu ‘kol’ devlettir ve ‘sarışın sosyal bürokratlar’ı kurmakta, onlar da devletin ideolojisini seslendirmektedirler. Şair, o dönemin bu ünlü markasından hareketle, Devlet’i ve devletperestleri müthiş bir biçimde eleştirmektedir. Sosyal bürokratların görevi de dikkati başka tarafa çekmek için ‘Kuşa bak’ numarası çekmektir.

Kavram karmaşası neden yaratılır?

dogan2
(Fotoğraflar: Kadir İncesu)

Yazarken, konuşurken Devlet sizi çeşitli yollara başvurarak ‘devlet dili’ kullanmaya zorlar. Sözgelimi trafik kazasında ölen polis ‘şehit’ olur. (Ağaoğlu’nun inşaatından düşüp ölen işçi hiçbir zaman ‘şehit’ olmaz!) Bir üretim biçiminden daha ileri bir üretim biçimine geçmek olan devrim şapka değişimine terim yapılarak yozlaştırılır. Sosyalist sözcüğü de toplumcu oluverir.
Türkçe Sözlük’e bakarsak: “toplumcu is. ve s. Toplumculuktan yana olan (kimse veya görüş), sosyalist.” Şimdi bu ‘terim’in kullanımına bir bakalım:
“[Oktay Rifat’ta] Toplumcu şiirin insanı doğanın içinden uzakta tutan tavrı, insanı yalnızca bir kavganın içinde var ettiği anlayışı yok.”
Doğan Hızlan, burada sosyalist gerçekçi şiirin ‘doğadan kopuk’ olduğunu söylüyor. Yani sosyalist gerçekçi şiir sadece sınıflar arasındaki kavgayı, grevleri, faşistlerce öldürülen yoldaşlarının acısını anlatır. Hızlan’ın,
Billur ırmakları var,
Buzdan kaynakları var,
Ne hoş toprakları var,
Gezsen Anadolu’yu.

gibi manzumeleri kastetmediği açık. O, Oktay Rifat’ın Çobanıl Şiirleri’ni işaret etmiş, böylece onların önemine dikkati çekmiş olur. Oysa bunca yazısında hakkında bir yazı ayırmadığı Nâzım’ın “Masalların Masalı”nı görmezlikten gelir:
Su başında durmuşuz.
Su serin,
Çınar ulu,
Ben şiir yazıyorum.
Kedi uyukluyor
Güneş sıcak.
Çok şükür yaşıyoruz.
Suyun şavkı vuruyor bize
Çınara bana, kediye, güneşe, bir de ömrümüze…
Bunun nedeni şairin “Ayva sarı nar kırmızı sonbahar” gibi ucuz, kolay çözülen bir mecaza sarılmayıp ‘doğanın diyalektiği’ni aktarmış oluşudur.
Hızlan’ın Kitaplar Kitabı, yeni baskıda ayrışmaya uğrar. Sözgelimi Şiir Çilingiri’ne sadece şairler ve kitapları hakkında yazdıklarını alır. Hatta şairin, şiir kitabı dışındaki bir eserini tanıtıyorsa, onu da bu kitaba almaz. Örneğin Şükran Kurdakul’a ilişkin iki yazıdan Türk Edebiyatı Tarihi üzerine yazdığı tanıtımı buraya almaz!
Hızlan, kitaplarının kapağına eleştiri yazdırsa da bu ‘gazete yazıları’ sınırlı boyutta olduğu içi tanıtımdan öteye geçmiyor. Yazılı İlişkiler’in kapağına inceleme, deneme, eleştiri yazdırmış; bu kitapta tanıtımın yanında denemeler varsa da eleştiri yoktur. Zaten Hızlan amacını kitap okutmak, sevdirmek olarak koyunca, gazete köşesinde yazmak durumunda olduğundan başka bir yaklaşım gösteremez.
Yazar, “sevgiyle yaklaştığım kitapları aldım. Beğenmediğim nice kitabı yayımlanmamış saydım” diyordu. Şiir Çilingirinde 48 şaire yer vermiş. (Bu şairlerden ikisi dışında hepsi Kitaplar Kitabı’nda var. Sonradan okuduğu Sina Akyol’un İkindi Kitabı’nı tanıtmıştı. (Bu kitaptan önce Akyol altı kitap yayımlatmıştı!) Sayılamayacak kadar çok kitabı olan Özdemir İnce’nin farkına, şairin Hürriyet’te köşe yazmasından sonra farkına varır.
Doğan Hızlan, şiire dışarıdan bakmadığı için, konumu gereği geniş gönüllü olmuştur. Tahsin Saraç için, “Saraç, yalın söyleyişinin ardındaki açık bildirisi ile şiirimizin önde gelen bir adıdır. Ne var ki, ilk şiir kitabından bu yana Saraç, özündeki sağlamlığın yanı sıra söyleyişinde de aşamalı bir ustalığı tamamlamıştır.”[15] diyebilmektedir. Oysa Tahsin Saraç’ın şiirini okumak tahammülü zorlar! Hızlan, projektörünü yaşayan şairlere yöneltmiş, bu nedenle Ahmet Haşim’e, Yahya Kemal’e, Nâzım Hikmet’e sayfa ayırmamıştır.
80 yıllık ömrünü sanata vakfeden Doğan Hızlan Ustaya, sağlıklı nice günler dilerim.

[1] Doğan Hızlan, Şiir Çilingiri, YKY, İstanbul, 2010, s. 9
[2] Doğan Hızlan, Kitaplar Kitabı, YKY, İstanbul 1996, s.13
[3] Age, s. 172
[4] Doğan Hızlan, Yazılı İlişkiler, Altın Kitaplar Yayınevi, İstanbul 1983, s. 19
[5] Doğan Hızlan, Kitaplar Kitabı, s. 13
[6] Şükran Kurdakul, Çağdaş Türk Edebiyatı Cumhuriyet Dönemi, Broy Yayınları, İstanbul 1987 s. 248
[7] Ahmet Oktay, Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1993, s. 256.
[8] Ahmet Oktay’a bunu hatırlattığımda Şiirinin iyi olmadığını nasıl söyleyeyim; o benim ağabeyim, hocam!demişti. Doğan Hızlan’ın da belirttiği gibi A. Kadir’in şiirinin arkasından ‘silueti’ görünmüştür!
[9] “Tarihe Bakarsanız Anlarsınız”, Özgür Gündem, 25 Haziran 1992
[10] Yazılı İlişkiler, s. 239. Aynı sayfada Çoğu eleştirmenler onun şiir dili için Ece Ayhan’ca deyimini kullanmışlardır. Gerçekten de bu deyim, dilin şiirdeki vazgeçilmez işlevini vurgulaması bakımından doğrudur derken Arapça ‘ifadeyi’ kullanmaktan kaçınırken, Türkçe ‘deyim’i kullanması yanlıştır. Deyim ‘tabir’in karşılığıdır! (Bir dalgınlıktır, diyemiyorum. Aynı yanlışı şu cümlede de tekrarlıyor: “Her tema’nın, her konunun, başka deyimle her içeriğin, bir sözlüğü vardır.” Şiir Çilingiri, s.201, “Külebi’nin şiir çizelgesinde zamansızlığın dışına…”da vurguladığım sözcük yerine çizginin kullanılması gerekirdi. (Age, s. 1329) Hızlan, aynı sayfada ‘söyleyiş biçimine’ demektedir. Oysa –İş eki zaten ‘tarz, biçim’ anlamı katar. Bu durumda ‘biçiminde’ sözcüğü gereksiz olur: Benim yârim gelişinden bellidir. Ayrıca çoğu eleştirmenlerde çoğul ekinin kullanılması da bir başka yanlıştır; çünkü çokluk bildiren sözcüklerle belirtilen adlar çoğul eki almazlar!
[11] “Kendine Özgü” eleştirimizin/kitap tanıtımlarımızın ‘klasikleşmiş’ bir kalıbı durumuna gelmiştir. “Dağlarca, kendine özgü cümle yapısı, yoğun sözdizimiyle Hollanda’yı anlatırken…” derken ‘sözdizimi terimini de yanlış kullanmaktadır. ‘Nahiv/sentaks’ yerine önerilen sözdizimi “bir cümleyi oluşturan kelime türlerinin arasındaki ilişkileri inceleyen dil bilgisi kolu, cümle bilgisi” diye tanımlanmış Türkçe Sözlük’te. Bahar Dervişcemaloğlu da Göstergebilim Sözlüğü’nde bu terimi şöyle açıklıyor: Cümlelerin yapısını inceleyen dal; Morris’in tasnifine göre göstergebilimin, göstergeler arasındaki biçimsel ve yapısal bağıntıları inceleyen dalı. Bütün dillerin gramerleri, çeşitli sözdizim kurallarını içerir. Bir cümlenin anlamı, büyük ölçüde onu oluşturan kelimelerin anlamına bağlıdır ancak cümlenin yapısı da anlama katkı sağlamaktadır. Bazen kelimelerin sıralanışı anlamı değiştirebilir. Mesela ‘Ahmet, Selim’e hediye verdi’ cümlesiyle ‘Selim, Ahmet’e hediye verdi’ cümlesinin anlamı aynı değildir. Bununla birlikte sıralanmış ve anlamlı kelimelerden oluşan bir dizim, anlamsız da olabilir. Buna göre her cümle, kelimelerin bir dizimidir ancak her kelime dizimi bir cümle değildir”. Bu durumda ‘yoğun sözdizimi’ ne demeye geliyor?
[12] Louis Aragon, Aşk Şiirleri, Haz. Fahri Özdemir, Kırmızı Yayınları, İstanbul 2006, s. 49.
[13]     Prof. Dr. Doğan Aksan, Cumhuriyet Döneminden Bugüne Örneklerle Şiir Çözümlemeleri, Bilgi Yayınevi,   Ankara 2003, s. 151.
[14] Ece Ayhan, Sivil Denemeler Kara, YKY, İstanbul 1998, s. 11.
[15] Şiir Çilingiri, s. 182.

diğer yazıları