yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

EMEL İRTEM: YAZARKEN ÇOĞUNLUKLA KEYİFSİZ DEĞİLDİM

SÖYLEŞİ: BETÜL DÜNDER

Türkçe şiirin doksanlarından ve sonrasından söz açıldığında şair kadınların nicel olarak çoğaldığına ve şiirimizde yeni bir nefes olduğuna dair artık ortaklaşılmış söylemlerle karşılaşmaktayız. Eril tahakkümün en fazla hissedildiği bir yazın türü olarak şiirde kadınlar; dil bağlamında kendi deneyim alanlarından ve kadınoluştan yola çıkarak yazdıkları şiirlerle modern şiir antolojimizde haklı ve geç kalmış yerlerini almaya devam ediyorlar. Kadınlar devralınan geleneği özellikle dil bağlamında eğip bükerek yeni bir oluş yaratmaya çalışıyor edebi kamuda ve dilde. Bunun en dikkate değer örneklerini veren şairlerden biri de Emel İrtem. Uzun bir zaman aralığından sonra okurunu Hu! ile selamlayan İrtem’in poetikasına dair, şiirini kurarken ‘yaşamak yazmaktır’ gibi, irticalen söyleyişinde de barınan şiiri kağıtta biriktirdiği bir toplamla karşılıyoruz.

“Ben dünyanın kendi etrafında dönerken çıkardığı ses olarak ve her gün kapıyı açtığımda daldaki kuş duvardaki karınca olarak benimsiyorum.” diyor Emel İrtem Hu! için… Dünyaya, içine, doğaya, evrene ve bicümle kendiyle birlikte her şeye bir sesleniş onunki… İrtem’in okurunun tanıdık olduğu ironik dilin, sözcüklerin kendi değerini bile sorgulamaya açtığı, kavramsal olanı kimi yerde ters yüz ettiği, günceli kadim medeniyetlerin bıraktıkları ile harmanladığı bir şiirle bütünlediği son kitabı Hu! vesilesiyle konuştuk.

Yeni şiir kitabın yaklaşık sekiz yıl sonra geldi ve okurunu sevindirdi. Kitap üzerine Gazete Duvar’da yazan şair Enver Topaloğlu’nun doksanlar şiirine dair yaptığı bir tespit ile başlayım istiyorum. Doksanlar kendinin şiirini” yazan şairlerin önünü açmıştır. Derken, şair kadınların ve anadili Kürtçe olup Türkçe yazan şairlerin nefeslerinin şiirimize yoğun olarak katıldığına işaret ediyor bir yandan. (Bilinen) ilk kitabın Orhan Murat Arıburnu Şiir Ödülü’nü de alan Divaneliğe Dönen Pergel 1999 yılında yayımlanmıştı. Oradan bugüne doksan kuşağının içinde anılan bir şair olarak sende ve şiirde neler oldu?

Yeri gelmişken şunu bir açayım mı? İlk kitap olarak geçen Divaneliğe Dönen Pergel 90’lı yılların sonunda çıktı ama aslında ilk kitabım değil. İlk kitabım 1993’te yayınlanan ama yayıncıyla bir anlaşmazlık sonucu dağıtıma girmemiş olan Gittik Yaşayanlardan Biri Gibi. Böyle olunca benim ilk kitabım hiç olmamış oldu. Şimdi soruna döneyim, Enver yazısında bence doğru bir tespit yapıyor. 90’lı yıllar bir nebze olsun ülkenin nefes aldığı yıllardı. En azından ülkenin batısında böyleydi. Doğusu ise bir cehennemi yaşadı. Bu dönem gençliğimize denk düştü. Üstelik Beyoğlu’ndaydık. Cihangir’de oturuyordum. Her gün tiyatroların sinemaların kültür merkezlerinin önünden geçiyordum. merakımı tatmin edecek her şey yolumun üstündeydi. Hepimiz için böyleydi. Her şeyin imkân dahilinde olduğu bir zaman aralığı… İstediğini giyip dışarı çıkabilirsin, kendin olduğun kadar direnirsin. Lafı fazla uzatmayayım “Grunge” zamanı. Moda imaj derdin yok fakat moda derdinin olmaması da sonunda modaya dönüşüyor işte. Bizden evvelkiler yaralı iyi bir hatıraları yok. Kendin ve öncekilerin kötü hatıraları arasında kalınca kendi hatıralarını seçersin tabi. Sonuçta şiir de bunun üstüne inşa oldu. Edebiyata hepimiz inandık. Edebiyatın toplumu dönüştüren dinamiklerden biri olduğuna, bir ateş parçası, vahşi bir deha olduğuna. Kendimizi göstereceğimiz bir alan değil de dilin görkemiydi yazılanlar. Bir çağrı gibiydi. Kendi adıma böyle hissediyordum. Gene de bütün bunlara rağmen yazdıklarımızı yayınlatabileceğimiz dergi sayısı çok azdı. İnternetten pek bahsedemeyiz. Daktilomuz var ama. Eskiden alan dardı. Şimdi ise alan olsa da öyle kalabalık ki gene dar. Bu nedenle farklı şeylere yöneliyorlar. Deneysel pek çok çalışmayla karşılaşıyoruz. Belki ileride bütün disiplinler tek bir yerde toplanacak ve sadece bir sanat dalı olacak, bunu bilemeyiz. Sanki bu yolda bir çaba var. Takip edip ne olduğunu nereye varacağını anlamaya çalışıyorum. Ben de dönüşüyorum bu akan zaman içerisinde. Ama dönüştüğüm yahut hedeflediğim şey aslında ilk halim. Eninde sonunda hepimiz kendi etrafımızda böyle iç içe fasit daireler çizeriz. ilk kitaba ve oradan da her şeyi ilk gördüğüm hale doğru rotamı çizmek isterim. Şimdilik böyle…

Benim de çok severek andığım kimi şiir kitapları var aklımda, ara ara döner durur bir ses olarak kafamın içinde hiç olmadık zamanlarda. Öyle tesirlidirler. Hu! içinde sosyolojik, varoluşsal anlamlar toplamış küçücük bir sözcük; diğer yandan oldukça cüsseli. Ben ilk duyduğum andan itibaren onun seni ve şiirini temsil edebilecek bir isim olarak sevdim. Seni Hu!’ya götüren bu seslenişin sosyolojik, inançsal ve folklorik bağlamları üzerine bir şeyler söylesen…

Çok anlamı var Hu!’nun. Dünyanın dönerken çıkardığı sestir. Allah’ın Allah olmadan önceki adıdır. Nefestir, O’dur, ibadettir, selamdır sesleniştir. Bu iki harfin bu kadar kapsayıcı ve zengin anlamları barındırması çok büyülü. Kitabın adını “hu” koymaya karar verdiğimde başka var mı bu kadar kısa kitap ismi diye düşündüm. Asaf Halet’in He’si geldi aklıma. Hu he böyle gitsin bakalım deyip adını verdim. Yayıncım ile yazıştığımızda isminin kısa olduğunu ve internet ortamında sıkıntılı olabileceğini yerine başka bir isim düşünüp düşünemeyeceğimi sordu. Ben de azın çok olduğunu haiku yazan şairden başka kim anlayabilir minvalinde bir iki kelam ettim. Adını olduğu gibi bıraktık.  “Öleyazmak yahut yaz bana iyilik” şiirinde hay ile şiir başlar bütün içkileri içtikten sonra hu ’ya gidip biter. Ardından “Hu ile Ah”, “Yahu”, ve en sonunda “Hu!” ile bu macerayı devam ettirmişim. İlk şiirlerden itibaren içim sönmemiş olacak ki böyle tuhaf bir rota çizmişim. Onu da Ahmet Günbaş internette bir yazısında hatırlatmış oldu… Çok farkında olarak yaptığım bir şey değil. Zihnimde dolanıyor ondan oluyor. Diğer taraftan, her gün işittiğim duyduğum bir ünlem. Yan apartmandaki balkondan biri sesleniyor işte Huuu…ve hemen karşılık buluyor. Bütün bunlardan ayrı kalenderiliğin merkezi bir külliyeyi mekân tuttuysan geçmişin o zikir seslerini de her an işitmen olasıdır. Rüzgârla karışıp gelir. Yaprak hışırtısıyla gelir su sesiyle gelir. Ben dünyanın kendi etrafında dönerken çıkardığı ses olarak ve her gün kapıyı açtığımda daldaki kuş duvardaki karınca olarak benimsiyorum. Pek sosyolojik değil ama Samanyolu’nda belki gezegenler dönerken birbiriyle konuşup huu! komşu fazla yaklaştın yörüngeden çıkma diyorlar belki birbirlerine kim bilir?

Hu! üç kapıdan bizi geçiren bir kitap. İlk kapı/Plato, İkinci Kapı/Koyak ve Üçüncü Kapı/Kesafet. Okur ilk kapıdan geçtiğinde hu” ile karşılanıyor, “çöp ve bilgi” ile çıkıyor. İkinci kapıda bekleyen kar suçu” çıkışta yırtılmadan önce” var. Üçüncü kapı “küme düşmek” le açılıyor ve en nihayetinle “emel-hak!” ile bütün kapılar kapanıyor. Kitabın isminden başlayarak düşününce kapılar mes’eline vardı zihnim. Bilemiyorum yanlış bir okuma mı ancak bir kapıyı eksik bıraksan da ben “emel-hak” ile ihsan-ı kâmil” e varmış bir şairle okurun karşı karşıya olduğunu kavrayacağını duyumsadım. Ne dersin?

Yok yanlış değil. Kitap birkaç tanesi hariç son yıllarda yazılmış şiirlerden oluşuyor. Böyle olunca dosyada bir bütünlük oluşturmak genelde zor olur. İmge, fikir ve duygu birliğini bu kapılar vasıtasıyla sağladığımı düşünüyorum. öyle sanıyorum ki geçişi kolaylaştırdı. Ben şiirin kolay okunmasını, okunurken keyif alınmasını istiyorum. Düğün bayram yeri değil elbet ama okura da haksızlık etmek istemem. Çünkü yazarken çoğunlukla keyifsiz değildim ben.

Kitaptaki 25 şiirin yazıldığı tarihleri ve şehirleri not düşmüşsün. Bu zaman cetveli ve konum bilgisi; zaman algısı/mekânın poetikası gibi yan kavramlarla şiire sızıyor gibi hissediyorum ben. İki şiir hariç tüm şiirler 2015-2019 aralığında kaleme alınmış. Bahsi geçen iki şiirden biri 2005/Caddebostan’ı diğeri 2006/Mardin’i gösteriyor. Belli ki o yıllarda İstanbul kapısından çıkmadan yazdığın son şiir ile uzun yıllar kaldığın Mardin’in kapısına iliştirdiğin ilk şiiri de dışarıda bırakmak istemedin. türkçe’den kalbe” şiirinde böyle olsun istemedim/dünyamı bulamadım/olmayanın izinde/bi şaşkıncık yol oldum” diyorsun. Bütün bu zamanlarda yuvadan çıkmalar, yuva kurmalar, yuvayı dağıtmalar, yeniden ilk yuvaya dönmeler…Bütün bunlar bir şaşkınlık olabilir mi?

Son 8 yılda bile 4 ev değiştirdim en uzun süre oturduğum evde 6 yıl kalmışım. Sıkıldığımdan değil biraz o da var elbet ama daha çok şartlar bunu gerektirdi. Kim bilir belki de şartları da ben şartlandırdım. Sonuçta harekette bereket olduğuna inananlardanım.  Alışkanlık kurtarıcı olsa da konfor alanları zihnimize ve hayatımıza zarar veriyor. Çok alışmamak lazım. İşte nihayetinde dönüp dolaşıp başladığın yere varıyorsun. Aynı insan değilsin tabi. İşleri bu zorlaştırıyor veya kolaylaştırıyor. Bir çeşit kendinin yabancısı olmak. Yahut aşinaya yabancı olmak diyebiliriz. O şiirde olup biteni yazmaya çalıştım. Bir gün çok daha kısa yazmak istiyorum. Bütün şiirlerimin hepsini tek ve küçük bir şiirde özetlemek ne güzel olurdu.

Dünyanın bir can pazarına döndüğü bir yılda, pandemi koşullarında 2020’nin son ayında geldi Hu!. güzel gece” de beni bir kuyudan aşağı attılar/sonsuz uçuşun karanlığına tamamladılar/güzel bir şey vardı unutarak vurdular/bense hatırlıyorum her şeyi/ güzeldi gece” dizeleriyle bitiyor şiir. Şair özneden, Yusuf’a, ordan kardeşliğe, ihanete, sana, Yusuf’a, şair özneye bu sarmalla okudum şiiri. Oradan döndüm şu dizelere: aldatılmış olmakta bir zafer yok/kandırılmış olmakta da öyle/ip atlamak gibi şeyler var/durduğunda ayaklarını acıtır ip” (küme düşmek ’ten) Salgınla bizi biz yapan birçok eylemden muaf bir halde sadece hayatta kalma ilkesine dayanarak yaşadığımız yaklaşık bir yıl boyunca şiirlerinden ödünç alarak sorayım ‘neleri hatırladın’ ‘neleri düşledin’ ‘ayakların acıdı mı?’…yine sen diyorsun: varlık ve yokluk ikisi de ihtiyaç” (sf. 44)

Salgının hemen öncesini birlikte geçirdik etkinliklerle “iyi ki” avuntum bu. Elbette pandeminin bir an önce bitmesiydi dileğim.  Kendim için fazla kaygılanmadım. Mesleki deformasyonun bir sonucu. Ama portör olmamak için dikkatli davrandım. Daha çok kasabadaydım. Küçük yerlerin dışarı çıkma olanakları şehirden daha fazla. Bahçenin kıymetini bir kez daha anladım. Dağ bayır dolaştım. Ve ihtiyarlığın nasıl hızlı ilerlediğini gördüm büyüklerde. Gençlikte sağlık için bir şey yapmıyorsan yaşlılıkta da onu talep edemiyorsun. Kendimize o kadar uzun ömürler biçmediğimiz için pek dikkatli olmadık. Ama bu salgın kendi bedenlerimizi hatırlattı bize. Salgının ilk döneminde internette şöyle bir şey okumuştum “kim bilir belki insanlar hastalığın kendisidir de virüs bir aşıdır dünya için” diyordu. İnsanların yokluğunda canlanmaya başlayan doğayı görünce hak vermemek mümkün değil. Yıkıcı yağmacı canlılarız biz. Her şeyi tanımlayabiliyoruz iki vida sıkıyoruz kredi kartı kullanıyoruz diye yeryüzünde diğer canlılardan daha fazla yaşama hakkımız olduğunu iddia etme küstahlığımız 90 nanometre çapında bir virüs tarafından iğdiş edildi. Güzel olan her yere yerleşip orasını ehlileştirmek, mülk edinmek, sahiplenmek hevesiyle ormanları, patikaları, bayırları yok edip coğrafyayı kendimize göre şekillendirdik. Şimdi kaçacak yer bulamıyoruz.

Bir sağlıkçı olarak bu süreci hayatları kolaylaştırmak yerine zorlaştıran yaptırımlarla, hastalık arasında sıkıştırılmış, yitip gitmiş onca sağlıkçı için de üzülerek geçirdim. Nihayetinde bu bitecek. Yerini başka dertlere bırakacak, acılı umudundayım. Şehir merkezinde yürürken tenhalığa bakıp herkesin iç içe, cıvıl cıvıl olduğu o kalabalık günlerin nasıl olup da bu kadar geride kaldığına şaşırıyorum, derken o büyük felaket, atom bombası atıldıktan sonra kurtulanlardan biriyle yapılan söyleşi aklıma geliyor; daha dün diyor, herkes oradaydı. Balık satanlar kumaşçılar temizlikçiler öğrenciler. Birden herkes yok oldu… Felaketlerden sonra olan bu işte. Aniden yok oluş. Aradaki basamakları atlatarak bizi direkt yok oluşa ışınlayan hakikat. Depremde yahut 112’de çalışırken tanık olduğum felaketlerdeki beyhude zamanı öne alamama hayal kırıklığı. Gücümüz ona yetmiyor. Ama yenilerinin yaşanmasını engelleyebilir doğaya ve insana karşı zorbalığın önüne geçebiliriz yeterince ahmak değilsek. Önümüzdeki yol ayrımı bu. Her şey olup bittikten sonra hangi yolu tercih edeceğimiz dünyanın yuvarlak mı dikdörtgen mi olduğunu da şüphesiz bize gösterecektir. Bulunduğumuz yerden sadece yıkıma bakarak anlamamız mümkün değil. Artık kanıtların formüllerin ne anlama geldiğini bilmiyoruz. İçe bakan gözlerimiz kör hayal gücümüz hasta.Ama insan da mucizevi bir varlık. Bugün yaşananların edebiyattaki güçlü yansımaları pek çok şeyi değiştirebilir.

diğer yazıları