yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

EMİN KARACA’NIN ARDINDAN

Korona salgını ortamında, hele bir de “sokağı çıkma yasaklısı” olununca dostların, arkadaşların nice olduklarından neredeyse haberimiz olmuyor. Telefonlaşma, e-posta bir yere kadar imdada yetişiyor. Nitekim Emin Karaca’nın sonsuza göçtüğü haberini Semih Poroy telefonda verdi: “Tanır mıydın? Emin Karaca…” Önce biraz duraksadım, o duraksama anında Karaca’nın çehresi gözümün önüne geldi ve nedense rastlaşmalarımızı hatırladım ve “Tanırdım…” diyebildim. Yaşamı konusunda ne biliyordum ve ne zaman tanışmıştık?

Emin Karaca, 1949 yılında Denizli’nin Acıpayam ilçesinin Yatağan kasabasında doğmuş. Aydın’da lise öğrenimi görürken “solcu kitaplar okuduğu” gerekçesiyle 1967 yılında okuldan uzaklaştırılmış. Aynı yıl İstanbul’a gelmiş. Bâbıâli’de, 1946’da Türkiye Sosyalist Partisi’ni kuran Esat Adil Müstecaplıoğlu’nun yeğeni Orhan Müstecaplıoğlu’nun matbaasında çalışmaya başlamış. Bu sırada Hikmet Kıvılcımlı çevresinin yanı sıra basın ve gazeteciler dünyasıyla da tanışmış. 1971 yılının ilk yarısında Kavel Kablo Fabrikası’na laborant olarak işe girmiş. Bu kez, 1960 sonrası işçi hareketlerinde özel bir yeri olan söz konusu fabrikada işçi sınıfıyla doğrudan tanışmış. Bu süreçlerde toplumsalcı dünya görüşü doğrultusunda siyasal etkinliklere katılmış doğal olarak. 12 Mart 1971 askerî müdahalesinden sonra bu gerekçeyle tutuklanmış ve sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanıp hapis cezasına çarptırılmış. 1974’teki afla serbest kalmış.

Bu tarihten sonra Karaca’yı kalemiyle hayatını kazananlar arasında görüyoruz. Gazetelerde, edebiyat ve siyaset dergilerinde yazıları çıkmaya başlıyor. Bunlar çoğunlukla inceleme, araştırma ve değerlendirme ağırlıklı. Daha çok toplumsalcı siyasal hareketler ve olaylar, basın dünyamızın dünü ve bugünüyle ilgili çalışmaları var ama aynı doğrultuda edebiyatla ilgili çalışmaları da var. Bu tür çalışmalarının ilk verimi Hikmet Kıvılcımlı’nın Edebiyat-ı Cedide’nin Felsefesi adlı kitabı. Baskıya hazırladığı söz konusu kitap 1989’da yayımlanıyor ve arkası günümüze kadar sürüp geliyor.


Fotoğraf: Kadir İncesu

Buraya kadar Karaca’nın ana hatlarıyla yaşamöyküsü. Tanışıklığımıza gelince…

Tanışıklığımız Emin Karaca’nın hapisten çıkışından sonraya, 1970’li yılların ortalarına rastlar. Nerede tanıştık, nasıl tanıştık hatırlamıyorum ama çok genç yaşlarda yaşadıklarının, daha doğrusu çektiklerinin yorgunluğu, yılgınlıktan çok umut kırıklığının verdiği eziklik vardı üstünde. Buna karşılık alçak sesle ve hafifçe gülümseyerek konuşurken yaşadığı olumsuzlukların üstesinden gelebilecek biri izlenimi veriyordu. Beni asıl etkileyen saygılı davranışı olsa gerekti. Dost canlısı biriydi ama daha çok insan canlısı olduğu kesindi. Düşünce ayrılıkları ya da aykırılıkları olan kimselerle kalem çatışmalarına girmesine karşılık günlük hayatta onlara yine de saygılı davrandığını gördüm çoğu zaman. Karşı taraf işi küskünlüğe, tatsızlığa vardırmadığı sürece dost kalmayı yeğlediğini de biliyorum. Bütün bu olumlu tavırlarına karşılık, ne olursa olsun görüşleri ya da eleştirileri konusunda ödün vermediğini de biliyorum.

İkimiz de “Bâbıâli taifesi”nden olduğumuzdan, gazeteler ve yayınevleri bu semtten bir bir ayrılarak uzaklaşıp gitmeden önce Cağaloğlu’nda sık sık karşılaşır, ayaküstü söyleşirdik. Çoğu zaman bir edebiyat toplantısında ya da etkinliğinde, bir açıkoturumda, bir söyleşide birlikte olmuşuzdur. Edebiyata karşı duyduğu ilgide, edebiyata ayrıcalık tanımasında toplumsalcı dünya görüşünü edebiyat yoluyla benimsemiş olmasının etkisi olsa gerekti. Gazeteci sayılmasına karşılık edebiyat çevrelerince benimsenmiş, dahası önemsenmiş ve bir edebiyat insanı olarak görülmüştür.

Dünya görüşünün belirginleşmesinde edebiyatın etkili olmasının yanı sıra ve elbette okuduğu kuramsal kitapların, kendisinin de bir emekçi olarak yaşadığı işçi çevrelerinin ve “eski tüfekler”in bulunduğu solcu çevrelerin de etkisi olduğu kesin. Bu çevrelerden biri de çalıştığı Kavel Kablo Fabrikası olmalı. Grevin/işbırakımının sözünün edilmediği, dahası yasadışı sayıldığı bir dönemde, 1963’te Kavel Kablo Fabrikası’nda işçilerin bütün baskı, yıldırma, tutuklama ve yargılamalara karşın grev yapmakta direndiklerini, bu mücadelenin sonucunda Temmuz 1963’te grev hakkının yasalaştığını unutmamak gerekir. Karaca’nın, böyle bir geçmişe sahip bir fabrikada çalışmış olması da hesaba katılmalı. Hasan Hüseyin’in bu olayın destanı diyebileceğimiz Kavel (Ataç Kitabevi Yayınları, 1963) adlı şiir kitabından Karaca’nın haberli olabileceği de…


Fotoğraf: Kadir İncesu

Karaca, “araştırmacı gazeteci” tanımına örnek gösterilebileceği gibi Nâzım Hikmet ve Vedat Türkali konusunda kaleme aldıklarıyla “edebiyat araştırmacısı” olarak da değerlendirilmelidir. Nazım Hikmet Şiirinde Gizli Tarih (1993), Nazım Hikmet’in Aşkları (Sevdayım Tepeden Tırnağa) (1999) ve Vedat Türkali Ansiklopedisi (Abdülkadir Pirhasan Hakkında Bilmek İstediğiniz Her Şey) (2006) adlı kitapları edebiyat alanındaki verimleridir. 1998’de yayımlanan Türk Basınında Kalem Kavgaları (Ben Senin Cemaziyelevvelini Bilirim) adlı kitabı hazırlayan gazeteci Emin Karaca’ysa, 2017’de 1. cildi yayımlanan Türk Edebiyatında Kavga (En Büyük, En Önemli, En Bilgili Yazar Benim!) adlı kitabı hazırlayan edebiyatçı Emin Karaca’dır. Edebiyat dergilerinde de yazdı, TGC’nin 2018’de kapanan yayın organı Bizim Gazete’de de 1998’den başlayarak köşe yazıları da yazdı. Gazeteci olarak da ödüller aldı, edebiyatçı olarak da ödüllendirildi. Ayrıca TYS yönetim kurulunda iki dönem genel sekreterlik yaparak bu kuruluşa da emeği geçmişti.

Saptayabildiğim kadarıyla kitaplarının sayısı 30’u buluyor. Araştırmacı yazarlık sabır ister. Karaca’nın kitapları gerçekten de sabır işidir. Son verimlerinden olan Türk Edebiyatında Kavga adlı kitabı da bunlardan biri. Bana imzalayıp armağan ettiği kitabın ilk sayfasında, ithaf yazısının altında “19 Ocak 2018” tarihi var. Sık sık ve keyifle okuduğum bu kitap artık, garip ve acı bir rastlantıyı da hatırlatacak bana: Karaca’nın bu kitaba koyduğu tarihten 3 yıl sonra aynı günlerde aramızdan ayrılması…

Bazı dostlar ya da arkadaşlar vardır; görüşmediğiniz zamanlar özlersiniz. Bazılarını da ancak yeniden karşılaştığınızda özlemiş olduğunuzu sezer, fark edersiniz. Emin Karaca benim için bu ikincilerdendi. İçlidışlı bir yakınlığımız yoktu ama içten, içtenlikli bir dostluğumuz vardı. Bunun farkında olsa gerek, son dönemlerdeki karşılaşmalarımızdan birinde, ayrılırken “… Şimdiye kadar hiç oturup konuşmadık. Bir gün şöyle bir masada oturup uzun uzun konuşsak…” demişti. Söyleyişinde özlem, içtenlik ama biraz da sitem vardı sanki. Ne yazık ki bu isteği, benim de candan gönülden istediğim şey, bir türlü gerçekleşmedi. Beklenmedik gidişiyle de ne yazık ki artık gerçekleşemeyecek ve eskilerin deyişiyle içimde “bir ukde olarak” kalacak.

Karaca’yı anarken, belli bir zamandan beri tamamlayıcı bir parçası gibi olan ve başından eksik etmediği “beresini” ve daha sonra takmaya başladığı yeni tarz “fötr” şapkasını da unutmamak gerekir. Fötr şapkasının geniş kenarları (yoksa “siperlikleri” mi demeli?) çehresinin karakalemle belirginleştirilmiş gibi duran çizgilerini gölgeleyerek daha da koyulaştırırdı ama içi gülen gözlerini ve aydınlık bakışını örtüp karartamazdı hiçbir zaman.

Ölümü üzerine çıkan yazılardan anlaşıldığı kadarıyla ve tahmin de edileceği gibi yarım kalan uğraşları var. Araştırmacılar bu konuda ve ayrıca Karaca konusunda zaman geçmeden çalışmalar yapsalar ne kadar iyi olur. Biz okurlar da Karaca’yı anmak ve yaşatmak istiyorsak kitaplarının sayfalarına sık sık göz atmalıyız. Bir yazarı anmanın ve yaşatmanın en iyi yolu budur çünkü.

Eray Canberk
diğer yazıları