yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

EREN SARAN: İNSAN YEDİĞİ ŞEYDİR

Meyve sebze fiyatlarındaki artış devam ettikçe halcisinden marketine herkes Cumhurbaşkanı’nın hain listesinde yerini alıyor. Yediğimizle değil, yiyemediklerimizle suçlu ilan edildiğimiz şu günlerde raflarda fiyatlar yükselirken elimizdeki poşetlerle eve kadar uzanan o kısa yolda her birimiz aldıklarımızın neden bu kadar çok tuttuğunu anlamaya çalışırken buluyoruz kendimizi.

Şöyle bir düşününce kültürümüzde de yemekle ilişkimizi anlamlandırmaya çalışan epeyce söz vardır. Özellikle gençlerin sosyal medya platformlarında dile getirdikleri betimlemelerde yemeklerden feyiz aldıkları çokça görülür. Eğer sevmediğimiz bir kadın ya da erkek suratından bahsedeceksek “Kim bu bazlama suratlı” diyoruz. Köylülüğe ve geri kalmışlığa vurgu yapacaksak “Köy peyniri koktu ortalık”.

Ekmek tüketiminin yararları ve zararları üzerine ekranlarda dile getirilen, deneyimleyenlerin videolarla anlattıkları öve öve bitirilemeyen ‘Karatay Diyetleri’nin bize mirası ise “Ekmek beyinli” eleştirisi oluyor. “Tarhana içerek Bach eleştiremezsin” diye iktidara sallıyoruz. Yani sadece yediklerimizle tanımlanmıyoruz, bizzat biz her gün birçok kişiyi yedikleriyle sınıflandırıyoruz. Tarihsel mirasımız bir yana, son birkaç aya damgasını vuran ejder meyveli saray sofralarıyla aramız da bu sınıflandırmaya özel bir katkı sundu. Biz ejder meyvesini neden yiyemiyoruz demeye kalkmadan patates soğandan olduk!

Yiğidin muhtaç olduğu soğan, yoksulun en kolay pişirdiği ve neredeyse her bir çeşidinin güzel olduğu patates, yani elli liralık pazar bütçemizle kilo kilo aldığımız ve taşıması ağır olur diye alışverişin sonuna bıraktığımız bu iki mihenk taşımız; tencere yemeklerinin şahı bu iki sebze, lüks tüketime girdiği şanlı günlerini yaşıyor.

TENCERENİN KURTARICISI PATATES

And Dağları’ndan tencerinin kurtarıcı malzemesi haline gelmiş patatesin şahane yolculuğu… Birçoklarımızın balkonunda sepetlerde saklanan, mutfakta ise plastik beşli rafların en sonunda yer alan altın; patates ilk olarak 1539 yılında İspanyol gemicileri tarafından, Güney Amerika’da And Dağları bölgesinde görülüp İspanya’ya getiriliyor. İtalya’da benimsenen patatesin günümüzde bilinenin türünün aksine tatlı patates olduğu söyleniyor. İtalya, Almanya, Avusturya derken 1600 yılında Fransa’ya ulaşıyor. Kimi dillerde yer elması olarak da adlandırılan patatesin bize uğraması ise 1850’li yıllara denk düşüyor. Prof. Dr. Zeki Tez “Lezzetin Tarihi”[1] adlı kitabında Avrupa’ya yayılan yolculuğunu aktarırken bu sebzenin ilk yıllarında zehirli, tekinsiz ve uğursuz olarak görüldüğü için hayvan yemi olarak kullanıldığına değinir. Prof. Dr. Zeki Tez “Başlangıçta zehirli olduğu söylentisi yayıldığından, patatese karşı halkta bir çekingenlik oluşmuştu. Ayrıca eğri büğrü, garip görünümlü şekli nedeniyle değişik hastalıklara yol açtığı söyleniyordu. Kimi ülkelerde bu bitkinin adının İncil’de geçmediği söylenerek ülkeye bile sokulması yasaklandı” diye anlatıyor.

Bu zengin besin kaynağı, kalorisi düşük ve doyurucu patatesin kabul görmesi ise 1771 yılında Fransız askeri kimyacısı Antonie- Augustin Parmentier’e nasip oluyor.  Yedi Yıl Savaşları esnasında Prusya ordusuna karşı savaşırken esir düşen Parmentier üç yıl süren tutsaklığı esnasında değersiz görülerek kendisine verilen patatesle hayatta kalınca sağlığını borçlu olduğu bu sebze üzerine ciddi araştırmalar yapıyor.

Her sebzenin başına gelen patatesin başına da geliyor. İnsanlık tarihi boyunca sebzeler keşfinin ardından önce yasaklanıp, hain ilan edilirken ardından saray sofrasında ihtişamlı yerini almıştır. Bu neredeyse bugün tükettiğimiz birçok sebze için geçerli bir yol olmuş. Tabi araya savaşlar, hastalıklar, kıtlıklar giriyor. 1770’li yılların başında Paris’te halk açlıktan fırınları yağmalar, buğday rekoltesinin düşmesiyle ekmek bulunamaz hale geldiği esnada Kral XVI. Louis ve Kraliçe Marie- Antoinette kutlama yemeğinde konuklarına patatesten hazırlanmış yiyecekleri sunup beğenileri toplayınca patates 160 dönümlük bir arazide yetiştirilmeye başlanıyor.

Patates dikili bu arazinin başında bekleyen nöbetçilere rağmen açlıktan kırılan halk tarladan aşırdığı patatesle tanışma fırsatı buluyor. Böylece patates hem kötü ününü yıkıyor hem de yoksul sofralarının da vazgeçilmezi haline geliyor. Ülkemizde de soğan ve patatesin işçi ve emekçilerin beslenmesinde sosyal demokrasiden daha fazla katkısı vardır.

‘YOK AĞLAMIYORUM, SOĞAN DOĞRUYORUM’

Sofralarımızın bir başka vazgeçilmezi soğanı unutmamak lazım. Öyle ki soğanın tarihi ile kapitalizmin tarihini aynı anda tek bir cümle de ifade edebiliriz: “Emekçinin nefesi soğan kokar”. Ama soğanın mazisi kapitalizmden çok önceye tarih öncesi dönemlere kadar dayanıyor. Gözlerimizi yakan soğanda kesildiği zaman iki tepkime birlikte gerçekleşiyor. Bıçak hücreleri kestiğinde enzimleri güçlü bir koku salıyor, uçucu kükürtlü bir gaz olan ‘allicin’ ise gözlerimizden süzülen yaşların sebebi oluyor. Peki, kavurduğumuzda iştahımızı kavuran soğan insanlık tarihindeki yerini nasıl almış?

Eski Mısırlılar açısından soğan sonsuz yaşamı temsil ediyor. Tıpkı şimdi olduğu gibi o zaman da yoksullar tarafından tercih edilen bir sebze oluyor. Eski Mısır’da küçük bir tarikatın rahipleri için soğan yemek yasaklanıyor, Hindistan’da da Brahmanların ve Caynaların her gün soğan yemesi yasak.[2]

SOĞANIN İLK GREVDEKİ ROLÜ

İ.Ö. 1550 yıllarında yer alan Eski Mısır kaynakları tarihin ilk grevinin piramit inşasında çalışan işçilerin dizanteriye karşı koruyucu gücü ile bilinen soğan, sarımsak ve bayırturbunun yemeklerinde yeteri kadar verilmemesi nedeniyle gerçekleştiğini yazıyor.

Zenginlerin yemeklerinde çiğ bir şekilde yer almayan ama sade vatandaşların nefesini kokutan soğanının günümüzde 10 lirayı aştığını, Egelilerin tuza banarak yedikleri, kısırları süsleyen taze soğanın marketlerde 18 lirayı bulduğunu da düşünürsek tarihte soyluların bugünse iktidarın yoksulun sofrasına göz diktiğini söyleyebiliriz.

“İnsan yediği şeydir” sıkça duyulan sözlerden biridir. “Annen sana küçükken çok mu ekmek yedirdi”, diyerek alay ettiğimiz insanlar bir yana ekmek mücadelesi bugün fabrikalardaki işçilerden orta kesim olarak adlandırabileceğimiz memurların, özel şirketlerde çalışan gençlerin ve daha nice emekçinin sorunu olmaya devam ediyor. Ekmek için mücadele eden kadınlar yanında gül de istiyor. Tabağımıza bakıyoruz, mizahımızı yapıyoruz. Et ve balık tüketmenin beyin gelişimine katkılarını anlatan profesörlerin sözlerini dinlerken “iyi de nasıl” diye içimizden geçiriyoruz. Patates ve soğana bile elimizi uzatmaktan imtina edeceğimiz noktaya gelmişken yiyemediklerimizin mizahı, uzayan kuyruklar, suçlu arayışları arasında ülkede gittikçe hissedilen ekonomik krizin sorumlusu tarihin bu iki emektarı mı?

İnsanlık tarihinin mirası soğan ve patates, şimdilerde tanzim satış noktalarında belediyenin hizmeti, hükümetin kıyağı diye sunuladursun kim bilir belki de Eski Mısır’daki işçiler gibi bizlerinde “tabağımıza el uzatmayın!” diyeceğimiz günler yakındır?

[1], Zeki Tez, Lezzetin Tarihi, Hayy Kitap, 2012

[2] A.g.e  sayfa 88

diğer yazıları