yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

GÖRÜNENİ ÇARPITMAYA ÇALIŞANLAR VE GÖRÜNENİN ARDINDAKİNİ GÖRME ÇABASI

ANDREA: Direniyor hala.

K.KEŞİŞ: Yadsımayacak.

FEDERZONİ: Evet, yadsımayacak. Ne mutlu bize. (Birbirleriyle kucaklaşırlar. Çok sevinmişlerdir.)

ANDREA: Demek kaba güç sökmüyormuş. Her şeyi çözümlemiyormuş. Demek cehalet de dize gelirmiş, yenilmez bir şey değilmiş. Demek ölüm korkutmuyormuş insanı.

FEDERZONİ: Şimdi gerçekten bilim çağı başlıyor. Şu saatler onun doğum sancılarıdır. Düşünün bir kez, ya sözünden dönseydi.[1]

Ancak Galileo direnememiştir… Federzoni ve Andrea da bu konuşmadan sonra çalacak çanla direnemediğini öğreneceklerdir. Bertolt Brecht Galilei’nin Yaşamı eserinde aydın kişinin sorumluluğunu tartışmaya açarken Galileo Galilei’nin Dünya’nın döndüğünü açıklamasının ardından Engizisyon tarafından yargılandıktan sonra yaşamak için “gerçekleri” söylemekten nasıl vazgeçtiğini böyle hikayeleştirmiştir. Brecht’in bir yazısında da “dürbünüyle yıldızları görebilen ancak etrafında olan biteni göremeyen”[2] diye bahsettiği Galilei her ne kadar o dönemin bir kurum olarak din işlerinde yetkili, dünya işlerinde iktidar, gerçeğin (doğrunun) temsilcisi ve denetleyecisi konumunda olan kurumu Kilise karşısında ölümle tehdit edildiği için geri adım atmış olsa da modern bilim için bir başlangıçtan bahsedeceksek deney ve gözlemi bilime katmasından ötürü Galilei temsil ediyor diyebiliriz. Bilim uğraşı nasıl Galilei ne başlayıp ne de bittiyse bilimin karşısında duran güçler, safsatalar ve komplo teorileri de onunla başlamamış onunla bitmemiştir.

KARANLIKTAN “AYDINLIĞA”

Galilei teleskopla gökyüzünü gözlemleyerek, Dünya’nın Güneş etrafında döndüğünü ortaya koyarak her ne kadar ampirik bilimin başlangıcını temsil etse de öngörülebilir ve bilinebilir bir düzen içinde Dünya’nın varlığına dair ve maddenin doğasına dair açıklamalarıyla Antik Yunan’da Tales ortaya atmıştır.[3] Ondan sonra gelen düşünürlerin de ortaya attığı görüşlerle şekillenen açıklamalar ve modellerin temelinde sürüp giden bir evren ve evrenin güçleri, kanunları karşısında izleyici olan “edilgen” insan yer almakta. Bu görüşler ve açıklamalar şekillenerek Orta Çağ’a kadar devam etti.

Orta Çağ’a ise zaten kısıtlı sayıda yapılan bilimsel araştırmaların büyük çoğunluğu da dini amaçlarla ve din adamlarının gerçekleştirdiği bir biçimdeydi.[4] Giderek artan üretim ve nüfusun olduğu böyle bir dönemde de emekçi insanın da kendi yaşamını gözünde değersizleştirecek ve kolayca emeğine konmayı sağlayacak olan fikri üstyapı da yaşamını kudretli ve nüfuzlu bir tanrıya kulluk etmesini gösterendi. Orta Çağ felsefesinin merkezi konumundaki Skolastik düşünceyle insan, Tanrı’nın doğayı insana bir lütuf olarak yarattığını düşünerek kulluğunu sürdürmüştü. Böyle bir dönemde de beş duyunun ötesini merak etmek ancak ve ancak saygısızlık ve cezalandırılmayı hakeden bir davranış olarak görülmüştür. Bundan dolayı da insanlar öğrenme, düşünme ve gelişme olanakları yerine kulluğunun bir gerekçesi olarak kendisine verilen görevleri yerine getirmekle yükümlü olmuştur. Akla ve düşünceye saldıran Skolastik düşünce için akıl yürütme tanrının döşediği yollardan sapmak iken sorglamak da sapkınlıkların her türlüsüne açık olmak demekti. Skolastik düşüncenin somut gerçekliği önemsizleştirip aklı ve düşünceyi etkisizleştirme, gerçeği çarpıtma, bulanıklaştırma girişim insanlık tarihinde yıllar sonra farklı bir biçimde tekrar ortaya çıkacaktı.

Skolastikle beslenen dogmacılık, Orta Çağ’ın sonlarında gelişen bir toplumsal sınıfın düzeni sarsmasıyla ve dinsel otoritenin saygınlığını yitirmesi sonucu reform hareketinin gelişimiyle yıkılmaya başladı.[5] Kilisenin zenginleşmesi, halkın gittikçe fakirleşmesi kilisenin meşruiyeti ile birlikte değerlerinin de sorgulanmasına ve yıpranmasına yol açmıştı. Rönesans ve sonrasında da Aydınlanma, Modernizm ile birlikte toplumun her kesimi için dünya bütün ayrıntılarıyla sorgulanması, bilinmesi, öğrenilmesi gereken bir yer olmuştur. Bilimsel düşünüşün elbetteki tarihsel, ekonomik ve toplumsal koşulları olduğu gibi düşünsel koşulları da önemliydi. Bu koşulların başında ise skolastiğin ötedünyacı, dinsel dogmalarına karşı bu dünyayı öne alan insanın değerliliğini ve yaratıcılığını öne çıkaran insanın doğaya ve kendi yazgısına egemen olmasının amaçlandığı dinsel dünya görüşünün ve düşünüş biçiminin eleştirisi vardı.

Kabaca Modernleşme sürecini de Descartes’la gelen düşünce biçimine dair sorgulamalar ve biçimler, Newton’la evrene dair bilgilerin artık matematiksel teorilerle gerçekliğin üzerinde gelişen “teoriler”, Darwin’le canlılığın kökeninin sorgulanışı “teori” ile açıklanışı ve insanın “eşsiz” olmadığının anlaşılması, Marx ile insanlık tarihinin ve toplumların gelişiminin açıklanması şeklinde özetleyebiliriz.

KARARTILMAYA BAŞLANAN “AYDINLANMA”

Aydınlanma ortaya çıktığı dönemin yükselmeye başlayan sınıfı burjuvazinin de ihtiyaçları doğrultusunda içerik ve nitelik kazanmış bir ideoloji ve düşünce olmuştu. Burjuvazi toplumun büyük çoğunluğunun köhnemiş sistemi (feodalizm) sorgulamasını istiyor ve bu sorgulamayla birlikte de onu yıkacak savaşıma da ortak olmasını amaçlıyordu. Beklenen şey insanın aklını öncelemesiyle birlikte bireyin ve toplumun iyileşmesi, bu iyileşme ve gelişimle beraber de toplumun ilerlemesiydi. Dönemin aydınlarının, entelektüellerinin de amaç edindiği şey bilimle elde edilen bilgiyi topluma doğrudan sunmak değil, toplumdaki bireylerin tek tek aklını kullanarak “bilimsel bilgi” ile kurduğu ilişkiyi değiştirmekti. Ancak burada bir sorun ortaya çıkacaktı. Bireyin aklını kullanarak bilgiyle ilişki kurması ekonomik ve toplumsal durumları anlamasına buna dair düşünceler, cevaplar üreterek “özne” olmasına bir adımdı. Mevcut düzenin sorgulanışı 19. yy sonlarına doğru burjuvazi için bir tehdite dönüşecek, sınıf egemenliğini sürdürmesi için belirlediği amaçlara ulaşması için de burjuvazi için bilim farklı bir anlama bürünecekti.

Kapitalizm ile beraber bilim; soyluların toplumsal üretimin içerisinde fazlaca bulunmadığı için “boş” vakitlerinde bir uğraş olarak sürdürdükleri ya da onlar tarafından finanse edilen bir uğraş olmaktan çıkıp dev sanayi tekelleri ve devlet tarafından da desteklenen bir sanayi haline geldi.[6] Rönesans ile ortaya çıkmış bilim insanlarının yer aldığı akademiler de niceliksel olarak çoğalmış ve büyümüş, niteliksel olarak da gelişiyordu. Kontrol edilmesi güç olan baruttan sonra buhara yönelmeyle birlikte her yere kurulabilecek bir enerji kaynağının bulunmuş olmasıyla sanayi coğrafi sınırlamalardan kurtulacaktı. Sanayinin boyutlarının belirlenmesi ve standartlaşmasıyla tasarruf sağlanacak yeni yöntemlerin hayata geçirilmesinde başat rol üstlenen bilim burjuvazi için vazgeçilmez bir hal almıştı. Ancak bilim artık “insanlığın ilerlemesi ve toplumun gelişmesi” gibi “sevimli” amaçlarla (ne zaman öyle idi?) değil sistemin çarklarının sorunsuz dönmesi, pazarın genişlemesi ve en önemlisi de daha fazla kar atmak sermayeyi katlamak için yapılan bir iş halini almıştı. Emekçilerin alttan gelen baskısı egemen sınıf burjuvaziyi gericileştirecekti de.

YÜZYILLARDIR BİTMEYEN MESELE; EVRİM

İnsan için hiçbir şey dışarıdan dayatılmış, dışarıdan verilmiş, sabit şeyler olmasa da böyle toplumsal ilişkilerin tarihsel olarak belirli bir yerinde değiştirilemez ve kendisine dışarıdan verilmiş şeyler olduğunu düşünmeye itilir, düşünür. Madde manipüle edeceğimiz kontrolümüz dışında olan bir şey olmadığı gibi onu değiştirebilir, dönüştürebiliriz. Ancak burjuvazinin emekçileri zihinsel de bir köle haline getirmenin aracı olarak da kullandığı idealizm bunun mümkünsüzlüğünü salık verir. Feodalizmin sonunu getirdiğinde dine karşı duruş sergileyen burjuvazi, egemen sınıf olmasıyla birlikte sınıfsal çıkarlar gericiliği zorunlu kılmış, böylece dini de altındaki sınıflara karşı bir araç olarak kullanmaya başlamıştır. Geçen zamanda kilisenin yerinde/yanında burjuvazi de gericiliği bayrak yapıp taşımaya devam eder.

Bilgi toplama, deneyimlerini imgelerle ve daha sonraları da simgelerle yaratma, işleme insanlık tarihinin başlangıcı kadar eskilere dayanmaktadır. Bunun bir sonucu olarak da inançtan ve (bir ölçüde) dinden bahsedebiliriz. İnsanın varoluşuna dair soruları da cevap arayışları da bu zamanlarla benzerlik göstermektedir. Tanrı inancı ve yaratılışa göre de Tanrı hem ilk neden hem de işleyişten sorumlu varlıktır. Yaratılışçılar bütün canlı türlerinin birdenbire ve aynı vakitte şu anda oldukları biçimde yaratıldıklarını iddia ederler. Evrim teorisi açısından da başat bir yerde konumlanan ve teorinin işleyen ilk mekanizmasını açıklayan Charles Darwin’in yaşadığı dönemde de hakim idealist anlayış, doğayı ve insanı tanrının yarattığı bir biçimdir. Darwin Türlerin Kökeni başyapıtıyla “ortak ata” olgusunu ve “doğal seçilim” olayını açıklamasıyla birlikte de tüm canlıların türlerin her birinin tanrı tarafından ayrı ayrı, birbirinden bağımsız olarak yaratıldığı ve insanın eşsiz, “en üst” canlı olduğu dogmasını yıkıp geçiyordu.

Evrim teorisiyle kendi egemenliğinin de gelip geçiciliğinin felsefi ve bilimsel açıklamasından bu yana burjuvazi birçok aracıyla ve uydurma söylemleriyle evrime saldırmaya devam ediyor. Bugün de daha çok yaratılıçılıkla aynı özü taşımasına ragmen farklı bir teoriymiş gibi anlatılan “akıllı tasarım” öne çıkarılmaktadır. Özünde aynı olup tanrı ve yaratılış yerine “akıllı tasarımcı” ve “akıllı tasarım” gibi belirsiz göndermelere sahip terimler kullanmakta bilimin henüz açıklayamadığı veya açıklayamayacağını düşündükleri “gerçekleri” akıllı tasarımın argümanı olarak ortaya atmaktadırlar.[7] İsmi sonradan siyasal sebeplerden değişecek olan akıllı tasarımcıların merkezi niteliğindeki Keşif Enstitüsü’nin websitesinde açıkladıkları amaçları zaten her şeyi göstermektedir: “Temsilci hükümetin, serbest piyasanın ve bireysel özgürlüğün sağduyulu geleneğindeki fikirleri desteklemek”[8]

“ÖLÜM MAKİNESİ” BİR SİSTEM

Bir yandan sermayesini büyütmek, maddi üretime ve bilimsel/teknolojik gelişmelere ihtiyaç duyan burjuvazi egemenliğini sürdürebilmek için idealist düşünceleri aracı olarak kullanmakta, yeniden üretilmesine katkı sağlamada ve topluma servis edilmesine de yardımcı olmaktadır. Bilimsel ve teknolojik gelişmeler açısından da emperyalizm aşamasıyla birlikte de ağırlıklı olarak askeri açıdan yeni araçların geliştirilmesi için kullanılmaya başlanacak bilim ile sistem çarkları arasında öldürdüğü ezilen, emekçi kesimleri kendi emelleri için savaşlarda kurban haline getirecekti. Ölüm de hala her açıdan ezilenlerin, emekçilerin her an gelebilme ihtimali olan bir olgu halinde. Tıbbi araştırmalar için diğer alanlara göre oldukça az bütçe ve fon ayıran kapitalizmin çalışmaları bireysel ve özellikle de koordinasyondan yoksun bir çizgi izlemektedir. Araştırma desteği sunulmamasından tıbbi araştırmalar oldukça kısıtlı ilerlemekte sonuçlarıyla da farklı alanlara hizmet etmesi amaçlanmaktadır.[9] Buna rağmen yeni tedavi yöntemleri ve önleyici tıp hizmetleri aracılığıyla insan ömrünü uzatmak, sağlıklı bir yaşam sunmak mümkün halde iken Koronavirüs salgınının daha net bir şekilde açığa çıkardığı gibi emekçiler, ezilenler gün geçtikçe daha da kalitesiz ve sağlıksız bir yaşama mahkum ediliyorlar. Dünya Sağlık Örgütü’nün yayınladığı rapora göre günde ortalama 2,195 çocuk ishal yüzünden hayatını kaybetmektedir, bu sayı AIDS, sıtma ve kızamık sebebiyle ölen insan sayısının toplamından daha fazla.[10] Yine Dünya Sağlık Örgütü’nün raporuna göre kayıt edilmede eksiklikler yaşanmasına rağmen yılda 2 milyon bebek “önlenebilir” düşük sebebiyle ölü doğmaktadır.[11]

Ulaşılabilirliğinin zorlaşması, tıp bilimine olan güvenin azalması gibi sebeplerden insanlar gün geçtikçe tıbbi çözümler için “alternatif” tıbba yönelmektedir. İnsan bedenindeki bazı rahatsızlıkları ve hastalıkları tedavi etmek amacıyla kullanıldığı söylenilen “akupunktur”, yine çeşitli hastalıklara şifa olması için bitkilerdeki uçucu yağların kullanıldığı “aromaterapi”[12], vücuttaki zararlı maddelerin uzaklaştırılması için yapıldığı söylenen “hacamat” “sülük terapisi” bunlardan bazıları. Birçoğu “antic uygulama”, “geleneksel öğreti” gibi pazarlanmakta yıllardan beridir uygulanması kanıt gösterilerek doğrulanmaya çalışılmaktadır. Ancak verilen örnekler de dahil olmaz üzere bugün alternatif tıp diye ortada olan tüm uygulamalar birçok deneyle bilimsel olarak etkisiz hatta kimisinin zararlı da olduğu ispatlanmış ve ispatlanmaya devam etmektedir.

NEOLİBERALİZM VE “MÜŞTERİ” OLAN HASTA

Özel teşebbüs ekonomisinin öne çıktığı, kendisini 1968 sonrası göstermeye başlayan özellikle Sovyetler Birliği’nin resmi olarak dağılması ile yayılımı hızlanan neoliberalizm “arz-yönlü” politikalarıyla birlikte kamunun büyümesinin daraltıldığı özünde yine vahşi sistemin olduğu yeni bir biçim olarak varlığını sürdürüyor. Sağlık hizmetlerinin de bu süreçten fazlasıyla nasibini aldığını Koronavirüs pandemisiyle birlikte can alıcı biçimde görmüş olduk. Neoliberalizm ölüm, yaşam, sağlık gibi şeyleri kendince dönüştürürken ve farklı biçimde tanımlarken esas olarak sağlık hizmetlerinin ticaretleştirilmesiyle birlikte sağlık hizmetlerinin hak sahibi olan halk tercih sahibi müşterilere dönüştürdü. Koruyucu hekimliğin üstü örtülürken tedavi edici hekimlik, hekimliğin ta kendisi olmuş oldu. İnsanlığın ortak birikimi olan bilimsel ve teknolojik gelişmelerle büyüyüp gelişen alan sermaye için bir piyasa, kazanç fırsatına dönüştürülmüş oldu.[13] Sağlık hizmetlerindeki bu dönüşüm bağışıklık hizmetlerini fazlasıyla etkilemiş, aşı karşıtlığının toplum içerisinde kendine alan bulup yayılması için olanak sağlamıştır.

Aşı karşıtlığı aynı zamanda halk kitleleri arasında yayılan, özellikle bilimin halktan kopuk olarak gerçekleştirilmesinden ötürü gelişen bilime ve bilim insanına olan güvensizlikten ötürü de yaygınlık kazanmaktadır. Laboratuvar kapılarının ardında “gizli-saklı” geliştirilen ilaçlar-aşılar, yürütülen araştırmalar bilime karşı olan bu kaygının maddi temelini oluştururken bilim insanının toplumdan ayrıksı olduğunun düşünülmesi ve bilime siyasetin, her şeyin üstünde bir nitelik atfedilmesi bu bilim karşıtlığını derinleştirirken, komplo teorisyenlerinin de ağzını sulandırıyor.

BİLİM İNSANI VE TOPLUM

Kapitalist üretim biçiminin ortaya çıkışıyla beraber bilimin de farklı bir nitelik ve anlam kazandığını söylemiştik. Kapitalizmle beraber bilim “görünenin ardındaki gerçeği” görmek için bir eylem olmaktan çıkarılırken bilim insanları da eylem alanıyla değil yalnızca hakikat alanıyla ilgilenen, devlette ve sanayide yer almaları kısıtlanan kişiler olmuşlardır.[14] Çalışmalarından yararlanan sanayicelerin para ödedikleri bir işçi halini alan bilim insanları sistemin ilerici sıfatına güveniyorlar ancak kendilerinin bu ilerlemeye ne şekilde katkıda bulunduklarını sorgulamaz haldelerdi. Böylece bilim insanının sorumluluğu çalışmasını yürütmekle sınırlanıyor, sonuçların nasıl kullanılacağı ise “patron” tarafından belirleniyordu. Günümüzde de durum bundan pek de farksız değildir. Belki söylenebilecek farklılıklardan biri bilimsel araştırmalar üniversitelerde yürütülüyorken şirketlerin araştırma-geliştirme (AR-GE) yatırımlarıyla birlikte ağırlıklı araştırma merkezlerinde yürütülüyor olmasıdır, zaten üniversitelerde günümüzde sermayenin fabrikasına, araştırma merkezlerine dönüştürülmeye çalışılmaktadır.

Bilim insanlarının eke aldıkları sorunlar ve bu sorulara dair ürettikleri çözümler içinde yaşadıkları toplumsal, ekonomik, ideolojik tarafından elbetteki etkilenmektedir. Tüm diğer toplumsal faaliyetler gibi bilim de bilim insanları da toplumun sınıfsal yapısından bağımsız değillerdir. Bilim de bu sebeple sınıflar üstü bir faaliyet değildir. Bilim insanlarının “apolitik” olduklarını açıklamaları en iyi ihtimalle burjuvazinin ideolojisinin bilinçsiz taşıyıcısı oldukları anlamına gelir. Burjuvazi elbetteki diğer alanlarda olduğu gibi bilimde de dini ve mistik inançları alanda hakim kılmaya çalışıyor ve bunun için kesintisiz bir faaliyet yürütüyor. Kuantum fiziğinden, astronomiye; psikolojiden biyolojiye her türlü alanda mistik inançları üretiyor.

ENERJİ, EVRENE MESAJ VE KUANTUM

20. yüzyılın başlarında Max Planck’ın ışığın “kuantum” adı verilen ayrık paketler olarak var olduğu fikriyle ilk olarak ortaya attığı kuantum teorisi bugün modern fiziğin en önemli en çok araştırma yapılan alanlarından birisidir. Birçok bilimsel olgu, olay gibi kuantum teorisi de idealizmin saldırısı altındadır. Kuantum fiziğinin en temel ifadelerinden biri Heisenberg tarafından ortaya atılan elektronun çekirdek etrafındaki hareketini tanımlamak için gereken hız ve konumun hiçbir zaman kesin olarak aynı anda ölçülemeyeceğidir. İdealistlerin gözleme dayalı bir gerçek söylemini temellendirdiği bu durum aslında ölçüm sorunundan kaynaklanmaktadır. Elektronun yerinin tespit edilmesi için yapılan dış etki hızı da etkilemektedir. Ölçülecek şeyin değiştirilmesi iki şeyin aynı anda “doğru” olarak tespit olmasını imkansız kılmaktadır.

Bir de “kuantumculuk” “kuantum enerjicilik” denilen şeyler var ki yine aynı maddi temelden yükseliyorlar. Yine çeşitli “kadim” öğretilerden beslenen bu akım, inanç bu sefer inandırıcılığı açısından katkı sunması için bilimsel bir dille “kuantum” sözcüğü ile buluşuyor. Kuantum düşünce ile birlikte gelecekte olmasını istediğiniz bir durumu enerjilerinizle evrenden isteyebilir, kendinizde görmek istediğiniz özellikler hakkında isteklerde bulunabilir, hayallerinizle ve duygularınızla gerçekleşmelerini sağlayabilirsiniz.[15] Bu görüşler de maalesef çeşitli insanlar tarafından “bilim insanı” sıfatı altında tekrarlanıyor, yeniden üretiliyor olsa da aslında ideolojik bir maddi gerçeklikten kaynaklanıyor.

POSTMODERNİZM VE BİLİMİN “ANLAMSIZLIĞI”

Neoliberalizm ile beraber postmodernizm de sıkı sıkıya bağlı olduğu bu ekonomik yapının bekası için bütünüyle yeniden inşa edilebilecek bir dünyanın hayalini kurmakta ve aklın işlevsizliğini her zaman dile getirmektedir. Postmodernizm ile beraber bilimde çağdaş, şüpheci eleştirinin yerini “postmodern kuşkuculuk” almıştır. Postmodernizme göre dünyada ne kadar insan varsa o kadar farklı gözle görülecektir. Dolayısıyla kavranılabilir, anlaşılabilir bir dünyadan hiçbir şekilde söz edemeyiz. Bilimsel dünya görüşü agnostisizme, tarihin referans olarak gösterilemeyeceği için hikayeye dönüştürüldüğü bir görüştür. İnsan da postmodernism içerisinde; tarihi inşa eden bilinçli bir özne olmaktan ziyade sürekli yeniden yaratılma halinde olan, tutarlılıktan ve bütünlükten yoksun bir kimliktir sadece. Komplo teorilerine, safsatalara ve burjuva gericiliğine alan açan taraflarından ilki aklın körelmesi arttığından kanıtlar mantığa dayanmak zorunda olmamaktadır. Burada postmodernizm akıl karşısındaki tutumuyla skolastik düşünceyle benzerlik göstermektedir. İkincisi ise geçmişteki olayların gerçekleşmeyen sonuçları mutlaka olmalıdır ve bu yüzden de bugünün olguları ve olayları da hiç gerçekleşmemiş nedenlerden kaynaklanabilme ihtimaline sahiptir. Yani tarih; sonsuz nedenler ile sonsuz sonuçlar arasından rastgele ortaya çıkmıştır.

Mevcut iktidar dışında kalan tüm unsurlar ne geçmiş olmalıdır ne de gelecek umudu. Burjuvazinin postmodernizmle insan aklını tıpkı skolastik düşüncedeki gibi yok saymasının sebebi, amacı tıpkı Orta Çağ’ın kralları, rahipleri gibi insanı ve onun eylemliliğini denetim altında tutmaktır. “Kader” kavramının yerini göksel arayışlar, eneri göndermeler, çakraların açılması almış; somut olgular ise yerini “enerji güçlerine” bırakmıştır. İrade doğru istendiği sürece etkili olmakta, mesele evrenle doğru iletişim içerisinde olmaktır. Postmodernizmle iradesinden soyutlanan aklı ve mantığı felce uğrayan insan artık kul, müşteri, tüketici olmaktan ötesi değildir. Toplumsal olaylara dair ise “sınıf bilincinin” üstü örtülmüş yerini “farkındalık” denilen ağızda ekşi tat bırakan bir kavram almıştır. Yaşanılan sistemin sonsuzluğunun sürekli doğrulanmaya çalışıldığı geçmişi geleceği yok ederek gelecek üzerindeki tekelini elinde bulundurmaya çalışan postmodernizm, parapsikoloji gibi kehanet ve “medyumluk” gibi şeyler için alan açmaktadır.[16]

SEBEPLERİN KAYNAĞI VE ÖZGÜR BİLİM

Postmodernizm elbetteki yazı boyunca bahsedilen gericiliğin kaynağı değil. O sadece sistemin çelişkilerini gizleyen, görüneni çarpıtan ve komplo teorileri, safsatalar için alan açarak onların yayılımını güçlendiren ve yeniden üreten bir yerde konumlanıyor. Burjuvazinin de bilimden beklentisi de doğa bilimlerinde ve teknik bilimlerde kar oranının artırılması, sosyal bilimlerde ise postmodernizmin bir nevi üstlendiği görev gibi sürecin gerçeklerinin gizlenmesidir.

Kapitalizmin yarattığı gelecek kaygısı, umutsuzluk ortamında kendilerini çaresiz hisseden örgütsüz emekçi, ezilen kitleler dünyadan ümitlerini keserek mistik, idealist, dini eğilimlere kayıyorlar. Gelecek diye bir şeyin olmadığını söyleyen postmodernizmin burjuvazi de önünü açıyor. Akıl ve insanlık dışı bir halde olan bu sistemi ayakta tutmaya çalışan burjuvazi her yolu deniyor. Bilimi gericileştirirken, bilim ve teknolojinin olanaklarının da toplumun sorunlarından ziyade çok küçük bir kesimin zenginliğine zenginlik katılması için kullanılması bu çürümüşlüğü net bir şekilde gösteriyor. Toplumsal işlevi bilimin öncelikli ve tek işlevi olmadığı sürece toplumsal çıkarlar yerine bir grup insanın çıkarları için kullanıldığı sürece özgürleşemeyecektir. Tüm bu sorunları yaratan sistemin sınırları içerisinde de özgürleşmesinin olanağı yoktur.


[1] Bertolt Brecht, Galilei’nin Yaşamı, çev. Özhan Barlas-Nahit Kayabaşı, İstanbul 1983, Deniz Kitaplar Yayınevi, s. 90

[2] Oğuz Arıcı, Galilei’nin Yaşamı (Leben des Galilei)(1938/1939 Metni) Bertolt BRECHT, Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji Bölümü Dergisi S:3.

[3] Victor J. Stenger, Tanrı ve Çoklu Evren, çev. Banu Özgür, İstanbul 2019, Ginko Bilim, s.31

[4] J.D. Bernal, Tarihte Bilim Cilt 1, çev. Tonguç Ok, İstanbul 2008, Evrensel Basım Yayın, s. 294

[5] Rene Maublanc, Marcel Cachin, Sosyalizmin Işığında Felsefe Bilim ve Din, çev. Asım Bezirci, İstanbul 2016, s. 21

[6] J.D. Bernal, Bilimin Toplumsal İşlevi, çev. Tonguç Ok, İstanbul 2011, Evrensel Basım Yayın, s. 38

[7] Derleyen: Nalan Mahsereci, Harun Yahya Safsatası ve Evrim Gerçeği, İstanbul 2008, Bilim ve Gelecek Kitaplığıi s. 286

[8] Murat Naroğlu, Evrim kuramı yaratılışçılık ve akıllı tasarım, İstanbul 2011, Bilim ve Gelecek Dergisi Sayı: 94

[9] J.D. Bernal, Bilimin Toplumsal İşlevi, çev. Tonguç Ok, İstanbul 2011, Evrensel Basım Yayın, s. 58

[10] Diarrhea: Common Illness, Global Killer, https://www.cdc.gov/healthywater/pdf/global/programs/globaldiarrhea508c.pdf

[11] Why we need to talk about losing a baby, https://www.who.int/news-room/spotlight/why-we-need-to-talk-about-losing-a-baby

[12] Arsel Berkat Acar, Çağrı Mert Bakırcı, Şüphecinin El Kitabı, İstanbul 2019, Ginko Bilim, s.222

[13] Muzaffer Eskiocak, Neoliberal dönüşümün bağışıklama hizmetlerine etkileri ve sonuçları, İstanbul 2018, Bilim ve Gelecek Dergisi Sayı: 172

[14] J.D. Bernal, Bilimin Toplumsal İşlevi, çev. Tonguç Ok, İstanbul 2011, Evrensel Basım Yayın, s. 41

[15] Victor J. Stenger, Bilinçsiz Kuantum, çev. Murat Havzalı, İstanbul 2019, Ginko Bilim

[16] Doğa Gündem, Parapsikoloji, İstanbul 2017, Bilim ve Gelecek Yayınları Sayı:157

Kaan Biçici
diğer yazıları