yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

HAKAN GÜNGÖR: ÖYLE MAHALLELER O YILLARDA DA YOKTU

SÖYLEŞİ: BURAK BAĞÇECİ

Araştırmacı Yazar Hakan Güngör’ün ikinci kitabı Biz Güzel Bir Aileyiz okurlarla buluştu. Parola 555K’dan sonra çıkardığı yeni kitabında Güngör, Yeşilçam’ın “aile” temalı filmlerini ve bu filmlerin görünmeyen yönlerini ele alıyor.

Ertem Eğilmez imzalı  Sev Kardeşim, Yalancı Yârim, Oh Olsun, Mavi Boncuk, Bizim Aile, Aile Şerefi, Gülen Gözler ve Neşeli Günler gibi aile filmleri 70’li yıllardan günümüze kadar her dönem, farklı kuşaklar tarafından izlendi ve çok sevildi. Karakterleri adeta efsaneleşti ve bugün bile sosyal medyada bu karakterlerin tiratları, diyalogları paylaşılıyor. Popüler kültür dergileri hâlâ bu filmlerde bulduğu malzemeyi sömürmekten vazgeçmiyor. Hakan Güngör ise bu kitabında Ertem Eğilmez filmlerinin bunu nasıl başarabildiğini, seyircide yaratmayı başardığı duyguların arkasındaki teknik detayları irdeliyor. Ama bunu yaparken, yıllarca beğeniyle izlenen ve adeta kutsallaştırılan aile filmlerinin aslında eleştirilmesi gereken yanlarının olduğunu da bize gösteriyor.

Toplumun her kesiminden, her kuşağından izleyicisi olan bu filmlerdeki kadın temsillerini, cinsiyetçi tarafları ortaya koyuyor Güngör. Sınıf mücadelesinin nasıl ustalıkla, iyilikle kötülüğün savaşına indirgendiğini, 70’lerdeki sınıf hareketinin filmlerinde nasıl kanalize edildiğini tartışıyor.

Bunu yaparken bir yandan da efsane Yeşilçam oyuncularının kendi aralarındaki ilişkilerine, filmlerin yapım süreçlerine odaklanıyor. Setlerde yaşanan anılardan, sinemacıların kendi hayat hikâyelerine dair birçok meseleyi de detaylı bir kaynak taramasıyla bulup okuyucunun önüne koyuyor. Hakan Güngör ile Ertem Eğilmez’in yarattığı bu “masalsı aile tablosunun” arkasındaki gerçekleri konuştuk.

Öncelikle bu kitabı yazmaya nasıl karar verdiniz ve kitabı yazarken motivasyonunuz neydi?

Ben de bu filmleri severek izleyenlerden biriyim. Bir yandan müthiş çekici gelen yanları var, bunu inkâr edemeyiz. Diğer taraftan sınıf, işçi ve kadın temsillerindeki sorunlar, verdiği problemli mesajlar hep dikkatimi çekti. Birtakım öncülleri, etkenleri görmezden gelmeyi üslup haline getirmiş ve nihayetinde son derece gerçeklikten uzak sonuçlara varan senarist-yönetmen iş birliği var bu filmlerde. Ama bir yandan da şu var, her zaman duygularına dokunarak izleyicisini çok etkileyen, en sonunda gerçeklikten uzak olsa da umut veren bir yönetmenden bahsediyoruz. Nihayetinde ya incelenmeye değer görülmemiş ya da güzellemelere mahkum edilmiş bir sinema tarihi gördüm bu filmler özelinde ve kolları sıvamış oldum.

İnsanların duygularına dokunarak hayatlarında bir etki bırakmaktan ve ne olursa olsun insanlara umut vermekten bahsettiniz. Ertem Eğilmez bunu sinemada nasıl başarıyor peki?

Bunu yapabilmek elbette herkesin becerebildiği bir şey değil, çünkü bazı toplumsal kodları çok iyi çözmek lazım, anlattığın insanların nasıl sevdiğini, nasıl savaştığını, hatta bazen nasıl sevimli bile sayılacak şekilde üçkâğıtçılık yaptığını çok iyi bilmek lazım. Bu hem deneyimin hem de o insanlarla çok yakın olmanın getirdiği bir sonuç. Öte yandan Ertem Eğilmez sinemadan mutlu ayrılan, umutla eve dönen izleyicinin arkadaşına, komşusuna bu filmi önereceğini sezmiş. Tabii sınıfsal sorunlarına dair toplumsal gerçekçi zemin oluşturmak ya da öfkeyi doğru yere yöneltmek gibi bir niyeti asla olmadığından iki çift lafla patronu dize getiren, ikna edebilen, neşesiyle ve dayanışmayla her sorunu çözebilen karakterler yaratmış.

Bir iki saat boyunca dedikodunun, rekabetin, sürtüşmenin olmadığı bir dünyaya konuk oluyorsunuz, onlar bir zorlukla karşılaşıyor ve dayanışmayla çözüyor. Mücadeleyle değil muhafaza ederek belki. Yanınızda büyük oyuncular ve şahane diyaloglar yazan Sadık Şendil gibi bir isim de olunca, formülü tekrar tekrar uygulamak kalıyor geriye… 

Bu filmler artık klasikleşti ve adeta zamana meydan okuyor, her dönemde mutlaka kendine izleyici bulabiliyor. Öyle ki çok farklı kuşaklar bu filmleri izledi, izliyor ve izlerken keyif alıyor. Bunu neye bağlıyorsunuz?

Sinema Ertem Eğilmez’in on sekizinci işi, o zamana kadar birçok şey denemiş ama tutturamamış ve bütün bunlardan sonra sinemaya para kazanma motivasyonuyla girmiş. Ama ilk zamanlarında sinemada da işler çok yolunda gitmiyor. Öyle bir noktaya geliyor ki, film çekmesi lazım ama yönetmene verecek parası yok. Böylece kendisi film çekmek zorunda kalıyor. Devamında Kart Horoz filmi onun için bir dönüm noktası oluyor. Çok iyi bir kadro kuruyor ve büyük bir beklenti içinde filmi yapıyorlar ama film gişede büyük bir hayal kırıklığı yaratıyor. Çünkü filmin tacizi meşrulaştıran ve buradan komedi yaratmaya çalışan bir yanı var. Eğilmez buradan etik bir sonuç çıkarmıyor ama ticari bir sonuç çıkarıyor, bir ailenin bütün üyelerinin gidebileceği bir film çekmezse gişede hüsran yaşayacağını öğreniyor. Sonra bütün bir ailenin izleyebileceği filmleri nasıl yapabileceğine kafa yoruyor. Tabii konu olarak kafa yorarken, teknik olarak da kafa yoruyor. Diyaloglara çok önem veriyor, yetenekli insanlardan yararlanmayı çok iyi biliyor. Bütün filmleri oyuncular da dahil bütün bir set ekibinin ortak çalışması ve yeteneklerini birleştirmesiyle çekiliyor. Pek çok etkenin bir araya gelmesi söz konusu kısacası…

Yönetmenin, tüm ailenin izleyebileceği konu ve temaları bulduğundan bahsettiniz. Bunları biraz açabiliriz, buradaki duygusal kodlar neler mesela?

Ertem Eğilmez filmlerinde öyle bir mahalle vardır ki, herkes bir kişinin derdiyle dertlenir. İnsanların aralarında hiçbir rekabet yoktur. Kimse birbirinin dedikodusunu yapmaz, kimse kimsenin arkasından iş çevirmez. Bugünden baktığımızda insanda “Ya keşke o yıllarda, öyle insanlarlar yaşasaydım” hissi yaratıyor ama Ertem Eğilmez’in kendisi de kabul ediyor ki öyle insanlar, öyle mahalleler o yıllarda da yoktu zaten. Bütün mesele Ertem Eğilmez’in Yalancı Yârim filmi için söylediği “Palavradan bir masal âlemi yarattım” sözlerine geliyor yani.

Ama şöyle bir yanı da var, bu filmler Türkiye’de işçi sınıfı hareketinin yükseldiği dönemlere denk geliyor ve bu sinemaya da yansıyor elbette, işçi sınıfı ve onun mücadelesi temalı birçok film çekiliyor. Ama Ertem Eğilmez’in filmleri böylesi bir dönemde tam tersini yapıyor. Emek-sermaye çelişkisini iyilik-kötülük mücadelesine indirgiyor, filmlerde kötü patronlar kendileri insafa geliyor. Yani gerçeğin üstünü bilerek ve isteyerek örtüyor Eğilmez. Dönemin ruhuna bu kadar aykırı filmler izleyicide nasıl karşılık bulabildi böyle bir dönemde?     

Bu sinemadan beklentinin ne olduğuyla alakalı bir mesele. Eğilmez’in yaptığı şey döneminde halk sineması diye adlandırılan, tüketime dönük bir ürün. Seyircisi de buna uygun bir seyirci. İnsanların en politik oldukları dönemde bile sinema eğlenmeye gittikleri bir yer, tıpkı konsere gitmek gibi. Gerçekçi yanı ağır basan Canım Kardeşim filmini de çeken Ertem Eğilmez ama bu filmi çektiği için pişman oluyor çünkü film gişede karşılık bulmuyor. Tabii ki Eğilmez de sınıf hareketinin yükseldiğini görüyor, ufak ufak ülkenin atmosferini filmlerine yansıtıyor. Oh Olsun’da sürekli anlattığı hikâyesini bu sefer bir grevi merkeze alarak anlatıyor. Grevi gösteriyor ama o işçilerin gerçek sorunları, talepleri neydi bunları bilmiyoruz. Nasıl örgütlendiklerine zinhar girmiyor Ertem Eğilmez mesela, ya da patron insafa gelip fabrikayı işçilerden yana olan çocuklarına bırakıyor ama sonrasında ne oluyor, ne değişiyor ya da değişmiyor göremiyoruz. Böylece o haklı öfkeyi başka yerlere kanalize eden bir tarafı da var bu filmlerin.

Filmlerde kitabınızda da bahsettiğiniz gibi kadın temsillerine dair ciddi sıkıntılar var. Ama bir yandan da kronolojik olarak bu durumun görece olumlu yönde değiştiğini görüyoruz. Daha derinlikli kadın karakterler yazılmış, aynı şekilde artık erkeklere karşı koyabilen karakterler de görebiliyoruz. Bu değişimde bir toplumsal etki var mı sizce?

Toplumsal bir dönüşüm yaşanıyor sonuçta, kadın günden güne ekonomik hayata katılıyor. Ertem Eğilmez algıları çok açık bir adam ve iyi gözlemliyor. Oh Olsun’da kadınlar bir karakter bile değildir, birer tiplemeden ibarettir. Devamında Bizim Aile’de kadın bir an önce erkeklerle özdeşleşmiş işlerden kurtarılması gerekir gibi bir yaklaşım vardır. Toplumsal cinsiyet rolleri tekrar tekrar üretilir. Ama Neşeli Günler’e geldiğimizde artık kadın eşiyle işlettiği dükkânda eşit haklara sahip. En önemlisi de haksızlık ve kabalık eden erkeğe karşı çıkan, dahası gidip kendi dükkânını açan bir kadın var. Eğilmez bu değişimleri sezdiğinden filmlerine de yansıtmış ancak bu durumdan çok hoşnut muydu emin değilim. Zira Neşeli Günler’de sahiden sinir krizlerinin eşiğine gelecek kadar birbiriyle dalaşıp duran bir çifti sonunda evlendirir yeniden. Sinemanın dönüştürücü bir yanı vardır, bu yüzden güçlü bir sanattır ama Eğilmez toplumsal kodlara uygun olanı yapıp bunu sürdürmekten yana kullanmış tercihini.

Bu kitap senin ikinci kitabın ve Parola 555K’dan sonra birden farklı bir konuya geçiyorsun. Bu geçişin sebebi nedir?

Hakkında yeterince araştırma yapılmamış, konuşulmamış ya da hakkıyla konuşulmamış bir konuya rastladığımda duyduğum heyecanla ilgili olsa gerek. Bazen bir anahtar öykünün peşine düşersiniz ve bu size bir toplumsal, politik tarih anlatma imkânı verir. Bülent Ulus’la yazdığımız Parola 555K’da bir eylemi anlatırken aslında koca bir 10 yılı anlattık ve etkilerini bugün de yaşadığımız yıkıcı sağ siyasal geleneği incelemiş olduk. TV’de karşımıza çıktığı anda gülümsediğimiz birtakım filmler vardı, bu filmlere karşı hissettiğimiz her şeyin baştan hesaplanmış nedenleri olduğunu da görüyordum ve anlatmaya karar verdim. Nihayetinde anlatılmaya değer olanla karşılaştığımda ve bunu kimsenin anlatmadığı gibi anlatabileceğimi hissettiğimde kitap da şekillenmeye başlamış oluyor. Ben iki kitabı da bir tarih serisi içinde düşünüyorum. Siyasi ya da kültürel, etkileri süren bir tarih var ve anlatılmayanı anlatmak konusunda herhangi bir tereddüt yaşamıyorum.


Kitapta hem oyuncuların kendi aralarındaki ilişkilerine ve kendi hayatlarına dair anektodlar aktarıyorsun, hem de film okumaları yapıyorsun. Genelde bunlar iki ayrı inceleme tarzıdır ama sen ikisini harmanlamışsın. Neden böyle bir anlatımı tercih ettin?

Ben şuna inanıyorum, sizin bir mesajınız vardır ve bu mesaj bir içerikte yer bulur. O içerik ilgi çekiciyse mesajınızı başka insanlara ulaştırmanız kolaylaşır. Mesela Yavuz Turgul’la Itır Esen’in ilişkisine Ertem Eğilmez’in karşı olmasından bahsedebilirim. Bu tek başına kalırsa magazin olur. Ancak buradan kadın oyuncuların “erkek” bir sektörde yaşadığı sorunlara varabiliyorsam, bu aşkı anlatılmaya değer buluyorum. Bu yapı kamera arkasında böyleydi, haliyle filmlere, senaryolara, kadraja yansıyordu. Burada bir bütünlük buluyorum. Zeki Alasya-Metin Akpınar’ın nasıl keşfedildiği ve sonunda Arzu Film’le yollarının nasıl ayrıldığı, ardından yaşanan gişe savaşları ilginç ve basit de bir hikâyedir ama buradan bir sektörün işleyişini anlatmış oluyorum. İsteyen Emel Sayın-Tarık Akan aşkına dair bir şeyler bulmak için okuyabilir kitabı. Bir sonraki paragrafta star sisteminden bahsetmem için okurun dikkatini diri tutacak bir girizgâhsa benim için bundan bahsetmekte bir sakınca yok.

Peki, geri dönüşler nasıl oldu?

Beklediğimin çok üstünde oldu. “Ben bu filmleri hiç bu gözle izlememiştim” ya da “Bundan sonra bu filmlerdeki kadın temsiline de dikkat ederek izleyeceğim” diye mesajlar, mailler alıyorum. Ya da kitapta bahsettiğim bazı karakterlerin, repliklerin, mekânların, objelerin peşine düşmüş, filmlere böyle bir dikkatle bakmaya başlayan okurların yorumları geliyor. Hal böyle olunca maksat hasıl olmuş diye düşünüyorum…

Yeşilçam’dan bahsederken “yeni dergicilik”ten ve Yeşilçam’ı nasıl kullandıklarından bahsetmemek olmaz herhalde. Yeni nesil birçok dergi var ve biz bunların kapaklarında sürekli Yeşilçam film karakterlerini görüyoruz. Sen biraz kitabında bu örtüyü aslında kaldırıyorsun, bunlar bu kadar kutsanacak değil aksine çoğunlukla eleştirilmesi gereken filmler diyorsun. Peki, sence neden bu filmler bu kadar fetişleştiriliyor ve piyasalaştırılıyor?

Bir kere dergi dediğin şey bir itirazla ortaya çıkar, senin söyleyecek aksi yönde bir şeyin vardır. Ama bu popüler dergiler zaten “tutan” ve moda olan şeylerden biraz da biz faydalanalım istiyorlar. Hiçbir itirazları yok ve eğer bunu yapıyorsan elinde iki şey vardır. Senin de dediğin gibi fetişleştireceksin ve kahramanlaştıracaksın, çünkü ucuz edebiyat kahramanlarla satar 

Peki, bundan sonrası için varsa projelerinden bahseder misin?

Büyük bir çoğunluğu Evrensel gazetesinde yayınlanan, sanat ve kültür endüstrisi üzerine yazdığım yazılarımdan oluşan bir dosya bu yıl Vedat Günyol Genç Deneme Yazarı Ödülü’nü almamı sağladı. Bu dosya Sanatımı Koru Ey Tarih adıyla basılacak. Onun dışında, Parola 555K’da 50’lerden 60’lara getirdiğimiz bir hikaye anlatmıştık. Şimdi Bülent Ulus’la hikayeyi 60’lardan 70’lerin başına kadar getirdiğimiz yeni bir çalışmamız olacak.

Biz Güzel Bir Aileyiz
Hakan Güngör
h2o Kitap
168 sayfa

diğer yazıları