yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

‘Hakikat sonrası’ değil, kendi hakikatimizin öncesi

Hakikat yalnızca bir inşa değildir, hegemonyanın da bir aygıtıdır. Ezilenler kendi hakikatlerini inşa edemedikçe bu böyle olacaktır. Eğer “hakikat sonrası” ile kast edilen gerçeklere dayanmama hâliyse, hegemonun hakikat üretirken böyle bir kaygısı hiçbir zaman olmamıştı ki.

Günümüzün az düşünülüp çok konuşulan, düşüncenin fason üretilip hızlı tüketildiği fikir dünyasında gün geçmiyor ki yeni bir kavram çıkıp ince eleyip sık dokunmadan koro hâlinde tartışılmaya başlanmasın. Türkçeye ışık hızıyla “hakikat sonrası” diye çevrilen “post-truth” da bu kavramlardan biri. Amerikan seçim propaganda döneminde anız yangını gibi yayılan bu kavram, Türkiye entelijansiyası tarafından hemen verili kabul edildi de etkileri üzerine kalem oynatılmaya başlandı.

Pierre Bourdieu’nün “Televizyon Üzerine”de bahsettiği “fast-food düşünürleri” ya da her konu hakkında anında görüş üretebilen “malumatfuruş aydınlar” ana akım medyaya özgü değil. Sol düşünce dünyasında da her geçen bando arabasına dört nala koşarak yetişenler mebzul miktarda mevcut. Malum, ülkemizde entelektüelin düşünce üretim sahası akademi değil de köşe yazarlığı olduğundan “hakikat sonrası”yla ilgili veciz değerlendirmeler hızla paketlendi; yarısı soğuk, yarısı yanık da olsa pazar kahvaltılarının yamacında servise sunuldu. Bir sonraki öğüne kadar afiyet olsun.

Bu yazının amacı, Yeni E’nin bir kültür dergisi olmasından faydalanarak ve okuruna da saygı göstermeye dikkat ederek, “hakikat” kavramı üzerine fast-food değil, kısık ateşte pişen bir tartışma yapmak. Hakikati tartışmadan sonrasına geçip geçmediğimizi ya da sonrasında ne olduğunu konuşmak mümkün değil zira. Kaldı ki, dediğimiz gibi, acelemiz yok, eğer “hakikat sonrası” gerçekten tartışılması gereken bir kavramsa bunu tartışacak, bunun üzerine veriye dayalı akademik çalışma yapacak vaktimiz elbet olacaktır. Ha, değilse de, varsın, eksik olsun…

“Hakikat sonrası” kavramına ulvi anlamlar yüklenirken buram buram yayılan bir önkabulden başlayalım. Hakikat (truth), doğada -ya da toplumda- saf hâlde bulunabilen bir elementmiş gibi konuşuyoruz, konuşuluyor. Oysa hakikat, bir alaşımdır. Tek bir hakikat yoktur, aynı anda bir arada ve ayrı ayrı bulunabilen hakikatler vardır. Zira hakikat, yaygın kabülün aksine, bir inşa sürecinin sonucudur. Onu oluşturan şey, gerçekler (ya da veriler, İngilizcedeki tabiriyle fact) ve onları birleştirerek bir dönüşüme sokan bağlamdır. Hiçbir hakikat, gerçeklerin salt bir araya gelmesiyle oluşmaz, bu anlamda fiziksel bir bileşim değildir; bağlam, kimyasal bir etkileşimle gerçekleri çoğu zaman ilk oldukları hâlinden başka bir şeye dönüştürür. Farklı bağlamlar, aynı gerçeklerden farklı hakikatler üretebilir. Yönetmen Robert Evans şöyle demektedir; “Her hikayenin üç yüzü vardır; sana göre, bana göre ve hakikat. Bu kimsenin yalan söylediği anlamına gelmez. Hafıza herkese farklı hizmet eder.” Bu söz her ne kadar önemli saptamalar içerse de, Evans’ın yanıldığı nokta hakikatin üçüncü yüz olduğudur. Oysa, ne kadar hafıza varsa, kaçınılmaz olarak o kadar da hakikat olacaktır. Hakikati gösteren bilinçtir, bilinç olmadan hakikat var olmayacaktır. Hakikat sayısı, farklı bilinç sayısı kadardır.

Hakikatin izafiyetinin en açık örneği tarihtir. Tarih, bir hakikat örneği olarak tamamen inşa sonucu ortaya çıkar. Tarihsel olaylar teker teker bir anlam ifade etmezler; bağlam devreden çıktığında bir meczubun sokaktan geçeni vurmasıyla Franz Ferdinand’ın Gavrilo Prinçip tarafından vurulması arasında pek az fark vardır. Bağlam ise sayısız farklı şekilde ortaya çıkabilir; bir tarihsel olayın değerlendirilmesi sınıfsal olarak, etnik olarak, kimliksel olarak farklı olacaktır. Örneğin Endüstri Devrimini bir işçiyle bir atölye sahibi aynı şekilde yaşamamıştır; soykırım kurbanlarından gasp edilen bir evde doğan biri için o ev çocukluğu, kurbanlar için ise vahşeti simgeleyecektir. Kaldı ki tarih çoğu zaman bu kadar kişisel de kalmaz, çoğu zaman özellikle ulusal temelde kalıba sokularak yeniden üretilir. Birinin bir tarihi, yani bir hakikati, başka birine kabul ettirebilme kapasitesi hegemonyanın sınırlarına girer. Tartışmamız gereken de asıl budur.

Hakikat yalnızca bir inşa değildir, hegemonyanın da bir aygıtıdır. Ezilenler kendi hakikatlerini inşa edemedikçe bu böyle olacaktır. Eğer “hakikat sonrası” ile kast edilen gerçeklere dayanmama hâliyse, hegemonun hakikat üretirken böyle bir kaygısı hiçbir zaman olmamıştı ki. Türkiye’den çıkmadan konuşalım; 1970’lerde Kıbrıs’ı gazetelerden takip eden biri TMT’nin de en az EOKA kadar Türk işçi öldürdüğünü bilebilir miydi? Ya da “Hayata Dönüş Operasyonu” diyen paketlenen şeyin devlet eliyle gerçekleştirilen bir katliam olduğunu? Sur’u İsmet Berkan’ın akrep içinde gezerken çiziktirdiklerinden takip eden Hürriyet okurunun gerçeği bilebileceği nasıl söylenebilir? Ya da Cizre’de alev alev yakılan bodrumları… Tüm devlet geleneği gerçekleri ayıklayıp ülke sınırları dışında kimsenin aklına yatmayacak hakikatler yaratmak olan bir ülkede sanki yeni bir şeymiş gibi “hakikat sonrası”ndan bahsetmekten abes ne olabilir?

Peki içinde bulunduğumuz dönemin hiç mi yeni bir tarafı yok? Var, gerçekleri, yani verileri bulup çıkarmak eskisine göre daha kolay. Ancak bunu otomatik bir süreçmişçesine fetişleştirmenin anlamı da yok. O veriyi kazıp çıkarabilme kapasitesi yine ancak o ihtiyacı hissettirecek bağlamı kurabilmekten geçer. Bugün eğer gerçekler ezip geçilebiliyorsa; bu ister Trump’ın yalanları olsun, ister Doğan medyasının, o gerçeklerin ezip geçilmesini umursamayacak kitlelerin varlığıyla mümkün olabilir. Bu geçmişte, 1964’te Türkiye vatandaşı Rumlarla evli tüm Yunan vatandaşları “vergi kaçakçısı” diye sürgün edilirken de böyleydi, şimdi ölü bedeni yedi gün sokakta bekleyen Taybet Ana’nın hendek kazdığına inanılırken de böyle.

Şu an eğer ayrı bir toplumsal travma yaşıyorsak, bunun yeni icat edilen kavramlarla bir ilgisi yok. Mesele, içinde yaşadığımız dönemde gerçeklerin yerini tamamen duyguların, daha doğrusu itkilerin almış olması. İd’in toplumsal zihnin diğer katmanlarına üstün çıktığı, barbarlığın geri döndüğü bir dönemi yaşıyoruz. Bu dönemin egemenleri de bunu yansıtıyor. Dolayısıyla bize sunulan “hakikat sonrası” filan değil, dönemin barbar hükümdarlarının kendi hakikatleri. Kendi hakikatimizi kendimiz yazamadıkça, ya teslim olacağız, ya yok olacağız. Bunun da yolu yalnızca gerçeklerden değil, onları yerleştireceğimiz bağlamdan geçiyor.

 

a

Dağhan Irak
diğer yazıları