yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

Jane Hirshfield Şiirinde Ekopoetik Duruş

Ekoeleştirel düşünme/icat girişimi dünyayla ilişkimizin düşünümselliğinde öneme sahip bir dizayndır. Empati yoluyla ortaklık durumunu yansıtır ve kendi ilkeleri içinde kompozedir. Doğanın en geniş anlatı elçisi olması varlıkların çeşitliliğini ve onları birleştirmeyi mümkün kılacak imgeleri formüle etmenin bir yolunu tasavvur eder. Dünya, boş durmayan, sürekli fark edilecek bir saha aynı zamanda. Hak temelli bir yaşam projesi önermek şiirel niyetlerin erişimini, insan gerçekliğinin ötesine genişletir. Sanırım ilk olarak yaptığımız işlerden biri de doğaya derdin nedir sorusunu yöneltemeyince metafora sığınmak olur. Çevremizdeki dolaysızlıklar, safsızlıklar yeni düşüncelerin tohumu oluverir. Bu bahçede ağacın, şiddetli bir rüzgarla eve değmesine neden olacak kadar büyüdüğü anı tam olarak yakalamak elimizde. Evler onlardan uzaklaşmadığı sürece  yaşamın birimi ağaç zamanıyla eşleşiyor. Dolayısı ile ağacı ve kendimizi tanırken şiiri tanıyoruz.

 Eko-şiirin yardımıyla, şiir ve doğal dünya arasındaki ilişkiyi düşünmeye ve aynı zamanda aralarındaki ikiliği ortadan kaldırmaya yaklaşmak, var’ın biçimine dikkat çekebilecek yeni yorumları şiirde kullanma girişimlerine götürüyor. Doğa kanunları tarafından düzenlenen bir dünyada canlıları anlamakla ilgilenen dilleri tanımak istiyoruz, bu yüzden.

Bahse konu olan üretimlerin ve şairlerin ekoeleştiri (ecocriticism) bağlamında oldukça önemli olduğunu fark etmeli.  Jane Hirshfield’ın doğadaki izini takip ettikten sonra onu anlatmak beni ziyadesiyle şen kılacak. Yaşam formlarının çeşitliliği karşısında şaşkınlık duygusunu paylaşan şiirinde doğanın rolüne odaklanıyor, Hirshfield. İnsan-doğa ilişkisi tarafından işgal edilen bir öznenin düşünümselliğinin yanı sıra ben’in öteki’ye göre konumunu vurguluyor; ölüme doğru giden tüm canlıların ortak kaderini de anlatmanın bir yolu bu. Yerleşik ve ekolojik okumaların vurgusunu, empatik bir şekilde insan olmayan varlıklar alanına yönlendiriyor olması şiirde mağdurun tarafını tutmak anlamına gelmeyerek hayatta kalma mücadelesine işaret ediyordu. Hirshfield’ın Buzul’unu tanımalı şimdi.

 BUZUL

Yaz ve buz her zamankinden daha hızlı küçülüyor/ Donmuş suda kristal parçası özgür olmak için acele ediyor./ Çocuklara geri vitesli yokuşta mızmızlanmamalarını,/ buzulları görmeleri gerektiğini söylüyoruz./ Kara yüzeyini hissedin, parmak uçlarına kadar dokunun/ sıkışmış, buzlanmış./ Torunlar için mavi kalbe bakmaya ve dinlemeye ihtiyaç var.” (Jane Hirshfield)

 Hirshfield’ın Buzul’u tek bir doğal fenomene ve bu fenomenin yaşayanlar üzerindeki içgüdüsel etkisine odaklanıyor ama bütünlük olarak aynı zamanda bir psiko-coğrafyayı işaretliyor. Hirshfield’ın şiirel sesi üzerindeki etkisini ortaya çıkarmak, onun kişisel olmayan ama bazen tutkulu, kontrollü-serbest dalgalanan sesinin kendisini modernist şairlerden nasıl ayırdığını gösteriyor. Bu ima, insan ruhundaki çatışmanın araştırılmasını ortaya çıkarıyor, dilin de ustaca kullanıldığını söylemek gerek.

Wislawa Szymborska’nın şiirinde de tıpkı Hirshfield gibi doğa bilgisine dayalı yaşam etiğini bulma ümidi var. Deneyim üzerindeki bu ısrar bağlama bağımlı bir meselesi olduğunu gösteriyor. Böylece arayış, insan yaşamındaki iyiyi belirlemek üzerine kurgulanmış görünüyor. Keşfedilen iyilik payımıza düşen güneşin altında durmaktır elbet.

BULUTLAR

Bulutları tanımlamak için gerçekten hızlı olmam gerekirdi/ başka bir şey olmaya başlamaları için bir saniye yeterli./ (…) tek bir şekli, gölgeyi, pozu, düzeni tekrar etmezler./ Herhangi bir tür hatıranın yükünden kurtulmuş,/ gerçeklerin üzerinde kolayca yüzerler” (Wislawa Szymborska)

 Doğa, kolektiviteyi somutlaştıran örnektir aynı zamanda. Dilin inşası, varsayılan bir doğa durumundan ayrılma ve dünyayla birleşir. Szymborska, insan öznesinin yerini onaylar ve “nasıl yaşamalıyız”ı çerçevelediği gibi “toplumsal sözleşmedeki yerimiz nedir?” sorusunu ele alır. İki şair de ekolojik anlamda adaletsizliğin ve ıstırabın varlığını barındırabilecek ve aynı zamanda etik bir düzen oluşturabilecek dünya görüşünü şekillendirmek için dili kullanma ihtiyacını paylaşır.

Lucretius’un De Rerum Natura’sı da (Evrenin Yapısı) argümanlarını doğru seçtiği gibi bu argümanın kendisi tarafından dikte edilmemesiyle kolektif yaşamı örneklendirir.

Başlayacağım işe./ Sana atomları açıklayacağım, ki/ Doğa her şeyi onlarla yaratır, besler, onlara/ Ayrıştırır tükenince -onlara ham madde ya da/ Genellikle doğurgan gövdeler derim, yerine göre-Nesnelerin tohumları diye de adlandıracağım; ilksel tozanlar da diyebilirim. Çünkü önce /Onlar vardır, her şey onlardan oluşur aslında.” (Lucretius, Evrenin Yapısı/De Rerum Natura, Birinci Kitap, Savaş Tanrısı 50-55)

Lucretius’un şiirinin ayırt edici yapısında da seleflerin ve haleflerin benzer yapılarını araması doğa ile kurulan yaklaşımını açıklıyor. Evrenin en basit bileşenlerinin tartışılmasından karmaşık ve olağandışı fenomenlerin analizine kadar doğrusal bir şekilde ilerler.

Pablo Neruda da Hirshfield, Szymborzska ve Lucretius gibi doğa şiirinin yorumlarından olan ekoşiiri içeren ekoeleştiri bileşenlerine yer veriyor dilinde. Ekoşiirin özelliklerinden biri, şairin ekolojik bilincinden kaynaklanan insanın doğal dünyaya etik yönelimidir ve korumayı istisna değil norm haline getirmek için “ekolojik vicdan”dan yeni bir “toprak etiği”nin doğduğunu belirtir. Neruda, ormanda ‘düşen bir ağacın kokusunu hissedebilen’ bir şairdi. Neruda’nın “Ormana Övgü” şiirinde, persona şunu hatırlıyor:

“Çocukluğumdaki kalbim ve duyularım, düşen ağaçlarla, büyük ormanların geleceğiyle dolu” (Pablo Neruda, Ormana Övgü)

Ağaçları kesen baltayı nasıl duyduğunu açıklayan Neruda nesli tükenmekte olan ormanların kaderinden ve ağaçların acısından yakınıyor. Ayrıca, insanların konutlarının inşası nedeniyle ormanların kaybolmasından duyduğu büyük endişeyi dile getiriyor. Şiirdeki özne toprağın yarasını hissediyor çünkü yaşamının yarasını tanımlıyor aynı sırada. Çoraklaşan yeryüzünün durumunu ayrıca şöyle açıklıyor:

Ve şimdiden itibaren/ Yanmış kökleri/ Görünür dünyanın,/ Onu koruyan hiçbir şey yok(Pablo Neruda, Ormana Övgü)

 Her gün gördüklerimiz dünyayı görüşümüzü ve benliğimizi şekillendiriyor. Bu bir görünümdür, elbet. İnsan, dünya için mecazdır reel olduğu kadar. Coğrafya?  Evet.  Şairlerin mimarlığı da kaderden olsa gerek.  Yaşlı bir ağacı, kendi yaşlanmamızın karşısında an oluşum aciliyetleri için izliyoruzdur. Bir ceylanın tarafını tutmak ötekiliğe duyulan büyülenmeyi ve ötekiliğe karşı dürüst bir hayranlığı, hem doğal hukuka uygun determinizmin farkındalığından kaynaklanan korkuyla birleştirerek çağdaş post-insan düşüncesinden önce geliyor.

Sultan Gülsün
diğer yazıları