yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

Kıbrıs: Yarısı Cumhuriyet, Yarısının Yarısı Türkiye

Mağusa-Karpaz arasında kıyı boyunca ilerliyor, temmuz sıcağının boğucu yazgısında biriken ve çoğalan öfkemi boşaltacak bir yer arıyorum.Bir balıkçı barınağı yanında bulunan derme çatma bir balıkçı lokantasına sığınıyorum.

Bir gün evvel savaş uçakları tören alanını selamlamış, temeline kan sızmış evlerin balkonlarına bayraklar asılmış, topraktan bugün bile insan kemiklerinin fışkırdığı coğrafyanın bir yarısı “bayram” yapmıştı.

“Padişah” edasında bir başkan gelip geçmiş, dört bir yana “hoş geldin” afişleri asılmış, ortalık keskin nişancı kaynamıştı.

 

Unutmadan, Rauf Denktaş’ın kendi arabasını sürerek korumasız gezdiği günleri anımsayan kaç kişi kaldık şunun şurasında?“Bağımsız ve egemen KKTC Meclisi”nin atanmakla seçilmek arasında gidip gelen ve hangisinden olduklarına bir türlü karar verilemeyen vekilleri, büyük ağabeylerinden gelen “yeni bir Meclis binası ve külliye” müjdesinin idrakine varmaya uğraşıyordu hâlâ…

Pür dikkat “gardaş” Azerbaycan’dan tanınma beklerken, “kardeş” müteahhitlere “ihale” müjdesine karşı bir ülke afallıyordu. Adaya beton dökerek biraz daha görünmez kılmak, biraz daha aşağı bastırmak ve biraz daha etkisizleştirmek için belki de. Ya da bunlar değil, hiçbiri değil, elde avuçta müjde kalmayınca bir sihir yaratma telaşı işte.Az ilerideki balıkçı barınağından, iyice beyazlaşmış saçları sakalına karışmış adam geldi, karşıma oturdu, yüzüme baktı, “Kıbrıs’ı özledim!” dedi.

Ses çıkarmadım, yutkundum, güneşe sığındım, sözünü yineledi: “Kıbrıs’ı özledim!”

Bir insan, hele de memleketinde yaşarken yine memleketini özlüyorsa, iyice korkmamız gerektiğini anladım.

BÖLÜNE BÖLÜNE

Kıbrıs’ın kuzeyi hiç bu kadar çok ayrışmamıştı.

Bölüne bölüne amipten beter olduk.
Can Yücel yaşasaydı Kıbrıs’ın bu müjdeli yalnızlığına ne derdi, ne yazardı? Onun yazdıklarıyla içimiz soğur muydu, şimdiki zamanda buna yanıt vermek imkansız ne yazık.

Kıbrıslı Türkler ve Kıbrıs’ta Türkler ya da Kıbrıslılar ve KKTC yurttaşları gibi kimlik temelli bir ayırımdan söz etmiyorum.

“Türkiye ne derse o olacak” diyenlerle “bu memleket bizim, biz yöneteceğiz” itirazı arasında keskin bir çizgi bir var artık.

Kıbrıs’ın yarısı Kıbrıs Cumhuriyeti; öbür yarısının yarısı Türkiye, yarısı Kıbrıs!

Ada yarısında geçtim ayrı devleti, bu zamanlarda “muhtarlık” düzeyinde dahi bir yönetimden söz etmek mümkün değil.

Tüm ipler Türkiye’nin elinde ve sanırım Türkiye’nin herhangi bir vilayetindeki valinin, “KKTC” Cumhurbaşkanı ya da Başbakan’dan çok daha fazla iradesi var.

(Yeni yeni mi böyle oldu yoksa aslında 74’ten beri mi bilemiyorum, belki çok daha eski geçmişi. Misal, Limasol’daki sinemaya neden ‘Taksim Sineması’ denmişti, Kıbrıslı Türkler orada yaşarken ve ada henüz taksim edilmemişken…)

Kıbrıs’ta “ayrı bir egemenlik” iddiasına Birleşmiş Milletler ya da Avrupa Birliği’nden çok önce Kıbrıslı Türklerin inanması gerekiyor.

“KKTC yurttaşlığı” marifeti ile iradesi yontulan Kıbrıslı Türkler, son birkaç yılda gördük ki artık kendi demokrasileri içerisinde Cumhurbaşkanı ya da Başbakan seçemiyorlar! Hükümet kuramıyorlar. Hatta “iradenin temsil edildiği kutsal mekan” dedikleri meclis binasının nasıl olacağına bile karar veremiyorlar.

Yeni bir “sınır” çizilirken “iki ayrı devlet” de giderek netleşiyor: Kıbrıs Cumhuriyeti ve Türkiye.

DEMOKRASİ YERİNE İHTİŞAM

Kıbrıs’ta 20 Temmuz törenleri 47 yıllık bir sürecin ardından ilk kez muhalefetin katılımı olmadan yapıldı.

Cumhuriyetçi Türk Partisi ve Toplumcu Demokrasi Partisi milletvekilleri törene katılmadı.
İki Kıbrıslı Türk lider Mustafa Akıncı ve Mehmet Ali Talat – ki Annan Planı’nın müzakereci ismiydi törenleri boykot etti.

Erdoğan’ın konuştuğu “KKTC Cumhuriyet Meclisi”ndeki toplantıda, muhalefet milletvekillerinin sandalyeleri salondan çıkartılarak, tüm koltuklar “doluymuş” illüzyonu başarıyla sahnelendi.

“Nisap” yoklaması ile açılan meclise eğer o gün muhalif vekillerden biri gelseydi oturacak bir koltuk bulamayacaktı.

“Kıbrıs için çalışması tamamlanmış bir müjde” beklentisi ile meclise giden milletvekilleri ummadıkları bir hayal kırıklığı yaşadı.

Aslında o toplantı dahi Kıbrıs’ın kuzeyindeki irade yitiminin açık gösterisi oldu.

“Sömürge valisi” edasındaki Erdoğan’ın konuşması sık sık alkışlarla kesiliyor, “misafir” başkan meclis binasını beğenmediği için “yenisini yapma” kararını müjdeliyor, hatta mevcudunun müze olmasını buyuruyordu.

Dr. Küçük’ten bu yana Kıbrıslı Türk liderlere ev sahipliği yapan tarihi binaya ise “gecekondu” yakıştırması yapıyordu.

Erdoğan, “iki devletli çözüm”ü adanın kalbine mıhladığı konuşmasında Kuzey Kıbrıs’a “vilayet” iddiasını yükseltiyor; nereye bina, nereye yol yapılacağını anlatıyor, yalnızca Türkiye değil Kıbrıslı Türkler adına da sözünü söylüyordu.

Böylece, bir devletin itibarının demokrasi ya da özgürlüklerle değil, başkan ve vekillerinin sahip olduğu binaların “ihtişamı” ile ölçüldüğü geçiyordu, acılı adanın tarihine…

“DÜŞMAN” VAR, KORKMAYINIZ (!)

İktidarları idealist ve özgürlükçü kalabalıklardan korumak için mutlaka bir düşmana ihtiyaç vardır. “Düşman” aynı zamanda dokunaklı bir “mağduriyet” masalı yaratır. Çok daha önemlisi “derin temizleyici” vazifesi görür ve birilerini huzursuz eden ne kadar “hakikat” varsa, düşmana havale edilerek aklanır, paklanır.

Kıbrıs için de kural değişmez!

“Ezeli düşman” zaten mevcuttur.

Böylece hınç siyaseti her daim diri tutulur.

Mağduriyet derseniz hep tek yanlıdır.

Sizi katletmişlerdir, onlar kendi kendine ölmüştür.

Sizi mülteci etmişlerdir, onlar seve seve gitmiştir.

Siz “tatildesiniz” örneğin, onlar işgalcidir!

Düşman ve düşmanlık arttıkça milliyetçiliğin buyurganlığı büyür, iştahı kabarır, düşler doğranır.

Kıbrıs’ta özne Kıbrıslı Türkler ve Kıbrıslı Rumlar olmalıdır diyorsanız eğer “Rumcusunuz”.

Talimatla yönetime hayır diyorsanız eğer Rumcusunuz.

Vesayet altında yaşamak, Türkiye’ye ilhak olmak, biat etmek istemiyoruz diyorsanız eğer Rumcusunuz!

Söz hakkınızı, seçim hakkınızı, kendi önceliklerinizi kendiniz belirleme hakkınızı istiyorsanız, en azından “bırak da Meclis’e mi ihtiyacımız var okula mı, camiye mi ihtiyacımız var, yola mı biz karar verelim” diyorsanız eğer Rumcusunuz!

Tarihsel olarak ırkçı-şovenist politikaların merkezi olan Kıbrıs’ta akıl tutulmuş, samimiyet kaybolmuş, düzen çürümüştür.

Türkiye’nin “KKTC”ye yönelik müdahaleci tutumunu, irade yıkımını, vesayet ilişkisini, kimlik yitimini, ayan beyan ortaya çıkan ilhak siyasetini dillendirdiğiniz zaman bunu meşrulaştırmak adına Kıbrıslı Rum liderliğinin çözüm karşıtı tavırlarını ya da Kıbrıs tarihindeki zulmü hatırlatıyorlar.

İster istemez soruyorsunuz:

“Karşı Taraf” diyerek başlayan cümleler, Kıbrıs’ın kuzeyinin Türkiye tarafından yönetilmesini haklı mı çıkarıyor? Bu hoyratlığı, bu kışkırtıcı karıştırıcılığı hangi neden ya da taraf haklı kılabilir?

“Kukla Devlet”e dönüşmenin gerekçesi “Öteki”ne öfke mi oluyor?

İki yanlıştan bir “vilayet” mi çıkıyor?

Düşmanlaştırma politikalarının ötesinde “nefret dili” baskınlaşıyor.
İhtişamlı külliyelere değil, barışa ihtiyaç olduğu görülmüyor.

“KIBRIS”I SANDIĞA GÖMMEK

Kıbrıs’ta müzakere sürecini çökertmek, birleşme ihtimalini ortadan kaldırmak, adanın kuzeyini görünmez yapmak ve dünyanın dışında tutmak için olağanüstü bir çaba var.

Bu eylemi “iki ayrı devlet” koduyla büyütüyorlar ama ne o ayrı devletin tanınmasını istiyorlar, ne de iradesini, demokrasisini ve yönetimini tanıyorlar.

Altı üstünü tutmuyor izlenen siyasetin, üstü de altını…

Annan Planı’na dair “evet”i övüyor, barışma istencini çatışmaya dair bir söylemle büyütüyor, tümü “hayır” demiş siyasilerle el ele vererek o günleri alkışlıyorlar.

Birkaç yıl evvel tek kare fotoğraf çekti diye insanları hapse atanlar, şimdi aynı Maraş’ta yollara asfalt döküyor, bisiklet yığıyor, mescit açıyor, “hüzün turizmi” sayıklıyorlar.

“Mülkiyet hakkına saygı” diyerek, Türkiye’deki hatırlı yatırımcılara zemin hazırlıyor, “KKTC yurttaşları”na da yeni ganimet mecrasını işaret ediyorlar.

Anastasiadis, Maraş ile Ercan’ın BM, Mağusa Limanı’nın AB kontrolünde açılmasını önerirken kıyamet kopartanlar, askeri bölge sınırlarını “yüzde üç buçuk” gevşeterek “iade” açılımından söz ediyorlar.

“Kimsenin toprağında gözümüz yok” dedikten yirmi dört saat sonra “Maraş, KKTC toprağıdır” bildirisi yayınlıyorlar.

Kıbrıs’ı Türkiye seçiminin “konsepti” seçmişler.
Bu kampanyada Kıbrıs’ın geleceği yok; insanın ve doğanın, demokrasinin ve özgürlüğün geleceği olmadığı gibi.

İktidarı ve hatta ana muhalefeti ile meseleyi “millet masalı” üzerinden okuyanlar, adayı ve dünyayı karşılarına almak pahasına Kıbrıs’ı sandığa gömüyorlar.

“GARANTİ”Lİ SON SÖZ!

Erdoğan kendini “Kıbrıs’ın kuzeyinin sahibi, KKTC’nin garantörü” sanıyor!

Türkiye’nin çoğunluğu böyle bir yanılsama yaşıyor.

Uluslararası hukuk bilen biri, tümüne, Türkiye’nin Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’nı ve toprak bütünlüğünü garanti ettiğini, o anayasanın da ayrı devleti yasakladığını anımsatır mı lütfen!

20 Temmuz haftasında “Bi Dünya Kıbrıs” diye bir festival yapılıyor örneğin. Hem de aceleyle. Okçular Vakfı var işin içinde, festival Kıbrıs’ın spor festivaliymiş güya ama bundan hiçbir spor federasyonunun haberi olmuyor. Uluslararası Kuzey Kıbrıs Kültür ve Spor Festivali için Kıbrıs Vakıflar İdaresi işin içinde ama dünyanın bundan haberi olmaması kimsenin umurunda değil.

Pankartlar asılıyor birkaç gün evvel, birkaç gün sonra açılışlar, konuşmalar, madalya törenleri…

Ne varsa denizin ötesinden geliyor ve KKTC’nin böylesi “törenler” için cicili bicili giyimli bekleyen “baş”ları koşa koşa podyumda yer alıyor, ne kadar egemen, ne kadar devlet olduğumuzu anlatıyor. Bununla kalsa iyi, adanın “anavatan”a bağlı ve bağımlı olması üzerine kurulan bahisler müthiş bir olanak gibi anlatılıyor insanlara. Biraz geriye dönüp baktığımızda tarihin köprüleri altından akan geçmiş çok uzakta değil.

Kıbrıs Türk Azınlığı Kurumu, 1943.

Kıbrıs Cumhuriyeti, 1960.

Kıbrıs Türk Genel Komitesi, 1963.

Kıbrıs Geçici Türk Yönetimi, 1967

Kıbrıs Türk Yönetimi, 1971.

Otonom Kıbrıs Türk Yönetimi, 1974.

Kıbrıs Türk Federe Devleti, 1975.

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, 1983.

Bunlardan sadece biri dünya tarafından tanındı: Kıbrıs Cumhuriyeti.
Kıbrıslı Türkler ilk kez Kıbrıs Cumhuriyeti’nde dünyanın onayladığı “siyasi eşitlik” hakkını elde etti, ortak yönetime katıldı.

Şimdi “Kıbrıs Türk Devleti” diyor, Erdoğan!
Öyle karar vermiş… Sanki hiç itilmemişiz. İstenmeyen insanlar listesi uzayıp giderken, Türkiye havalimanlarından Kıbrıslı insanlar geri gönderilmemiş. Beton müjdesini Millet Bahçesi ile allayıp pullamak kalmış bize.

Balıkçı teknelerinin şavkı Akdeniz’e yansırken gün batıyor.
Saçı sakalına karışmış adam bana “Kıbrıs’ı özlediğini” anlatıyor.
Kıbrıs’ta yaşarken…

Cenk Mutluyakalı
diğer yazıları