yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

Nolite te bastardes carborundorum*

Margaret Atwood’un Türkçe’ye Damızlık Kızın Öyküsü olarak çevrilen kitabı The Handmaid’s Tale, 1985’te basıldığından beri hep en çok satanlar listelerinde yerini aldı ve pek çok tartışmayı tetikledi. Feminist distopya olarak kategorize edilen eserin yazılmasında, kendisinin defalarca ifade ettiği gibi, Atwood’un şahit olduğu siyasal sürecin etkisi büyüktür. Zira eserin yazıldığı dönemde ABD’nin en saldırgan liderlerinden biri olan ve Sovyetlere karşı sert bir politika izleyen Ronald Reagan damgasını vurmuştu. Bilindiği gibi Reagan, yapabildiği her yerde, örneğin Latin Amerika ülkelerinde, Afrika’da ve Orta Asya’da antikomünist mücadeleyi desteklemek için, Sovyet karşıtı militarist gruplara para ve lojistik destek vermiş, ajanlık ağlarını örgütlemiştir. Amerika’da Cumhuriyetçi lider Reagan rüzgarı eserken, İngiltere’de Margaret Thatcher onunla işbirliği içindeydi. Doğu Avrupa’daki sosyalist devletlerin yıkılması, İngiltere’de sosyal devletin sonlandırılması, neoliberal politikaların çok hızlı bir şekilde hayata geçirilmesi, hemen tüm kamu işletmelerinin özelleştirilmesi ve tüm ilerici sendikal hareketlerin tırpanlanması Thatcher’ın başbakanlığında gerçekleşti. “Demir Leydi” olarak bilinen Thatcher’ın başbakan olduğu yıllar İngiltere’de kadın hareketinin en güçlü dönemiydi. Buna rağmen Thatcher, bu harekete destek sunmak bir yana, kadınların eşit işe eşit ücret ve ücretsiz kürtaj hakkı gibi tüm taleplerine kulak tıkamıştır. Örneğin hayatı boyunca iş sahibi bir kadın olmasına rağmen Sovyetler’e gidip kadınların çalışabilmesi için inşa edilen kreşleri gördüğünde üzüntü içinde olduğunu belirtiyordu, çünkü ona göre kadın evde oturup çocuklarını büyütmeliydi. Kendisinden ev kadını olarak bahseden Fransız gazetesine “gurur duyarım” diyerek cevap vermiştir. Yani, erkek egemen hiçbir yapıya, hiçbir söyleme dokunmamış, ancak sınıf mücadelesini bitirmek için elinden gelen her şeyi yapmıştır. Bugün hâlâ İngiliz emekçilerinin tüm hak kayıplarının en büyük sebebi olarak Thatcher görülür.

Kısaca eser, 80’lerin sonu ve ortası ile Sovyetlerin de güç kaybedip nihayet yıkılması ile kapitalizmin muhafazakâr partiler önderliğinde inanılmaz parlatıldığı, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağının iddia edildiği bir dönemde yazıldı. Ekonomide serbest ticareti ve özelleştirmeyi savunan bu akımın aynı dönemdeki Türkiye temsilcisi Turgut Özal olmuştur. Tüm bu liderlerin ortak özelliği, hepsinin kadın düşmanı politikalara imzalar atmış olmasıdır. Ancak Atwood’un tanıklık ettiği tarihsel süreç bununla da sınırlı değildir. Örneğin kadınların yaşamına kara bir kâbus gibi çöken İran devrimini ve toplumun gerçekleşmekte olan değişimi zamanla nasıl içselleştirdiğini görmüştür. Yine aynı dönemde, ABD’de muhafazakâr aktivist Phyllis Schlafly’nin, Eşit Haklar Tasarısı’na (Equal Rights Amendment – ERA) karşı kampanyası etkin oldu. Bu kampanya boyunca kullanılan ifadeler ve talepler bugün ABD’de Cumhuriyetçilerin kadın politikası konusundaki söylemlerinin temelini oluşturur. Kampanyanın temelinde kürtaj karşıtlığı olmasına rağmen, Schlafly bununla yetinmemiş, kürtajın tecavüz dahil her koşulda reddedilmesi uğruna, “Evlenmeyi kabul eden kadınlar cinselliği kabul etmiş sayılır, bu yüzden tecavüz sayılmaz” ifadelerini kullanmıştır. Yine Doğu Avrupa ve Almanya deneyimleri, 1960 ve 1970’lerdeki ikinci dalga feminizminin aşırı muhafazakâr Amerikan toplumu ile kavga içerisinde olması da Atwood’u etkilemiştir.

Bu anlamda kitap, Soğuk Savaş sebebiyle sürekli gündemde olan nükleer bomba korkusu, dönemin en büyük tartışmalarından olan çevre sorunları ve kısırlık gibi konuları işleyerek kendi tarihsel sürecini yansıtır. Eser belirtildiği gibi her dönem çok okunanlar içerisinde oldu, ancak kitabın ve kitaptan uyarlanarak bu yılın nisan ayında gösterime giren dizinin kazandığı popülerlik, büyük ölçüde Donald Trump gibi tacizci, kadın düşmanı ve gerici bir ismin ABD başkanı olarak aday gösterilmesine ve seçilmesine dayanıyor. Örneğin Trump’a karşı şubat ayındaki gösterilere katılan binlerce kadın, Atwood’un kitabına gönderme yapan onlarca döviz taşıdı; internette kitaptan esinlenen paylaşımları dolaşıma soktu.

Atwood’un da senaryo ekibi içinde bulunduğu dizinin en az kitap kadar ses getirmesinde şimdiye kadar bizleri hayal kırıklığına uğratmayan, son derece başarılı kurgulanmış ve bazı ayrıntılar dışında kitaba sadık kalarak ilerleyen senaryonun etkisi büyük oldu. Dizi, daha şimdiden kimi eleştirmenler ve birçok izleyici tarafından dram türünde 2017’nin en başarılı dizilerinden biri olarak değerlendiriliyor. Ancak tıpkı kitabın yazıldığı dönemde olduğu gibi, içinde bulunduğumuz dönemde dünyadaki sağ yönelim ve insanların buna yönelik kaygılarının da, yani dizide yaşananların gerçek bir ihtimal olarak görülmesinin de bu başarıda etkili olduğu söylenebilir. Zira Trump ile beraber ABD’nin pek çok eyaletinde kadın düşmanı politikalar yükselişe geçti. Cumhuriyetçi partinin Oklahoma milletvekili Justin Humphrey’in, “Kadınların sanki onların kendi vücuduymuş gibi hissetmelerini anlıyorum. Oysa ben bunu (fetüsü), kadının yalnızca ev sahipliği yaptığı ayrı bir unsur olarak görüyorum” sözleri ile, kadının kürtaj öncesi erkekten izin almasını şart koşan yasa önerisini desteklemesi durumun vahameti için verilebilecek küçük bir örnek.

Distopya değil, gerçeğimiz!
Kitabın yazıldığı dönemde olduğu gibi dizi sonrasında da güncel kadın politikaları ve eserin kurgusu arasındaki benzerlikler üzerine onlarca makale yazıldı. Bu makalelerin pek çoğunda The Handmaid’s Tale’in hayalî bir distopya değil dünyanın dört bir yanında yaşamakta olduğumuz bir gerçeklik olduğu vurgulanıyor. Örneğin dizinin ilk bölümünde kaçmaya çalışırken Offred ve ailesine karşı yapılan saldırı bugün ülkelerinden yaşam olanağı olmadığı için göçmek zorunda kalan ve kaçış yollarında ölen insanları; dizide damızlık kızların sadece taşıyıcı anne, yani döl yatağı olarak kullanılıp doğurdukları çocukları yönetici ve üst sınıftan olan kişilere vermesi, bugün dünyanın pek çok yerinde gerçekleşen çocuk alım satımını akla getiriyor. Örneğin, 2005’te Çinli bir gazeteci ülkesinde çocukların yetimhanelerden satın alınarak ya da kaçırılarak evlat edinildiğini, çocuklara ise nereden geldikleri konusunda yalan söylendiğini ortaya çıkardı. Tarihte de örneği var bu durumun: Hitler döneminde Ari ırk görünümlü sarışın 200 bine yakın Polonyalı çocuğun kaçırılıp Almanlaştırıldığı biliniyor. Dizide verilen aile içi tecavüz rahatsız edici olsa da, hiç de gerçekdışı değil. 1993’e kadar ABD’de aile içi tecavüz yasada suç olarak tanımlanmıyordu ve ABD’deki 13 eyalette hâlâ aile içi tecavüz diğer kişiler tarafından yapılan tecavüzden ayrı olarak değerlendiriliyor. Ayrıca, aile içi tecavüz ile ilgili hiçbir yasa bulunmayan ülkeler bulunuyor. Dizide doğum oranlarının insanın tetiklediği ekolojik felaketler nedeniyle dramatik şekilde düştüğünü görüyoruz. ABD’de ise 2017, kısırlık değil ama kadınların ekonomik kaygıları sebebiyle tarihin en düşük doğum oranının yaşandığı yıl. Yine taşıyıcı annelik ve kadın bedeninin sömürüsü de bir o kadar gerçek. Bugün Kamboçya, Hindistan gibi taşıyıcı anneliğin yasal olmadığı ülkelerin kadınları, gelişmiş ülkelerde çocuk isteyen aileler tarafından sömürülüyorlar. Dizide kadınların mülkiyet edinmesinin tamamen yasaklanması ise 1974 yılında çıkarılan Eşit Kredi Fırsatı (Equal Credit Opportunity) yasasına kadar ABD’de kadınların kendi adlarına kredi çekmelerinin yasak olması ya da dünya özel mülkiyetinin tümünün yalnızca yüzde birinin kadınların elinde olması ile bağlantılandırılıyor. (Suudi Arabistan’da ise kadınların mülkiyet edinmesi tamamen yasak.) Lezbiyen olan Ofglen’in orgazm olmasının engellenmesi için sünnet edilmesi, bugün ABD’de bile az sayıda da olsa gerçekleşen, Afrika’da oldukça yaygın olan kadın sünnetinin ve kadın cinselliğini baskılayan İslam ülkelerindeki uygulamaların bir yansıması… Dizide insanlar mahkemeye bile çıkarılmadan idam ediliyor; buna mukabil, Washington Post’un bildirdiğine göre, ABD’de 2017 yılında 339 kişi polis tarafından öldürüldü ve bunların 23’ünün üzerinde herhangi bir silah bile yoktu. Dünya üzerinde her yıl binlerce insan devletler tarafından, silahsız oldukları halde öldürülüyor. Dizide protesto sırasında insanların vurulması ise 1970’de Kent State’de öğrencilerin barışçıl eylemleri sırasında öldürülmesi ve polisin Ferguson’dan Standing Rock’a kadar yoğun şiddet uygulaması gibi birçok olaya gönderme olarak okunabilir. Dizide kadınların kendi isimlerinin unutturulup “sahiplerinin” isimleri ile çağrılmaları (Offred; Fred’in, ya da Ofdaniel; Daniel’ın gibi) dünyada evlilik sonrası soyadı uygulamalarının bir benzeri. Kadınların eğitim-öğretim haklarının ellerinden alınması ise Suudi Arabistan gibi ülkelerde kadınların okumak için aile erkeklerinden birinin iznini alması gerekmesi ve yine pek çok kız çocuğunun erken evlilik veya ekonomik sebeplerle okuyamamasına örnek. Damızlık kızların kıyafeti ile Katolik rahibelerin kıyafetleri ya da İslam ülkelerindeki çarşaf arasında benzerlik bulunuyor. Dizideki gibi duvara asılıp günlerce bekletilmese de, hâlâ Kuzey Kore, Suudi Arabistan, İran ve Somali’de idamlar kamusal alanda gerçekleştiriliyor. Ve bunun yanında, herhangi bir isyan, cinsel suç ya da ahlaki kuralın çiğnenmesinin ölümle cezalandırılması, manipülasyon sonucu gerçekle yalanın birbirine karışması, hükümetlerin terörist saldırılar bahanesiyle özgürlükleri sınırlandırması, doğum kontrolünü sınırlandırmak için yapılan girişimler… Dizide olanlar ile gerçek hayatta yaşananlar arasında pek çok örnek verilebilir. Elbette Gilead toplumunun her haliyle vücut bulduğu bir ülke yok ancak belirtildiği gibi farklı yerlerde de olsa bu örneklerin dünyanın bir yerlerinde görmek gerçekten kaygı verici. Atwood, 1986’da New York Times ile yaptığı röportajda, “Böyle bir şey yazmak çılgınlık olur diye düşünüp üç yıl yazmayı erteledim. Sonra iki şey oldu ve ben uydurduğum bu hikayelerin aşağı yukarı içinde bulunduğumuz dönemde gerçekleştiğini fark ettim. Hiç şüphe yok ki, kitap yayınlandığından beri bu fikirlerin çok daha fazlası gerçeğe dönüştü.” diyor. Bu anlamda, Atwood’un eseri, pek çok feminist yazarın ifade ettiği gibi iktidarların kendi güçlerini sürdürebilmek için kadın bedeninin kontrol etmelerinin distopik bir örneğidir. Ancak kadın bedeni-biyolojisi üzerinde iktidar kurmak için, Damızlık Kızın Öyküsü’nde olduğu gibi totaliter bir devlete belki de ihtiyaç duyulmayabilir.

Kadın bedeni ve biyopolitik – biyoetik tartışmalar
The Handmaid’s Tale’de fundamentalist Hristiyan gruba darbeyi yaptıran asıl sebep, ekolojik sorunlar sebebiyle kısırlığın artması ve nüfusun, özellikle de üst sınıf nüfusun tehlikeye girmesi. Yani temelde yapılan, kadın bedeninin tahakküm altına alınması ile iktidarın kurulması. Atwood dizinin gündeme gelmesi ile yukarda bahsedilen New York Times gazetesinde kaleme aldığı makalesinde “Kadınların ve bebeklerin kontrol edilmesi bu gezegen üzerindeki tüm baskıcı rejimlerin özelliğidir” diyor. Gerçekten de birçok durumda devletler, kendi iktidarlarını yaratmayı ve sürdürmeyi, beden üzerinde kurdukları iktidar ve kontrol ile başarmışlardır. Yani beden, iktidar mücadelesinin verildiği ilk mikro alandır. Bu kontrolü, Fransız filozof Michael Foucault “biyopolitik” olarak adlandırır. Ancak Foucault, bu kavramı özellikle modern ulus devletlerinin yeni iktidar biçimi olarak görür. Çünkü 18. yüzyıl ulus hareketleri ile birlikte devletler nüfusun kendisini bir güç olarak algılamaya başlamış, kendi ‘öz’ milletini oluşturmak istemiş, bu güç üzerinde iktidarını korumak için kişilerin bedenlerine müdahale etme ihtiyacı duymuşlardır. Bu müdahale politiktir ve doğum yapmak ya da yapmamak ile ilgili tüm teşvik ve kısıtlamalardan, (mesela doğum yapan kadına maaş, madalya vs. verilmesi ya da Çin’de olduğu gibi fazla doğumun cezalandırılması) bedenin düzenlenmesine ve yönetimine, ne kadar çocuk doğrulacağından, doğumun tamamen tıbbileştirilerek hamileliğin ve doğumun kendisinin hastalık olarak görülmesi ile kadının bedeni üzerinde kendisinin değil bir “üst akıl” olan doktorun söz sahibi olmasına, kişilerin bedenlerinde yaşadığı her türlü yabancılaşmadan, nüfus ve aile planlaması, nüfusun mekânsal dağılımı ve hızı ile ölüme dair tüm politikaları kapsar.

Gilead Cumhuriyeti, tam da “yaşamın” kendisinin iktidarın bir nesnesi haline gelmesi sebebiyle bu tartışmaları ateşledi. Çünkü bu toplulukta kadınlar arasında bir hiyerarşi olsa da (damızlık kızlar, teyzeler, komutan eşleri, seks işçileri, hizmetliler ve hiçbir şekilde “fayda” sağlanamayacağı için kimyasal atık temizleme alanlarına gönderilen kadınlar gibi) kadınların kendi bedenleri üzerinde hiçbir hakları yok. Aksine devletin mülkiyeti olarak görülüyorlar.

Dizinin yayınından sonra, ABD’nin farklı kentlerinde kürtajı kısıtlayan yasayı protesto etmek eden kadınlar, The Handmaid’s Tale’deki karakterler gibi kırmızı elbiseler ve beyaz şapkalar giyerek yürüdü ve epey gündem oldu. Çünkü Trump’ın seçilir seçilmez yaptığı ilk işlerden biri kürtaj sağlayan örgütlere maddi desteği kesmek oldu. Buradan alınan cesaretle pek çok eyalette kürtaj düzenlemeleri yapılmak istendi. Trump da hemen tüm Cumhuriyetçiler gibi kürtaj konusunda fetüsü anneden bağımsız yaşayan bir varlık olarak gören ve kürtajı destekleyen “seçim-yanlısı” (pro-choice) konumunda değil, “yaşam-yanlısı” (pro-life) denilen çizgide oldu. Trump bu konuda Reagan geleneğinden gelen tutumunu şu sözlerle ifade etti: “Bu konudaki tutumum değişmedi. Ronald Reagan gibi ben de, istisnalar olmak kaydıyla ‘yaşam’ taraftarıyım.” ABD’deki bu seçim yanlısı-yaşam yanlısı çatışmasının temelinde biyoetik tartışmalar söz konusudur. Bu bakış açısı, fetüsü bağımsız bir varlık olarak kabul eder ve zaman zaman anneden daha değerli görür. Örneğin Melih Gökçek’in tecavüz sonucu kürtaj ile ilgili “Tecavüz edeni getir, cezasını ver. Ama karındaki çocuğun suçu ne? Onu da devlet alır, büyütür çocuğun haberi bile olmaz. Çocuğun yaşama hakkını nasıl alırsınız elinden” demişti. Bu ifade tam da bu bakış açısını yansıtır.

Dizide zaten var olan kısırlık sebebiyle, kürtaj gündem bile edilmiyor. Ancak yukarda belirtilen kürtaj karşıtları fetüsü “henüz doğmamış hasta” kategorisinde ele alıp anneden üstün tutan bir bakış açısına sahip. Yani doğum öncesi ve sonrası süreçlerle ilgili asıl belirleyici kişinin annenin olmadığı görüşü söz konusu. Örneğin dizide, tecavüz ettiği için değil fakat hamile bir damızlık kıza tecavüz ettiği için, bir erkek taşlanarak öldürülür. Hatta doğurduğu çocuğunu kimseye vermek istemeyen Janine’nin, intihar girişiminde bulunduğu ve bebeğin hayatını tehlikeye soktuğu için taşlanarak öldürülmesi talep edilir. Her açıdan, kadınların değil bebeklerin ön planda tutulduğu bir bakış açısı hakim.

Gilead’de cinsellik her anlamda “yararlı” kamusal amaçlar altında düzenlenmiştir. Örneğin damızlık kızlar, ”seremoni” olarak adlandırdıkları tecavüz sonucu komutanlardan hamile kalırlar. Bu tecavüze komutan eşi de, damızlık kızı iki bacağının arasına alıp, ellerinden tutarak, tecavüze uğrayan sanki kendisiymiş gibi eşlik eder. Damızlık kızlar hamile kalır da doğurursa, çocuk kısa bir süre sonra kendisinden alınır ve komutan ve eşine verilir. Damızlık kızlar doğum yapar yapmaz, tekrar çocuk üretimi için başka bir ailenin yanına gönderilir. Yani bu kadınlar, bebek yapma makinaları olarak görülürler. Dizi ile ilgili biyoetik tartışmalar tam da bu noktada başlar. Çünkü çok değil, 50 yıl öncesine kadar insan vücudunun parçalanamayan bir bütün olduğu yönünde kadim kabullerimiz vardı. Son yıllarda ise bedenin fragmanlaşması, yani başka bedenler için kullanılacak parçalar haline dönüşmesi, son derece olağan bir hal aldı. Laboratuvar ortamında üreme, sperm ve yumurta nakli ile taşıyıcı annelik de bu sürecin bir parçası olarak devam ediyor. Dizide yaşanan bu durum, günümüzdeki taşıyıcı annelikten tecavüz sonucu, baskı ile yapılıyor olması ve ticari bir unsur olmaması yönleri ile ayrılır. Ancak yine dizi, taşıyıcı anneliğin tekrar gündeme gelmesine sebep oldu. Taşıyıcı annelik ucuz olduğu için başta Asya ülkeleri olmak üzere, dünya ölçeğinde hızla yaygınlaşan ve beraberinde pek çok etik tartışmayı da doğuran bir konu. Örneğin, Üreme Tıbbı İçin Amerikan Topluluğu “2004-2006 yılları içerisinde taşıyıcı annelikte % 30 artış olduğunu, (2006’da gerçekleşen doğum sayısı 1059) ancak buna rağmen bu sektörün uzmanları, taşıyıcı annelik ile yapılan pek çok doğumun kayıt altına alınmadığı için gerçek sayının bundan çok daha yüksek olduğunu ifade ediyor. Yine 2014’teki New York Times’ta Rudy Rupak tarafından yayınlanmış bir yazıda “kısırlık ve taşıyıcı annelik ile ilgili pek çok trajedi ve dalavere dönüyor çünkü işin içinde para var.” ifadesiyle bu sektörde yaşanan sömürüye dikkat çekiliyor. Bu sömürünün örneği, medyaya yansıyan onlarca vaka bulunuyor. Örneğin bir dönem tüm dünyada haber olan Gammy bebek, sosyal medyada yürüyen kampanya sayesinde duyuldu. Gammy, Avusturalyalı biyolojik anne babası tarafından Down sendromlu olduğu için istenmemiş, Taylandlı taşıyıcı annesine bırakılmıştı. Gammy’nin ikizi ise sağlıklıydı ve aile sadece sağlıklı bebeği alıp kaçmıştı.

Tam da bu yüzden taşıyıcı annelik günümüzde kadın bedeninin, doğumun ve doğacak bebeğin alınır satılır bir meta haline getirilmesi demektir. Çünkü kadın kendisini bir rahim ortamı olarak görerek bedenine yabancılaşır. Ayrıca özellikle yumurtanın başka bir kadından alınmasıyla gerçekleşen döllenmelerde taşıyıcı anne çocuğun biyolojik annesi olmadığı ve çoğunlukla da yoksul bir kadın olduğu için hukuksal olarak hiçbir hakkı bulunmuyor. Bu tür çalışma, kadının 10 ay boyunca tüm 24 saatini alması itibariyle kadını tam anlamıyla kendi emeği ve bedenine yabancılaştıran, kadın bedenini metalaştıran bir uygulama. Ticari taşıyıcı anneliğin 2002 yılında yasallaştığı Hindistan’da, ülkenin en fakir eyaletlerinden biri olan Gujarat eyaletinde, alkol sigara ve uyuşturucu alımının düşük olması (yani “sağlıklı” kadınların çokluğu) ve ABD’ye göre çok daha ucuz olması sebebiyle dünyanın her yerinden daha fazla alıcı bu bölgeye gelmiştir. Bu anlamda taşıyıcı annelik insanların metalaşmasının en mükemmel örneği olarak kölelerin açık arttırmayla en yüksek fiyat verene satıldığı Amerikan kölelik sistemine benzetilmiştir. Köleler hukuken bir mülkün tüm özelliklerini barındırırlar, aynen bir mülk gibi başkasına transfer edilebilir, atanabilir, miras bırakılabilir veya borca karşı teminat olarak verilebilirlerdi. Bu sistemde köle kadınlar da taşıyıcı anne muamelesi görürlerdi. Kendilerinin ve çocuklarının sahibi olan köle sahiplerine doğurdukları çocuklar üzerinde hiçbir hakları yoktu.

Sonuç olarak The Handmaid’s Tale, mesele kadın ve cinsel yönelimler olduğunda patriarkanın varabileceği uç noktayı göstermesi açısından son derece çarpıcıdır. Yazarı eleştirenlerce en çok tekrarlanan iddia, muhafazakârları ve dinin kendisini hedef aldığı şeklinde. Ancak belirtildiği gibi, Atwood’un tanıklık ettiği süreçlerde kadın düşmanı politikaların hemen hepsi muhafazakârlar tarafından uygulanmıştır. Ona göre bu tesadüf değildir. Din konusunda ise, kitabın dinlerle ilgili herhangi bir karşı duruşunun olmadığını ancak dinin erkekler tarafından kadın bedeninin kontrolü için kullanılmaya açık olduğunu belirtmiştir. Karakterlerin tamamı modern bir yaşam sürerken birdenbire bu konuma düşer. Bu geçiş de pek çok kişi tarafından abartılı ve hızlı bulunsa da dizinin “Late” isimli bölümünde gösterildiği gibi bu duruma sebep olan şey sessizlik ve kabulleniştir. Bu yüzden Offred’den önceki damızlık kızın duvara kazıdığı gibi: Alçakların zorbalığına müsaade etmeyelim!

diğer yazıları