yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

Yeni Gelin Sunumunun Mahrem Öyküsü

Hem namahrem ve mekruh olanın, caiz olmayan insan davranışlarının listesini tutarak mahrem alanı, içinde yaşamayı bir azab haline getiren bir söylem. Hem mahremin köşe bucak, kıyı köşe

kamusal alana süpürülüp saçılmasının bakıştan azade hiçbir insanlık durumunu bırakmamış gibi göründüğü pratik. Her ikisi de birbirini yerinden edemeden, kültürel bütünün çelişik fragmanları olarak birlikte durabiliyor. Bir televizyon kanalında “Bir kadının kocasına ismiyle seslenmesi edebe zıttır, mekruhtur. Efendim, beyim diye seslenebilir…” diye dikte eden “ulema” ile, bu ulemalığın evin içinde kurmaya çalıştığı

hiyerarşiyi ergen bir lakaytlıkla alaşağı ederek “kocişe kahvaltı sunumu” paylaşımı yapan yeni gelin sözünün yan yana durabildiği bir absürtlük durumu. Ancak nüfusun aynı dilde konuşmasını mümkün kılan ortak değerlerin ve anlamların bozguna uğradığı bir durumda söz konusu olabilir bu.
Ortalama kültürel ve etik değerleri kararsızlaştırarak görecelileştiren ve hayatı tutarlı ve bütünlüklü ilkelerden yoksun bırakan dönüşüm son yirmi yılda oldu. Önce bu ilkeleri yıkıma uğratan nişlerin açılmasına göz yumarak sonra toplumun İslami kimlik gruplarına, tarikatlara, cemaatlere bölünmesini kışkırtarak dini-muhafazakâr söz çeşitliliğinin kamusal alanda, medyada sınırsızca dolaşımını teşvik eden iktidar gücünün nüfuz edebileceği bir kakafoninin ortaya çıkması kendisini tutarlılığın, birikmiş anlamın yıkımına borçludur.
Bundan yirmi yıl önce bir eve kapatılmış insanların 24 saat izlendiği Biri Bizi Gözetliyor (BBG) programları neyin mahrem olarak kalması gerektiği, neyin ifşa edilebileceği konusunda yoğun tartışmalara yol açmıştı. O zamandan bu yana köprünün altından çok su aktı; “işi, arabası, evi, sigortası olsun, üzümünde çöp bulunmasın da evleneyim” arsızlığındaki adayların katıldığı evlenme programları; kaynanayla gelini; misafirle ev sahibini; gelin adaylarını birbiriyle yarıştıran; günahkarların Müge Anlı’nın önünde günah çıkardığı ‘polisiyeler’, paparazziler, televoleler vb. ile karşılaştırınca, ufkunu yorgan altındaki faaliyet iması yapabildiği yere kadar sınırlı tutan BBG çok naif kalıyordu.

Mahremin sınırlarıyla bu kadar oynanmasının kamusal alanın yeniden yapılandırılmasına gerekçeli bir geçiş yaratmakla ilgisi vardır. Ve elbette bu süreç öznesiz değildir. İş mekanının ve zamanının esnekleştirilmesi, emek gücünün istikrarsızlaşması, toplumsal politikaların tasfiyesi gibi çoklu veçheleriyle süren, Türkiye’de direksiyonunda dini muhafazakâr bir siyasi elitin bulunduğu neoliberal kapitalizm buradaki beklentilerine gündelik hayatın eski kararlı yapılarını yerinden oynatarak yanıt aramaktadır. Kadın fikriyatını ve bedenini yeniden şekillendiren retorik de sadece dini bir yaşam kurmayı hedeflemez. Kadın sayesinde kurulu düzeni değiştirilen mahrem aracılığıyla kamusal alan yeniden tahkim edilir.
Bu bakımdan devlet erkânından kişilerin, kahkahasını yasaklayıp sokaktaki görünümüne kürsüden ayar vermeye çalıştıkları kadınların giyim kuşamını, kime görünüp kime görünmeyeceklerini hadisle, sureyle kanıtlamaya çalışan ulemanın söylemindeki örtüşme bir rastlantı değildir. Ancak rahatsızlık veren ya da tepki çeken dikteyi, ilke koyucunun hadsizliğine havale eden görecelik sayesinde bunlar birbiriyle alakasız, hatta kişilerin düşünce özgürlüğünden doğan hakkı olarak gösterilebilmektedir.
Ne var ki iki yüzü keskin bir bıçaktır bu. Televizyon ulemaları, devlet büyükleri ve Diyanet’in fetvalarının yayınlanmasından bir dakika sonra aynı kanallarda durduk yere kalkıp göbek atan, kah gülen kah ağlayan, “kocam beni aldatıyor ne yapayım” diye telefonla bağlanan kadınlar ve bu dertlere çözüm öneren stüdyo ‘uzmanlar’ının oluşturduğu tablo içler acısıdır. Mahrem ne kadar dar bir alana sıkıştırılmaya çalışılırsa çalıştırılsın üzerine geçirilen tesettürün iğreti kalmasını önleyememiş gibidir. Devlet ve medya montajının pek de dayanıklı yapılar çıkaramadığı tersine dejenerasyonu derinleştirdiği söylenebilir. Bu, her gün yinelenen bir deneyimdir.
Bir zamanlar stüdyoda kurulan BBG evleri sabit ilkelerin hüküm sürdüğü bir dünyada yarattığı riskle fazlasıyla skandaldı. Ama yol açıldı ve giderek sakinlerinin medya ve sosyal medyadaki ifşaatı sayesinde saçılan mahremiyet, evin kendisinin stüdyolaşmasına da yol açtı. BBG’ler yayınlanırken her evin, her yaşantının potansiyel bir stüdyo olabileceğini söyleyenler haklı çıktılar. Ve herkes sadece 15 dakika değil, istediği sürece ünlü olabiliyor…

SUNUM KOCADAN ÖNCE GELİR

“Eltimgil aniden çaya gelince sunumsuz yakalanmak. Neyse ki alelacele bir şeyler hazırladım” diye kurdelayla süslenmiş çay bardağını, minyatür arabalara yerleştirilmiş bisküvilerin fotoğrafını paylaşan ‘yeni gelin’ türü, böyle bir ortamın ürünüdür. Ancak bu, çoğu muhafazakâr olan yeni gelinlerin bir ritüel haline getirdikleri yeme içme hadisesini sosyal medyalarda paylaşmaya neden can attıklarını yeterince açıklamaz.

English Home’un pembe, bebek mavisi, su yeşili gibi jenerik renklerinden yapılmış materyallerin bolca kullanıldığı ve her şeyin şifon, kurdela, dantelle sarmalandığı çay, kahve ve kahvaltı sunumlarıyla altı çizilen bir feminenliği kuşatan muzır ergenlik, kadınların yetişkinleşmelerine izin vermeyen himaye kurumlarının vesayetinde serpilir.

Baba evinden evlenerek ayrılan genç kadınların, o zamana kadar kendi gelecekleriyle ilgili kurdukları hayalin ağırlığını aşklı bir evlilik sayesinde edinecekleri egemenlik alanını bezeyerek kıymetlendirmek oluşturmaktadır. Evliliğin muhabbeti bu özerkliği sağlayabilecek tek meşru şeydir ama kadının, kocasının ve kendi akrabalarının yanı sıra üç beş konu komşuyla sınırlı bir habitatında bu kıymetlendirmenin görünürlüğü de sınırlıdır.

Sonuçta kadının hamaratlığının ve temizliğinin balkona asılan çamaşırların veya perdelerin ‘sakız’ beyazlığından; fayansların ‘bal dök yala’ parıltısından durmaksızın sınandığı bir geleneğe sıkışıp kalmak bir önceki kuşaktan daha fazla avantajlara sahip yeni kuşak şehirli muhafazakâr, orta eğitimli kadınların sığabileceği bir yer değildir. Kadın becerilerinin ürünlerinin anonim kalmamasını, kişiselliğinin izini taşıması gerektiği, içine doğulan toplumsal cinsiyet rollerinin sürekli gözetilmesi esasına kurulu bir kültürün şartlarından biridir çünkü.

Bütün benliklerini ve marifetlerini yaptıkları yemeklere, bunların estetik sunumuna döken kadınların balkona çamaşır asan annelerinin sahip olduğu sınırları aşan imkanı, daha geniş ve üstelik önceden tanımlanması zor bir çevreye ulaşabilmelerini sağlayan sosyal medya olmuştur. Ancak kadınlar eskiden (yer yer hâlâ) yıkanıp asılmış her beyaz çamaşırla nasıl toplumsal cinsiyetle ilgili anlamlandırmaları yeniden üretiyorlarsa yeni gelinlerin yemek, çay ve kahve sunumları da aynı işlevi görür.

Kadınların malzeme kombinleyerek yeni ve değişik lezzetler ortaya çıkardıkları yemek tariflerini yayınladıkları bloglar sadece yemeği anlatmaz. Tarife sıra gelinceye kadar o yemeğin hangi koşullarda yapıldığı, kimlere ikram edildiği, akla nasıl geldiği, kimlerle yenildiği konusunda okur aydınlatılır. Kadın, kimliğini bilmediği anonim bir hemcinsiyle ya da hemcinsleriyle sohbet etmektedir orada. Tarif edilen yemek bir sosyal ilişkinin vesilesi, kadının kendisini dilediği biçimde kıymetlendirmesinin aracıdır sadece. Sosyal medya böyle böyle, canı isteyenin istediği zaman takılacağı bir kadın gününe dönüşür.

Mazbut ve kapalı hayatlar yaşayan kadınların kendilerini ifade etme araçları bu kadar sınırlıyken kurdelaya sarılmış kurabiye, masadaki elişi süslemeler, renkli çatal bıçak setleri, zeytinle veya renkli şekerlerle yazılmış ‘Love’, tepsideki rengârenk yapma çiçekler ve bütün bunların bir araya geldiği pembe renkli iyimserlik, kadın karnavalının neşesi olarak, yalnızlığın işgal edilemez kalesi olan bir mutfaktan telefon ekranına yansır.

Mideden geçen yol aslında sadece erkeğin kalbine gitmez. “Kocişime sabah kahvaltısı hazırladım” yazarak süslediği kızarmış ekmekleri, cicili biçili masa takımını, rengârenk reçel tabakcıklarını paylaşan yeni gelinin, halinden memnun hali can sıkıntısına bir muamele biçimi olarak ortaya çıkar. Aşk (ya da evlilik) her zaman olduğu gibi, sadece kendisini açıklayan bir şey değildir bu bakımdan. Coğrafyanın; sevgiliye seslenirken cihana, kıza söylerken geline anlatmaya odaklanmış bir ilişki tedrisatından geçmiş türü olarak kadınlar, bu bir tutam kurdelayla evdeki ve dışarıdaki sosyal ilişkilerinin adabını bağlarlar aslında; bu nesnelerle anlatır, bu nesnelerle düşünür, onlarla var olabilirler. Bu bakımdan sevgiliye ve sevilenlere yapılan aş başkalarının bakışını da besler. Yemek de bir yemekten daha fazlası olur.

Meral Özbek Arabesk’i incelediği kitabında bu müzik türünün başlıca temasının aşk olmasını, beğenilerine hitap ettiği kesimler için bu duygunun taşıdığı anlamla ilişkilendirir. Köyden kente göçle yaşamlarındaki süreklilik ilişkileri bozulan nüfus için “aşk bir süreklilik kriteri ve yeni, bütünlüklü bir tecrübe arayışıdır.” İnsan, konumuz itibarıyla da kadın- bir altüst oluş dönemini kendince anlamlandırabilmek için daha tanıdığı, daha sabit ve az değişen duygusal yanlarına başvurur. Özbek aşkın kadın erkek ilişkisinden önce var olduğunu yazar.

O halde sunum ‘kocadan-eltimgilden’ önce gelir. Daralmış mahremden bir kaçış imkanı, onun sınırlarını zorlayarak açtığı bir niştir. Aşk kadının en büyük kozu, evlilik en meşru mertebesidir. Bunun ne kadar gerçekçi olduğu ise konu dışıdır.

DEVLETİN GÜVENSİZ MAHREMİ

Bu sırada yemeyle içmeyle övünmenin pek edepli davranış olarak görülmediği bir geleneğin can çekişmesini, bütün diğer anlamlı değerlerin yitiminde olduğu gibi önemsizleştiren şey, kocanıza adıyla seslenmeyin türünden fetvaların içerdiği gerici şiddet, piyasanın yeni ihtiyaçları yapılandırma becerisi ve popüler kültürün çelişkileri yumuşatarak söz geçişlerine imkan tanıyan esnekliğidir. Bu karmaşa bir grup tiyatro oyuncusunun sofra fotoğrafı çekip paylaşırken rakı şişesini saklanmasını da gerektirir; “yeni gelin sunum tahtası”, yeni gelinler için yüzüklü fırın eldiveni satan ıvır zıvırcıların zuhur etmesini de. Kadınlara kocasının ismini söylemeyi mekruh kılan zihniyet ise buna cevaben popüler kültür mecrasından gelen “aşkitom”, “kocişim” seslenişiyle mecazen yıkılmıştır zaten. İpin ucunun kaçması bu işin siyasi yürütücüsünün başarısızlığının, sivri köşeleri kültürel ortamında yumuşatabilme potansiyeline sahip iktisadi öznesinin ise başarısının işaretidir.

İktidar süreci bütünüyle yönetebilecek kadar kadiri mutlak değildir, olamazdı da.

Neden mi? “Her şeyde iktidar olduk da kültürel alanda olamadık” diye serzenişte bulunan bir Cumhurbaşkanının, inşa ve icra etmekle yükümlü olduğu düzenin serencamının da yukarıda anlatılanlarla iç içe geçmiş olması, kendisinin bir sebep sonuç ilişkisinin en başında bulunması yeterince açıklayıcıdır.
Kitle münasebetinin “dava-beka” ile başlayıp “bizimkisi bir aşk hikâyesi”ne kadar gerileyen motivasyonu; gotik ucubeliğin detaylarıyla dolu devasa bir Saray, altın suyuna banılmış koltuklar, Louboutin ayakkabılarla Hermes çantalar; Çamlıca’da cemaatten ‘önce gelen’ bir cami ve ne kadar çok zenginiz demek için sürekli anılan yollar-köprüler-havaalanlarıyla kurulmuştu. Halkla ilişkilerin bağlamını, gösteri ve gösterişin oluşturduğu başka bir yakın dönem yoktur belki de.

30 Ağustos, yani devletin kuruluşunu temsil eden günlerden birinde verilen resepsiyona toplanan “eltimgillere” ikram edilen ejder meyveli smoothie, liçi meyvesi eşliğinde efuli, aloevera eşliğinde… vb. sözlerin geçtiği menü listesi devletin bitimsiz bir yeni gelin heveskarlığını kamuoyuyla nasıl paylaştığını gösterir.

Devlet mahreminin açılması sadece kozmik odaya girilmesiyle başlamaz! Bu mahrem gerçekte zenginliklerin bir çeyiz gibi sergilenmesiyle ve elbette sofraların bakışa açılmasıyla aşınmaya başlamıştır.

Ne var ki 2023 ve hatta 2071’e kadar vizyon tayin eden siyasi iktidar ‘algı operasyonu’ ile dağıttığı sabitlerle yolunu açtığı istikrarsızlıktan kalıcı bir nema elde edebilmiş gibi görünmüyor.

“Başörtüsü mücadelesini kazandık ama tesettürü kaybettik” diye yazan yandaş medya köşe yazarının haklı tespitini de destekler biçimde, vaktiyle bir kurucu irade olmaya soyunmuş, ama şimdi kendi zeminini de kaybetmekte olan bir güç var ortada. Ah’ın geri döndüğü bu anda, devlet yürütmesini sırtlanmış partinin kişiye en istikrarlı ve zor değişir görünen duygu dünyasına sığınmaktan başka bir yol bulamaması “gönül belediyeciliği” afişlerinden taşan bir ironidir.

O kadar ki Cumhurbaşkanının kendi yakın çevresiyle oturduğu saray sofrasının davetlilerden bir şeritle ayrıldığını gösteren fotoğraf, kadınların “sunum”la süsleyebildikleri çitlenmiş mahremin arkasından seslendiği bir kamusal dizaynın bu çitlemeden en büyük faydayı umanlar için bile güvenli olmadığının ilanıdır. Stüdyolaşan Saray’la ayartılan bakış buna tanıktır.

Nuray Sancar
diğer yazıları