yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

SAİT FAİK TAVRIYLA DÜNYA-İÇİNDE-OLMAK

BELMA FIRAT

Sait Faik’in edebiyatımızdaki özgün ve benzersiz yerinin nereden kaynaklandığı sorusu üzerine  edebiyatçı ve eleştirmenler tarafından çokça yazıldı. Bu metinde değerli edebiyat düşünürü Süha Oğuzertem ve Haldun Taner’in tesbitlerini kendime çıkış noktası oluşturarak; Sait Faik’in öykü dünyasını, felsefi kavramlar ve esas olarak felsefi düşüncenin yüzyılımızdaki en önemli yöntemlerinden fenomenolojinin araçlarıyla yorumlamaya çalışacağım.

Haldun Taner, Sevimli Bir Aylak metninde, Sait Faik’in öykü dünyasını şu şekilde tanımlıyor: “Sait Faik, bir konuyu değil, yaşamın bir parçasını işliyordu. Bir tez savunmuyor, bir yaşantıyı yansıtıyordu. İnsan sevgisi dolu, doğa sevgisi dolu bir yüreği vardı. Nereye baksa bu sevgi ile ısınıyor, ışıklanıyordu. Biz ancak o el attıktan sonradır ki, en önemsiz görünen insanların ve şeylerin zevkine eriştik.”[1]

Burada Haldun Taner’in Sait Faik ile ilgili olarak önemle altını çizdiği “yaşamın bir parçasını” işlediği tesbiti; Süha Oğuzertem tarafından, onun “kurmaca evren yaratmayı tercih etmediği”  şeklinde yorumlanmıştır. Oğuzertem, Eleştirirken isimli eserinde, bir edebiyat anlayışı olarak yaşamdan yola çıkan Sait Faik’in; salt “kurmaca” şeklinde, dar bir çerçevede tanımlanan estetik uzama “edebilik kategorisinden dışlanan” türlerdeki potansiyeli geri kazandırdığını ve bunu da esas olarak edebiyatındaki retorik ve lirizmin gücüyle gerçekleştirdiğini belirtir.[2]

Burada bir parantez açarak, Sait Faik’in özellikle son dönem öykülerinde, yazınsal uzamın estetik mekânına kurmaca unsurlar katmaya başladığını hatırlamak gerekir. Jale Özata Dirlikyapan, Kabuğunu Kıran Hikâye’de; Sait Faik’in Alemdağ’da Var Bir Yılan kitabını bu açıdan bir kırılma noktası olarak tespit ederken, bu etkinin izlerinin Havuz Başı ve Son Kuşlar’a kadar geri götürülebileceğini belirtmekte.[3] Bu çalışmamda, Jale Özata Dirkilyapan’ın görüşünü esas alarak, incelememi Sait Faik’in ilk öykü kitabı Semaver’den başlayıp Son Kuşlar’a kadar olan öykü kitaplarında çerçevesini çizdiği öykü dünyası ile sınırlı tutacağım. Öte yandan hem Dirlikyapan hem de Oğuzertem, Sait Faik’in etik-estetik tutumunun; yazarın, öykü kişilerine, hiçbir zaman, bir tanrı anlatıcı konumundan, üstten ve ayrıcalıklı bir yaklaşımı içermediğini ve buna izin vermediğinin altını çizerler. Dolayısıyla kurmaca unsurlara yer verilsin ya da verilmesin, Sait Faik’in öykü evreninde anlatıcı yazar ile öykü kişileri arasında bir yalıtım bulunmaz. Dirlikyapan bunu “eşitlikçi bir tavır” olarak nitelerken, Oğuzertem “gayri şahsi hikâye anlatıcılığı”ndan kaçınma olarak ifade eder. Tam da bu nedenle, Sait Faik’in son üç öykü kitabını dışarıda bırakmakla birlikte, bu çalışmada yer alan görüşlerimin; Sait Faik’in tüm öykü evreni, öykücülük anlayışı, yazar sıfatıyla kurduğu öykü dünyası içinde varolma tarzını kapsadığını düşünüyorum.

Öyle ise, Sait Faik, yaşamdan yola çıkan, bir yaşam parçasını merceğine alan ancak bunu yaparken kendisini öykü nesnesi diyebileceğimiz öykü kişilerinden ayrıştırmayan bir öykü anlayışını benimser. Bu nedenle Sait Faik’in öykü evreni; yazarın tecrit edilmiş bir konumdan, salt bir yaşam deneyimini gözlemleyerek okura naklettiği bir nevi sosyal deney laboratuvarı değildir. Tam da bu nedenle Oğuzertem; Sait Faik’in “… 19. Yüzyıl edebi natüralizminin ve felsefi pozitivizminin izini taşıyan birtakım edebiyatta yapılanın tersine”[4] bir iş yaptığını belirtir.

Pozitivizm akımı, genel hatlarıyla, gerçekliğin insanın öznelliğinden bağımsız bir doğası olduğu görüşüne yaslanır. Bir bilginin sağın olması için nesnel olması gerekir. Öyle ise nesnel olan, öznel olanı dışarıda bırakacak bir metodolojiyi –esas olarak doğa bilimlerinin metodolojisini- ve bu metodolojinin bina ettiği bilimsel araçlar ile ölçme yöntemlerini  temel almalıdır. Doğa bilimlerinin incelenme yöntemlerini esas alan pozitivizmin katı nesnelciliği; bir erdem ve hakikati sınama yolunda bağlı kalınması gereken bir etik tutum olarak kendini sosyal bilimlerin incelenmesinde başat yöntem olarak dayatmıştır. Pozitivizmin edebiyat alanına bir etik-estetik tutum şeklinde yansıması ise naturalizm akımıyla olmuştur. Edebiyatta naturalist anlayış, yazarın kurgudan kaçınarak bir yaşamsal deneyimi, yansız ve yalıtılmış bir gözlemci konumundan okuyucuya nakletmesini içerir. Sait Faik’in de bir yaşam parçasından yola çıkması, kurgusal unsurlara yaslanmadan onu neredeyse bir vakanüvist anlayışla nakletmesi, ilk bakışta onun bu edebiyat anlayışı ile yakınlığı olduğunu düşündürebilir. Oysa Sait Faik’in alametifarikası, tam da natüralinmin gerektirdiği yalıtılmış anlatıcıya karşı duruşu ve bilakis bir yazar olarak, öznelliğiyle anlatı evrenine katılmasıdır. Yazarın öykü evreninde, öykü kişileriyle ve hatta okuruyla aynı düzlemde birlikte-varoluşu; pozitivizmin özne-nesne ayrımını ve öznenin tarafsızlığını esas alan natüralizmin varlık koşulunu ortadan kaldıran bir tutum olarak gözümüze çarpar.

Nitekim Sait Faik öykülerinde, anlatıcı sesinin etik olarak asla tarafsız bir tutum takınmadığını tüm samimiyetiyle şu şekilde belirtir: “Dedim ya, ben bitaraf adam olamıyorum. Ne yapayım?”[5]

Sait Faik’in öykü dünyasını yakından incelediğimizde; yaşanılan dünya, birlikte-varlık,  dünyada birlikte varolmak, empati, varolanlara her daim belirli biçimlerde yönelmiş olmak gibi; fenomenolojik düşünce biçimine ait birtakım kavramlarla karşılaşırız. Bu kavramlar; katı bir pozitivist anlayışın özne-nesne ayrımını eleştiren ve öznenin tarafsızlığını sorgulayan fenomenolojinin yararlandığı araçlardır.

Fenomenolojik analizin başvurduğu araçları -Sait Faik’in öykü evreninde tezahür ettiği kadarıyla- ele almadan önce; Dan Zahavi’nin Fenomenoloji İlk Temeller isimli eserinde yaptığı tanımı çıkış noktası almanın kolaylaştırıcı olduğunu düşünüyorum. Edmund Husserl’in kurucusu olduğu, Martin Heidegger, Maurice Merleau-Ponty ve daha pek çok düşünür sayesinde çok çeşitli açılımlara kavuşan engin bir felsefi düşünüş biçimi olan fenomenoloji Zahavi’ye göre; “yönelimsellik, algı, duygular, öz-bilinç, özneler-arasılık, zamansallık, tarihsellik ve doğruluk gibi meselelerin çığır açıcı analizlerini sunmuştur. İndirgemeciliğe, nesnelciliğe ve bilimperestliğe yönelik maksatlı eleştiriler ortaya koymuş ve yaşam-dünyasının rehabilite edilmesi konusunda uzun uzadıya tartışmıştır. Öznenin bedenlenmiş ve toplumsal ve kültürel olarak gizlenmiş bir dünya-içinde-olmaklık şeklinde anlaşıldığı insan varoluşunun ayrıntılı bir izahını takdim ederek fenomenoloji, psikiyatri, sosyoloji, psikoloji, yazınsal çalışmalar, antropoloji ve mimarinin de dahil olduğu empirik disiplinlerin tüm alanlarına hayati bir girdi sağlamıştır.”[6]

Özne-nesne ayrımı ya da tarafsız bir özne tarafından yalıtılarak bilinebilecek nesne anlayışına getirilen eleştiriler, pozitivist düşünceye pek çok açılım getirmiştir. Bu eleştirilerin yaslandığı çeşitli örneklerden, iki tanesi ördek/tavşan ile genç kadın/yaşlı kadın figürleridir. Pozitivist ekolün mirasını devralan ve Viyana Çevresi adıyla anılan felsefi akımı büyük ölçüde etkileyen Avusturyalı felsefeci Ludwig Wittgenstein,  Felsefi Soruşturmalar isimli eserinde yer alan ördek/tavşan figürünü; “bakış açısı algısı” düşüncesini göstermek için kullanmıştı. Bu görsel hem bir ördek hem de bir tavşan olarak görülebilir. Hatta birinden ötekine de gidip gelebiliriz.

Almanya’da bir kartpostalda yer alan ve daha sonra İngiliz karikatürcü William Ely Hill tarafından yorumlanan Eşim ve Kayınvalidem isimli diğer figür de hem fizlozof hem de psikologların bilimsel çalışmalarında sıkça başvurdukları bir referans haline gelmiştir. Burada da görülebileceği üzere kimimiz ilk bakışta genç kadını, kimimiz yaşlı kadını görürüz. Algımız ikisi arasında sıklıkla gelip gidebileceği gibi, sadece birini görüp ötekini hiç göremeyebiliriz. Bu iki figüre bakarak görmenin sandığımızdan daha karmaşık bir olgu olduğunu tespit ederiz. Daha da ileri giderek, küçük bir çocuğa bir test tüpü ya da geometri bilmeyen bir insana küp gösterip bunların ne olduğunu sorsak alacağımız yanıt; görmek, gözlemlemek, yorumlamak ve bilgi arasındaki ilişkinin o kadar da basit ve doğrudan olmadığını anlamamızı sağlar. Bir nesneyi algıladığımızda, görümüze sunulandan daha kapsamlı bir deneyim yaşarız çünkü bakışımız yüklüdür. Bilincimizin çok çeşitli türlerden yönelimleriyle yüklüdür. Öyle ise bir şeyi “o şey olarak görmek”; perspektif, kavram, teori, bilgi birikimi, ideoloji, niyet, önyargı, beklentilerimiz ve hatta çeşitli duygu durumlarımıza bağlı, onlarla yüklü bir deneyimdir.  Belki de bu nedenle fenomenolojinin kurucusu Edmund Husserl kendilerinin gerçek pozitivistler olduğunu iddia etmiştir.[7] Aynı pozitivistler gibi fenomenologlar da deneyimin öncelliğini teslim eder. Fenomenologların deneyime ilişkin görüşe yaptıkları en önemli katkı, deneyimin çerçevesini tartışmaya açmak ve öznenin nesnesine, deneyim esnasında, bilinci aracılığı ile müdahil olduğunu göstererek; birbirinden yalıtılmış, bağımsız bir özne-nesne ilişkisini sorgulamaktır. Öyle ise “ben” ve “o” olanı birbirinden tecrit eden, birinci şahıs perspektifini dışarıda bırakan bir bilgi edinim şekli yoktur:

“Bilim genellikle kendini gerçekliği nesnel bir şekilde tanımlama girişimi olarak sunar, yani üçüncü-şahıs perspektifinden. Elbette ki nesnellik arayışı takdire şayandır, ancak herhangi bir nesnelliğin, açıklamanın, anlamanın ve teorik modellemenin, kendi önkoşulu olarak birinci-şahıs perspektifini varsaydığını unutmamamız gerekir.”[8]

Zahavi, bu çerçevede, Merleau-Ponty’e atıfta bulunarak, dünyaya ilişkin bilgimizin birinci-şahıs perspektifine demir attığını; “hiçbir yerden yönetilmeyen” bir bakış açışına dayalı saf bir üçüncü şahıs perspektifi diye bir şey olmadığını, üçüncü şahıs perspektifinin tam da bir yerlerden bakılan bir perspektif olduğunu iddia eder.[9]

Sait Faik’ten kopmuş gibiyiz. Oysa tam da şimdi Sait Faik’in özgün tarzına hakkını verecek bakış açısına kavuştuk çünkü hiçbir yerden yönetilmeyen bakış açısı yoksa, bunun edebiyat sözkonusu olduğunda tercümesi; tarafsız anlatım yoktur şeklinde olacaktır. Öyle ise edebiyatçının üçüncü tekili; bir yönüyle hep birinci tekildir. Elbette kurmacanın kurallarını hatırladığımızda; yazar ben-anlatıcıyı kullanıyor bile olsa, aslında bu ben-anlatıcının, yazarın kendi sesinden bağımsız, kurmaca bir birinci tekil şahıs olduğunu göz önünde bulundurmamız gerekir. Öte yandan edebi bir metni okurken yazarın sesinin; kurmaca metindeki ben-anlatıcı ile yakınlaştığı hatta yer yer örtüştüğü noktaları tespit edebiliriz. Bu yakınlaşma ve örtüşme Sait Faik’te en sahih haliyle mevcuttur ve dahası bu Sait Faik’te son derece bilinçli, tercih edilen bir etik-estetik tutumdur. Üçüncü tekilvari, yalıtılmış ve tarafsız bir ben-anlatıcı hem mümkün değildir hem de bu bir nevi riyakârlıktır. Tam da bu nedenle Oğuzertem, Sait Faik’in anlatısının içinde açık açık bulunmayı tercih ederek; personasının arkasına saklanmadığını söyler.[10]

Sait Faik personasının arkasına saklanmadığı gibi okuruyla da dolayımsız bir samimiyet ilişkisi kurar. Okura sıklıkla “dostlarım” şeklinde hitap eder ve okuyucularıyla hiç zorlanmadan “biz” oluverir. Mesela, Yüksekkaldırım öyküsünde “gelin, ben sizi eğlenceli bir yere götüreyim” der; “İşte niyetçi… Hadi çekelim birer niyet de biz”, sonra birden “durun” deyiverir, “Etrafımızda her türlü insan var.” Etrafımızdaki insanlar elbette Sait Faik’in öykü kişileridir ve Sait Faik; öykü kişileriyle duygudaşlık kurmamız, onların dünyasına katılmamız ve bizzat bir öykü kişisine dönüşmemiz için bizleri teşvik eder, heveslendirir.  Mesela şöyle der: “Ahmet Recai Efendi’nin içine bilet koymak için yaptırdığı kâğıt cüzdanlardan bir tanesi elinize geçse, derhal bir vapura atlar, Üsküdar İskelesi’ne ayak basar basmaz Recai Efendi’nin dükkânını arar bulur, ‘Bir bilet de bana verir misin Recai Efendi’ derdiniz.”[11]

Ya da Gün Ola Harman Ola’da bize hikâyesini anlattığı Mercan ustayı mesela, sırf zanaatından ve adından sevivermediysek; içimize “taş gibi, ağır bir su gibi bir sevgi” oturmadıysa, “Allah aşkına vazgeçin şu yazımı okumaktan” deyiverir. Bazen sitem eder okuyucuya, hatta azarlar:

“Mercan Usta’nın boyacı sandığını seyrettikten sonra içinizde Mercan Usta ile bir salaş meyhanede iki kadeh içmek ve Mercan Usta’dan ayrılırken elini öpmek isteği doğmazsa, İstanbul ilini bırakıp gidin. Nereye giderseniz gidin. Uçağa binip Nevyork’a gidin paralıysanız. Parasızsanız Sarayburnu’ndan atın kendinizi. Üç-dört yüz binlikseniz gidin çirkin apartmanınıza; sümüklü çocuklarınızı, lavanta kokulu pasaklı karılarınızı kucaklayın. Ne bok yerseniz yiyin.” [12]

Sait Faik peşinen böyle söyler çünkü o bize, Gün Ola Harman Ola’daki Mercan Usta’nın sandığına bayılmadığı için “uçağa binip Nevyork’a” ya da “Hülyam kotrasıyla Atlantik’i geçmeye” gidecekleri anlatmayacaktır. Büyük maceralar, kurgular onun öykü dünyasında yer almaz. O nedenle Lüzumsuz Adam’da “Sakın benden büyük vakalar beklemeyin, n’olur?”; Şehrayin’de ise “Edebiyat yapmıyorum” der. Fakat bazen de Çelme’de olduğu gibi küçük itiraflarda bulunur: “Bunlar bizim hikâyeci numaralarımız, affedin!” ya da yine Lüzumsuz Adam’da “Bakın ben burada yalan söylüyorum işte.” Mektup öyküsünde  “Biz artık yazının canına okuduk,” diyerek  yazar tayfasını sahihlikten uzaklaşmakla eleştirir. Zaman zaman da içini döker: Sivriada Geceleri’nde “Hikâyem güzel olmuyordu”, Ben Ne Yapayım’da “Söyleyin ben ne yapayım?” ya da Haritada Bir Nokta’da “Yazmasam deli olacaktım.” der çünkü Sait Faik okuruyla aynı zamanda bir ahbaplık ilişkisi kurar. Böylelikle onun öykü kişileri hepimizin olur. Tam da bu nedenle Semaver öyküsündeki Ali, mesela, bizim “Alimiz”dir.

Sait Faik sadece okuru değil öykü kişileri ile de “biz” ilişkisi kurar, kendini öykü kişisi olarak öykü dünyasına katar. Öykü kişilerine doğrudan hitap eder. Örneğin Gün Ola Harman Ola’da “Canım Mercan Ustam!” der,  “Ellerinden hürmetle öperim. Biz de bir zanaat ehliyiz: Yazı yazıyoruz a.” Ya da İzmir’e öyküsünde olduğu gibi; “Nineciğim!” der, “sana bayılıyor, insanları seviyorum. Bir kişi bile olsan dünya yüzünde beni yaşamaya çağırıyorsun.”

Böylelikle Sait Faik; yarattığı öykü evreninde; yazarı, okuru ve öykü kişisiyle bir “biz dünyası” kurar. Bu bir “birlikte-varlık”; Heidegger’in ifadesiyle “Mitsein” dünyasıdır. Sait Faik’te bu “biz” dünyasının dilde kuruluşunu, mesela Çelme öyküsünde olduğu gibi, bazen tek bir paragrafta; birinci, ikinci ve üçüncü şahıs anlatımının iç içe geçmişliğinde buluruz: “Şoseden ayrılan yolların güzel, harikulade yerlere, bilinmedik, hep arzulanmış yerlere gittiklerini zannetmeyen bir yaradılışta kaç insan vardır, bilmem. Varsın olsun! Mademki her zaman insanların içinde bir cennet yaratmak hulyası hakikat kadar kuvvetlidir. Şoseden ayrılan, etrafında kara ve kocaman böğürtlenlerin olduğu ıslak gibi toprak yolda istediğiniz kadar cennet köyler, sevişen insanlar, mahsuldar topraklar, şarap içilen kahveler tahayyül edebiliriz. Mademki bugün evimizden çıkarken kırlara çıkmayı, çobanlarla konuşmayı, şoseden yürümeyi, böğürtlen yemeyi ve su kenarındaki çimlere uzanmayı düşündük.”[13]

Fenomenolojinin önemli bir kavramı olan birlikte-varlık (Mitsein), bizim dünyevi gerçekliğimizdir. İnsan ve onun dünyası birbirinden ayrıştırılamaz. Dünyayı bizim dışımızda ya da bize dışsal olarak görmek yanıltıcıdır. Bir varolan olarak insan ya da Heidegger’in ifadesiyle Dasein (Da-sein/Orada-varlık), dünyanın ne içinde ne de dışındadır; o dünyada ve dünyasıyla olandır. Dünyada birlikte-olmak’lığımız ise, dünyayı-deneyimleyenler olarak, pratik ilgilerimizin olduğu gündelik yaşamda, sürekli başkalarıyla birlikte oluşumuzun; dünyada birlikte yaşamakta, iş yapmakta, alet kullanmakta, birtakım amaçlar gütmekte oluşumuzun ifadesidir[14].

Heidegger’in Dünya-İçinde-Olmaklık [In-der-Welt-sein] anlayışını ve Dünyada birlikte-varlık düşüncesini, Sait Faik, öykülerinde, derin bir kavrayışla anlatır. Bu kavrayış, Bir Bahçe öyküsünde şu şekilde ifadesin bulur: “Dünyamı kurmuş, beraber bir dünyanın zevkini –isterse acısını- çekmeye hazır, bayram sabahlarında yeni elbiseler karşısında çocuk heyecanları duyuyordum.”[15]

Dünyaya karışmak, biz-varlığının içinde erimek, anonimleşmek arzusu Sait Faik öykücülüğünün ana izleklerinden biridir. Park öyküsü dünyanın uğultusuna karışma arzusu ile açılır: “Etrafımda vapur düdüğü, tramvay çanı, otomobil kornası, şimendifer sesi duyuluyor. Ama şehir uğultusu daha başlamamıştı. O uğultuyla beraber yerimden kalkacak, o uğultunun içinde benim de sesim bulunsun diye dolaşacaktım.”[16]

Şehrin sesine, uğultusuna karıştığımızda herkes benliğinde varoluruz. Yaşamın çarkı, koşuşturmacası, tasası, beklenti ve hevesleriyle dünyada hep birlikte hemhal oluruz. Bu esnada bir bakımdan anonimleşiriz ancak bu aynılık değildir. Adeta çok sesli müziğin içindeki nota gibi hem içinde erir hem de onun bileşeni oluruz. Birlikte-varlığın kendine özgü sesini Sait Faik şu şekilde anlatır:

“Bu insanların yürümesinden, koşmasından, tahtaların düşmesinden, makinelerin işlemesinden, atların yürümesinden, uzak, çok uzaktan geçen arabaların, uzak çok uzak kaldırımları takırdatmasından, kim bilir daha nelerden nelerden bir araya gelme ne müthiş bir birikme mahsulü bir sesti. Bu arı, kovanının etrafındaki aynı vızıltının birikmesinden doğan tek ses değildi. Bu ayrı ayrı, birbirine benzemeyen sesler çıkaran canlı cansız milyonların, şehir denilen kovan içinde vınlayışıydı. Bu sesin içinde ağlamak, yürümek, demiri dövmek, esnemek, tramvayı işletmek, atı nallamak, horlamak var.”[17] 

Bizim Köy Bir Balıkçı Köyüdür öyküsü ise; biz-dünyasına, birlikte-varlık dünyasına uyanışımızı, bizi bekleyen yaşam dünyamızı, dünyada birlikte bulunuşumuzun, varlığımızın en temel hakikati olduğunu derin bir anlayışla dile getirir:

“Bu saatte uyumayan yoktur artık, balığa çıkanlar müstesna. Hatta uykusuzluğa müptelalar bile nihayet uyuyabilmişlerdir. Bu saat, hovardaların kadın omuzlarına düştüğü, zavallı kadınların bile erkek dizlerine şarap gibi döküldüğü saattir. Bu saatlerde çocuklar rüyalarının en tatlı yerinde, sevgililer bu saatte kavuşamadıklarında, anneler bu saatte gurbetteki çocuklarıyla sarmaş dolaştır. Bu saat hastaların uyuduğu, açların uyuduğu, sinirlilerin uyuduğu, toprağın, taşın, ağaçların uyuduğu saat… Hemen biraz sonra mektep çocukları uyandırılacak, mahmur mahmur kalkmaya çalışacak, yine uyuyacaklar. Babalar, işlerine gitmeye hazırlanacak, ihtiyarlar uyanıp oğullarına, torunlarına hazırlamak üzere çay ibriğini mangala süreceklerdir. Horozlar ötecek, eşekler anıracak, köpekler havlayacak… Ama bütün bunlara daha vakit var. Daha bir saat, iki saat var.”[18]

Ve sonra sabah olur ve herkes benliğimizin müşterek uğraşları başlar: “… çayı simitle içtikten sonra sokağın çamuruna karışır, dişlerimizde hâlâ susam kırıntıları oradan oraya koşabiliriz. Sokakta yağmur yağar, alnımızdan ter damlar. Dişlerimizde susam tanesi, çayın kokusu hâlâ burnumuzdadır. Ah, bir akşam olsa, kâğıt yığınları önümüzden bir eksilse, bir yatağımıza uzansak, ayaklarımız bir dinlense… Oh! Yine sabah oldu bak!”[19]

Fenomenolojinin dünya içinde birlikte varolma anlayışı özne-nesne ilişkisi ve özneler-arasılık düşüncesine yeni bir bakış açısı getirir. Birlikte dünyamızda şeyler ve diğer öznelerin arasında ikâmet ederiz. Onlara doğru yöneliriz, onlarla belirli biçimlerde ilgileniriz; onları kendimize, kendimizi onlara açarız ve onlar aracılığı ile kendimizi kendimize açarız. Şeyleri belirli bir mesafeden temaşa ya da tetkik etmeyiz, onları pratik ederiz, elden geçirir, kullanırız, kurcalarız, ihtimam gösteririz ve böylelikle onlar kendilerini oldukları gibi bize gösterirler. Heidegger bunu el-altında olanlarla bir mesafe-kaldırmaklık ilişkisi olarak tarif eder. Dünyayla ilgilenici uğraşlarımız sırasında, halihazırda elimizin altında bulunanlara belirli biçimlerde yönelir; ilişkilenmek için mesafemizi kaldırıp onlarla yakınlaşırız.[20]

El-altında olanlarla ilişkilenmemiz yönelimsel, amaçlı, bunlardan ayrılmaz bir biçimde bedensel ve bu nedenle aynı zamanda da duyusaldır. Yakına çekmek ya da uzaklaştırmak için güç harcarız, kokusunu alır, tadına bakarız, çekilme, itilme, haz, iğrenme ya da acıyı deneyimleriz.

Sait Faik’in öykü evreni; dünyamızı oluşturan, kuran her şeyle kurduğumuz ilişkinin bu fiziki boyutunu farkettiren anlatım örnekleriyle doludur.  Sarnıç öyküsünde mesela; ben-anlatıcı ne görse almak, neye baksa kucaklamak, ısırmak, sevmek, koklamak, neyi sevse kıskanmak, başkalarına koklatmamak;  Kalorifer ve Bahar’da, insan, sokakta her gördüğünü “tutmak, onunla konuşmak, söylemek, söyletmek”, falcı kızlar beyaz kuvvetli dişlerini göstererek “yemek, durmamacasına yemek, ısırmak, gülmek, durmamacasına gülmek”; Şehri Unutan Adam’ın öykü kişisi ise “birine merhaba demek, öbürünün tüylü ensesini avuçlamak, biraz ileridekinin güzel parmaklarını avuçlarıma almak” ister.

Dünyada varolanlarla kurduğumuz ilişki; bedenimizde, haz, acı, yıpranma türünden bir değişim yaratabileceği gibi, bu değişim aracılığı ile, ona açılan yeni imkânları keşfetmemizi de sağlar. Örneğin, bize mukavemet eden bir nesneye efor sarfettiğimizde, iş/eylem halindeyken, bedenimizde deneyimlediğimiz zorlanma hem onu tüketir hem de bedenimizin imkânlarına bizi açar. Nesne üzerinden öznenin açımlanması, Merleau-Ponty’nin; özne-nesne ilişkisi konusunda, fenomenolojik düşünüme sağladığı önemli bir katkıdır. Bu ilişki tek yönlü değilidir. Özneler, nesnelere ve diğer öznelere yöneldiklerinde; onlara doğru kendilerini açtıklarında, onlara hem sunulmuş hem de onlar aracılığı ile kendilerini kendilerine sunmuş, kendilerini kendilerine açmış olurlar.[21]

Bu anlayış; Sait Faik’in, yaşamını emek gücüyle kazanan işçi ve balıkçıları anlattığı pasajlarda derinlemesine işlenir. Örneğin Şahmerdan öyküsünde; şahmerdanın tepesine, kendileriyle mukavemet halindeki ağırlığı yükselten işçilerden biri şu şekilde tarif edilir: “Sarışın amele kıpkırmızı kesilmişti. Saçları yavaş yavaş kirli elleriyle yağlanıyor, boynunun damarları şişiyor; göğsü harikulade genişliyor, narin vücudu, birdenbire, atlet insanlarda olduğu gibi atlaşıyordu.”[22]

Benzer şekilde, Yaşayacak öyküsünde de, sardalya dolu bir kayığın boşaltılması esnasında; balıklarla, ağlarla uğraşılırken sarfedilen eforun bedendeki tezahürü şu şekilde betimlenir: “Saçı dökülmüş kafasından, alelade boyu bosundan umulmayan bir ustalıkla çalışıyordu. Adamı hayranlıkla seyretmemeye imkân yoktu. Çalıştıkça açıldı, gelişti. Çalıştıkça bir kudret heykeli hali aldı. Paltomun içinde üşüyen benliğime, içimden bir tükürüş tükürdüm. Bir ara  baktım ki, adam, Tanrı Zeus’un bir ölümlü balıkçı kızla macerasından doğma bir yarı tanrıdır… O, birdenbire elli yaşını vücudundan sıyırıp atmıştı. Çalıştıkça yüzü değişti, pazıları şişti. Buz gibi kış gününde terliyordu. Gömleğini çoktan atmış, bir atlet fanilyasıyla kalmıştı. Saçı dökülmüş elli yaşındaki insan kafası bu adalenin kudreti, çalışma denilen şeyin sevgisiyle yaş denilen insan uydurması bir anlayış, bir hamlede silinivermişti.”[23]

Öznenin nesnelere yönelmişliğinde aynı anda kendini de kendine açması; edebiyatın yazınsal uzamına da zengin bir anlatı olanağı sağlar. Sait Faik’in öykü dünyası bu tarz bir anlatının çok çeşitli örnekleriyle bezelidir. Bu bize nesne üzerinden, öykü kişisinin dünyasını açımlar; onun duygu durumuna, özlemlerine, beklentilerine, içinde bulunduğu halleri anlama biçimine nüfuz etmemizi sağlar. Mesela Semaver öyküsündeki semaver, çay demlenen bir nesnenin yanısıra “içinde ne ıstırap, ne grev, ne de kaza olan bir fabrika” gibidir çünkü semaver; sabah fabrikaya gidilmeden önce anneyle çay içileceği zaman kaynar. Plaj İnsanları’nda genç bir kadının şapkası, anlatıcıya, kıra giderken  annesinin hazırladığı “yeşil kırmızı hasırlı sepeti” anıştırır. Böylelikle genç kadına atfedilen değerlerin niteliğini anlarız.

Kalorifer ve Bahar’da kahveler insan kokuludur; Beyaz Altın’da ağaçlar tüccarlara diş gıcırdatır; Hancı’nın Karısı’nda su, değirmen, gölge, güneş, mor püsküllü çapkın mısır koçanları, her şey aldatır; Şahmerdan’da çarkın dişleri tebessüm eder gibi tatlı ses çıkarır; Bekâr’da erkek kedi garsona biraz evvel dişi kediyle yaptığı gazanın tafsilatını verir; Bir Külhanbey Hikâyesi’nde geceleyin fabrikanın kayışları, tekerlekleri, yatakları zangırdayarak fısıldaşır; İzmir’e de manavlardaki kirazlar baharın memleketinden bizimle alay etmek için gelmişlerdir, Söylendim Durdum’da şehir köpek leşi gibi uyur.

Yalnızca nesnelerle değil, birlikte dünyamızda karşılaştığımız öznelerle olan ilişkilerimizde de kendimizi onlara, onları kendimize ve onlar aracılığıyla kendimizi kendimize açarız. Dünya; tarihselliğimiz, bedenliliğimiz, toplumsal matristeki farklı konumlarımız, kişilik özelliklerimizle bizim müşterek deneyim sahamızdır ve burada ancak öznelerarasılıkta varoluruz. Fenomenolojinin bakış açısına göre dünya öznellikten ve öznelerarsılıktan ayrılamaz çünkü: “… yalnızca kendim için değil, aynı zamanda başkası için de varolurum, tıpkı başkalarının yalnızca kendileri için değil de, aynı zamanda benim için de varolmaları gibi… benim varoluşum kendimi nasıl kavradığım sorusu değildir sadece, aynı zamanda başkalarının da beni nasıl kavradığı sorusudur.”[24]

Öznelerarasılık anlayışının en önemli kavramlarından biri empatidir. Sait Faik’in öykücülüğü üzerine yapılan değerlendirmelerde, empati, belirgin bir özellik olarak sıkça vurgulanır. Fenomenolojik anlayışa göre empati; sempati, şefkat ve benzeri duyusal tesirlerle karıştırılmaması gereken; özel türden bir başkasını-anlama formudur. Empatiyi özgün kılan, empatisi yapılan deneyimin; bir başkasının deneyimi olması; bende değil başkasında yaşantılanmasıdır: “… başkasının ıstırabı ve öfkesi hiçbir zaman onun için ifade ettiği anlamı benim için ifade etmeyecektir. Benim için bu durumlar gösterilir, onun içinde yaşantılanır. Empatinin doğrudan ve dolaysız tavrına karşın başkasıyla empati yaptığımda farkında olduğum şeyle başkasının deneyimlediği şey arasında illaki hep bir farklılık olacaktır.”[25]

Edmund Husserl, empatiyi, bilincin kendini aşarak bir başkası ile hakiki bir karşılaşma; başka zihinlerin, başka dünyaların, başka deneyimlerin, farklılığının bilincinde olarak, farkına varma şeklinde tanımlar. Bunun nedeni, başkalarını asla onların kendilerini deneyimledikleri şekilde deneyimleyemeyecek oluşumuzdur. Fakat bu başkalık, empatiyi benzersiz bir insan deneyimi kılan, bütünüyle farklı; farklılığı içinde, farklılığın bilincinde ve tam da bu farklılık sayesinde onu aşmaya yönelen bir başkalık anlayışıdır.  Böylelikle empati; hem başkalarının başkalığını fark ettiğimiz asimetrik bir ilişki hem de başka zihinlerle hakiki bir karşılaşma yaşamamıza izin veren aşkın bir ilişkidir[26].

Sait Faik’in öykü dünyasında, empatinin baskın bir tutum olduğu; genel kabul gören ve son derece isabetli bir değerlendirmedir. Sait Faik, kendinden başka olanı yazar. O bir yazardır, yazarlığı iş edinmiştir, düzenli olarak gidip geldiği bir işi yoktur ama hayat gailesi içinde olanları yazar. Tokken aç olanı; sabah ayazında paltosunun içinde titrer ve kendine tükürürken, atletle kan ter içinde çalışan işçiyi yazar. Sait Faik başkalığının, onlar gibi olmadığının tamamen bilincinde, güçlü bir empatiyle yazar öykü kişilerini:

“Etrafımı çeviren insanların hepsini… ‘müsrif çocuk’ ruhuyla seyrediyordum… Bir adam ki onlar gibi değildir.. Balığa çıkacak olsam, ‘Koca evi barkı var. Ne bok yemeye balığa çıkar? Deli midir nedir? Pay da almaz’ diyeceklerdi. ‘Baba fırını has çıkaran enayi, çalışmıyor, bereket ki anası var, yoksa satar savar, sürünür’ diyeceklerdi. Hiçbir zaman yeniden damla damla, dakikaları duya duya, sıkıla patlaya; rüzgârı, balığı, denizi, ağı seve seve, ölümü beklediğimi bilemeyeceklerdi.”[27]

Sait Faik’in bu noktada ölümden söz açması da şaşırtıcı değil. Heidegger’e göre varolanlar olarak, bizleri benzersiz kılan, varoluşumuzu mesele etmemiz ve ölümlülüğümüzün farkında oluşumuzdur. Fakat bunu yapabilmek için hayatın dönen çarkları içinde, şehir denen kovanın uğultusunda, bizi hiçkimse haline getiren herkes-benliğinden bir adım geriye çekilmemiz gerekir. Sait Faik, Parkların Sabahı, Akşamı, Gecesi öyküsünde “yapayanlız doğup kendi başımıza ölmüyor muyuz?” diye sorar. Kendine dönüp varoluşunu düşünmek, İzmir’e öyküsünde, “herkeslerden sıyrılmak” ve “yalnız kendi kendimizi düşünen varlığımıza kapanmak” şeklinde dile getirilir. Ölümü düşünmek, insan varoluşunun özsel ve sahih bir niteliği olması bakımından Sait Faik’te de kaçınılmaz olarak yer bulur fakat ölüm ve onunla birlikte gelen kaygı baskın bir tutum olarak göze çarpmaz. Bilmem Neden Böyle Yapıyorum öyküsünde “ölüme çareyi” bulduğunu söyler anlatıcı: “Ölmeyecekmiş gibi düşünüyorum, oluyor.”

Ölmeyecekmiş gibi düşünmek; herkes-benliğinde çözünüerek yaşayıp gitmektir bir bakıma. Anonimleşerek gündelik hayata karışma arzusu; “sıtma kapmış bir entelektüelin düşünceleri” olarak Sait Faik’te şu şekilde ifade edilir: “Bir küçük kazanın istasyonunda inip unutulmak, şişmanlamak. Bir kasap kızıyla evlenmek, belediye reisiyle cıgara içmek, tahrirat kâtibiyle tavla oynamak…”[28]

Sait Faik, öykü dünyasında, varoluşumuzun herkes-benliği dediğimiz sahasında; kendi gaile ve uğraşları içinde soğurulan ve en temel, özsel, varoluşsal belirlenimi olan varlığını sorgulama ihtiyacının lüks kaçtığı bir didinme döngüsünün çarkında öğütülen insanı ele alır. Öte yandan, bu insanı coşkulu bir tarzda ele alır Sait Faik. Acıma, insanların maruz kaldığı dayanılmaz koşullara ilenme şeklinde bir tutum takınmak yerine; gündelik mücadeleleri ve ayakta kalma uğraşıyla, her yeni günde, ertesi sabaha erme gailesine var gücüyle katılan bu insana taşkın bir sevgiyle yönelir.  Onun bu yönelimini bazen bir nidanın içinde yakalayıveririz: “Ay bu ne küçük hırsızdı böyle!”[29]

Yönelimsellik fenomenolojik analizin önemli araçlarından biridir. Zahavi’ye göre, her türlü yönelimsel deneyim; ister algı, ister hayal etme ya da arzulama, hatırlama şeklinde olsun, hep kendine özgü bir şekilde, mevcut ilgileriyle ilintili bir şekilde, nesnesine yönelir. Yönelimsellik nedensellik değildir; nesnenin benim için ifade ettiği anlam ve onun hakkında belirli bir şeyi kast ediyor oluşum ile ilgilidir.[30]  Yönelimsellik elbette sadece öznenin nesnesiyle değil, öznenin; öznelerarasılıkta, diğer öznelerle yönelme, onlarla belli şekillerde ilgi kurma, onlara kendine özgü bir tutum, bir perspektiften yaklaşma, onların belirli bir şekilde bilincinde olma biçimini de kuşatır.

Sait Faik’in öykü dünyasını benzersiz kılan, onun yazınsal uzamda ele aldığı öykü kişilerine yönelimindeki kendine has tarzıdır. Sait Faik’in yönelim kipi insan sevgisidir. Onun için güzel bir gün Hallaç’ta belirttiği gibi kimsenin kimseye sövmediği bir gündür. Bir Karpuz Sergisi’nde insanları sevmek için melankolik köşeler arar. Bazen de Sevmek Korkusu’nda olduğu gibi sevmekten korkar, Hancının Karısı’nda  hiçkimseyi sevmemek için kendine derdi çağırır. Bir Kadın’da insanları sevmek için azami gayret sarfeder. İnsanları sevme arzusu ve gayretinin bir tema olarak belirgin bir şekilde öne çıktığı Şehri Unutan Adam’da, anlatıcı, insanları sevebilmek arzusuyla otel odasından çıkar, bütün neşesinin “bir camın kırılışı kadar ses ve şangırtı çıkararak” düşüp kırılmasıyla ters yüz olup odasına döner. Fakat pes etmez, neşesini tamir eder ve “insanları sevmek arzusuyla” tekrar sokağa çıkar, yine neşesi kırılır, bu sefer de “neşesinin son vidasını” bir cıgara ateşleyerek yerine yerleştirir. Artık mesuttur insanları sevme isteğine yeniden kavuşmuştur. Ormanda Uyku’da ise, anlatıcının içinde, “insanları seven, çok seven, onlar için birçok şeyler yapmak isteyen bir insan olabilmek ihtirası” doğmaktadır:

“Bir küçük insan zerresi halinde bu sabah, bütün insanları, çocukları, kuşları, yemişleri, sefilleri ve açları beyhude bir sevgiyle seviyor, kederlenmeye zaman kalmadan birdenbire bir sıçrayışta ayağa kalkıyorum. İlk vapuru karşılamaya koşuyorum. Ve bekliyorum. İlk vapurdan bir bir yabancı çıkıyor. Bir dost çehresi bulamıyorum. Bir şeyler anlatmak ihtiyacındayım. Vapurdan kimseler çıkmayınca kâğıda sarılıyorum.”[31]

Böylelikle Sait Faik’in poetikası kendini en sahih biçimiyle okuyucuya açar. Sait Faik’in bir yazar olarak meselesi insan, yönelimi insan sevgisi, amacı ise bu sevgiyi yazmaktır. Bunun için kurduğu öykü evreninde yazarıyla, öykü kişisiyle ve okuruyla bir “biz” dünyası kurar. Bu dünyada hepimiz herkes-benliğinin içinde varızdır. Öykü yazmak demek, bir dünya kurmak demektir ve bu dünyada Robenson öyküsünde dile getirdiği gibi; sevilenler, bayraklar değil insanlardır. Bir öykücü olarak Sait Faik’in dünya içinde var olma tarzını/tavrını özgün ve benzersiz kılan, onun koşulsuz insan sevgisidir.

Referanslar

Dan Zahavi, Fenomenoloji İlk Temeller, çev: Seçim Bayazit, Ayrıntı Yayınları, 2020
Jale Özata Dirlikyapan, Kabuğunu Kıran Hikâye, 2013, Metis Eleştiri
Hasanhan Taylan Erkıpçak, Viyana Çevresi Program Yazıları, haz. ve çev. Erkıpçak, Pinhan, 2019
Sait Faik Abasıyanık, Havuz Başı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2020
Sait Faik Abasıyanık, Lüzumsuz Adam, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2018
Sait Faik Abasıyanık, Mahalle Kahvesi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2019
Sait Faik Abasıyanık, Sarnıç, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2019
Sait Faik Abasıyanık, Semaver, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2019
Sait Faik Abasıyanık, Son Kuşlar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2020
Sait Faik Abasıyanık, Şahmerdan, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2020
Süha Oğuzertem, Eleştirirken, İletişim Yayınları, 2018

[1] Haldun Taner, Semaver içinde Sevimli Bir Aylak, sa:138, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2019
[2] Süha Oğuzertem, Eleştirirken, sa:28-34, İletişim Yayınları, 2018
[3] Jale Özata Dirlikyapan, Kabuğunu Kıran Hikâye, sa:65-66, Metis Eleştiri, 2013
[4] Süha Oğuzertem, Eleştirirken, sa:30
[5] Sait Faik Abasıyanık, Sarnıç içinde Plaj İnsanları, sa:102, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2019
[6] Dan Zahavi, Fenomenoloji İlk Temeller, çev: Seçim Bayazit, sa:14, Ayrıntı Yayınları, 2020
[7] Hasanhan Taylan Erkıpçak, Viyana Çevresi Program Yazıları, haz. ve çev. Erkıpçak, sa:16, Pinhan, 2019
[8] Dan Zahavi, Fenomenoloji İlk Temeller, sa:66
[9] Dan Zahavi, Fenomenoloji İlk Temeller, sa:67-80
[10]Süha Oğuzertem, Eleştirirken, sa:30
[11]Sait Faik Abasıyanık, Şahmerdan içinde Francala mı Ekmek mi, sa:55, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2020
[12] Sait Faik Abasıyanık, Son Kuşlar içinde Gün Ola Harman Ola, sa:45, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2020
[13] Sait Faik Abasıyanık, Şahmerdan içinde Çelme, sa:9-10
[14] Dan Zahavi, Fenomenoloji İlk Temeller, sa:110-111
[15] Sait Faik Abasıyanık, Mahalle Kahvesi içinde Bir Bahçe, sa:92-93, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2019
[16] Sait Faik Abasıyanık, Sarnıç içinde Park, sa:79
[17] Sait Faik Abasıyanık, Sarnıç içinde Park, sa:79-80
[18] Sait Faik Abasıyanık, Lüzumsuz Adam içinde Bizim Köy Bir Balıkçı Köyüdür, sa:46, Türkiye İş B. Kültür Yay, 2018
[19] Sait Faik Abasıyanık, Havuz Başı içinde Simitle Çay, sa:128, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2020
[20] Dan Zahavi, Fenomenoloji İlk Temeller, sa:88-91
[21] Dan Zahavi, Fenomenoloji İlk Temeller, sa:72
[22] Sait Faik Abasıyanık, Şahmerdan içinde Şahmerdan, sa:3
[23] Sait Faik Abasıyanık, Son Kuşlar içinde Yaşayacak, sa:26
[24] Dan Zahavi, Fenomenoloji İlk Temeller, sa:81
[25] Dan Zahavi, Fenomenoloji İlk Temeller, sa:108
[26] Dan Zahavi, Fenomenoloji İlk Temeller, sa:109
[27] Sait Faik Abasıyanık, Son Kuşlar içinde Haritada Bir Nokta, sa:69-70
[28] Sait Faik Abasıyanık, Semaver içinde Üçüncü Mevki, sa:73
[29] Sait Faik Abasıyanık, Semaver içinde, İpekli Mendil, sa:40
[30] Dan Zahavi, Fenomenoloji İlk Temeller, sa:27
[31] Sait Faik Abasıyanık, Sarnıç içinde Ormanda Uyku, sa:70

Çizim: Atilla Atala

diğer yazıları