yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

SANAT VERSUS KAVRAM / KURAM VERSUS İMGE

SERDAR AYDIN

“Sanat, ne bir lükstür ne de bütüne hizmet eden ya da onu tamamlayan bir süs. Sanatın varlığı poetiktir. Tüketilemezin, zengin ve verimli köklerin, asla zamanıyla hesaplanamaz olanın adresidir. O, hiçbir zamana ait değildir. Zamansızdır, geleceğin çocuğudur. Ufku çağırır, ona doğru uzanır.”[1]

Bu metin, gözlük ve muz vakalarının sanatsal alana müdahalesinden sonra yazılmıştır. İki vakanın da yakın zamanlarda gerçekleşmesi, konu üzerine kutuplaşan yorumların yapılması bir kez daha ve zorunlu olarak “değer” olgusunu yapıtlar ve sanat paradigması açısından ele almayı gerektiriyor. Sanatın ve yapıtların, insan varoluşunun dışavurumlarını, varlık hallerini ve kiplerini kuşatan bir üretim alanı olduğu düşünüldüğünde, anılan iki vaka üzeninden zamanın ruhu, ben’in varlık halleri ve tinin nesnelleşmesinin dışavurumları açısından da çeşitli saptamalarda bulunulabilir. Çünkü sanat, insanın varoluşu ve hakikati açısından öncü niteliğe sahip olup zamandan aşkınlaşma özelliği de bu öncü olma vasfına içkindir. Herhangi bir sanat yapıtı, sanat değeri taşıması ve bu değeri üretmesi nedeniyle zamanı aşar ve insanın hakikatine içkinleşerek, bu hakikatin cisimleşmesine ontolojik şerhler düşer. Belki de an itibariyle deneyimlediğimiz, bu öncü niteliğin ortadan kalkması ve bir tür değer üretmeyen “sanatsal taşma”ya maruz kalmamızdır. Dijitalleşen ve son derece hızlanan, her şeyin herkesle network ağlarıyla ansal olarak ilişkilendiği güncel dünyamız ve zamanın ruhu, bu “sanatsal taşma” edimiyle insanı ve onun varlık olma halini boğan bir sonuca da dönüşmüş olabilir. Çünkü küresel sanat takvimi öylesine yoğun ve karmaşık bir hale gelmiştir ki koşturmaktan, her yere yetişmeye çalışmaktan yavaşlamaya, bir an durup gökyüzüne bakmaya ve nefes almaya bile vakit bulunamayabilir. Her türlü sorunun yanıtının da “değer” olgusu ve aktif sanat paradigmasının irdelenmesiyle üretilebileceği açıktır. Şimdi, pütürlü zemine dönmek zamanıdır…

Sanat yapıtının değer üretmesi birçok olguya bağlıdır. Yaratıcı emek, zamanın ruhu ve sosyal psikolojinin kolektif efektleri, estetik algının konvansiyonel vurguları gibi çoğul öğeler değer üretimine doğrudan etki eder. Dolayısıyla belirli bir tarihsel momentte değerli olanın bir zaman sonra değersizleşmesi olasıdır. Ancak, bu yargının geçerliliği, zamandan aşkınlaşan yapıtların varlığıyla sarsılır ve ortadan kalkar. Bu halde aşkınlaşmanın kökensel gerekçelerini bulmak, yapıtın zamandan ve bağlaşıklıklarından azade değer üretebilme niteliğine odaklanmak gerekir. Sanat tarihi belki de böylesi bir odaklanmanın kronolojisidir. Etkileşimli birçok öğenin bütüncül değerlendirmeleri sonrasında bir yargıya ulaşmak olanaklı olabilir. Ya da çeşitli indirgemelerle, “kestirme” sonuçlar üretmek tercih edilebilir. Ancak her durumda zamanı aşan yapıtın ürettiği değeri imlemek ve aşkınlaşma sürecinin neliğini ortaya koymak gerekir.

Soru ve sorun ortadadır; yüzyıllar önce yaratılmış bir yapıt günümüz insanı için nasıl bir sanat değeri taşır? Ya da tersinden sorarsak, günümüzde üretilen “çağdaş/güncel sanat yapıtlarının” zamanı aşarak gelecek nesiller için de bir anlam-değer üretmesi olanaklı mıdır?

Denilebilir ki birçok farklı yol ve yöntemle andığımız soruların yanıtlarına ulaşmak ya da bir yakınsama yaratmak olasıdır. Nitekim kuramsal birikimin sunduğu araçlarla, yani kavramlarla çeşitli projeksiyonlar da yapılabilir. Ancak bu metinde muradımız böylesi bir projeksiyon yapmak değil. Aksine, kökensel bir soru oluşturarak, bu sorunun açılımlarıyla bir bağlam oluşturmak istiyoruz. Çabamızın gerekçesi ise tamamen öznel bir ihtiyaçtan kaynaklanıyor. Uzun zamandır sanat ve sanat nesnesi/değeri üzerine metinler, savlar üreten bir yazar olarak, çabalasam da temas edemediğim ve algımın içeriği kılamadığım, gözlük ve muz vakalarıyla iyice sorunsallaşan bir olguyu irdelemek istiyorum. Adına “çağdaş” ya da “güncel” sanat denen; bienal, contempoary art, sanat fuarı vb. sunum şekilleriyle algıya açılan ve “iş” olarak adlandırılan verimlerle anlama evrilecek algısal bir deneyim ve ilişki kuramıyor oluşumu çözümlemek, mümkünse bir yanıt bularak, bu iş’lerle ilişki kuramayan öteki algılayıcılarla paylaşmak istiyorum.

Eş deyişle, güncel sanattan söz edildiğinde, kendimi yabancılaşmış ve uyumsuz bir varlık gibi duyumsamamın nedenlerini betimlemeyi umut ediyorum. Çünkü bu algılayamama halini önce kendime izah edebilmeliyim. Ziyaretçi sayılarına ve ciro hesaplamalarına baktığımızda yoğun ilgi gördüğü aşikar olan bu alana temas edemeyişimin gerekçesi benimle ilişkili bir anomali olabilir mi? Herkes, en azından sergilemelere niceliksel olarak katılan kalabalıkları ve satış ile elde edilen ciroları dikkate aldığımızda, bu iş’lerle ilişki kurduğuna, algıladığına ve anlamlandırdığına göre bende mi bir algı sorunu var?  Ya da bir olarak oldukça yüksek meblağa satışı yapılan muz yerleştirmesiyle, kısa bir süre sonra ve medyanın tanıklığında o yapıtı “yiyen” ve kendine “performans sanatçısı” diyen sanatçıyı, grotesk bir “sanat gösterisinin” ortak paydaşları olarak değerlendirmemi nasıl izah edebilirim? Yoksa vurguladığım sorunun başka gerekçeleri var ve bunların farkında değil miyiz?

Önce, kolay olandan yola çıkalım. Yüzyıllar öncesinde üretilmiş sanat yapıtları nasıl oluyor da zamanı aşabiliyor, kendilerine yönelen ben’lerle tarihin her momentinde algısal ve varoluşsal bir ilişki kurulmasını sağlayabiliyor, bu etki nasıl oluşuyor? Zamanı aşabilme gücü “sanat değeri” denilen olgu mudur? Ve nedir sanat değeri?

Yukarıdaki soruları çağdaş ya da güncel sanatı temsil eden iş’lere de sormamız, yanıtını aradığımız olgu açısından kaçınılmazdır. Ancak kuramsal birikimin karşımızda durduğunu ve sadece “Sanat değeri nedir?” sorusunun olası yanıtlarının bile büyük bir hacim yaratacağı açıktır. Bu durumda daha kökensel bir önerme üretmek gerekiyor. Biz de böyle yapacak, kuram bilgisi içerisindeki ekolleri, yöntemleri paranteze alacak ve yönelimsel olarak bir olguya dikkat çekeceğiz. Bizce, eseri zamandan aşkınlaştıran ve sanat değerini yaratan olgu, “imge-kavram” karşıtlığında ya da bütünlüğünde gizli. Bu savımızın, andığımız paranteze alma edimi unutulmadan değerlendirilmesi gerektiğini bir kez daha vurgulayarak ilerleyelim.

Nedir imge? Bir sanat yapıtının sanat değeri taşıyor olmasından kaynaklanan, yapıtın kendiliğinde ve sanat eseri olmaklığında temellenen, zamandan aşkınlaşmayı sağlayan, birçok yapıcı öğesi bulunan, ancak her koşulda yapıtı üreten ve algılayan öznelerin varoluşuyla, hakikatiyle ve son kertede tümel bir kategori olarak insanın hakikatiyle, varlık kipleri ve halleriyle  ilişkilenen somut ve soyut sonuç. İmgenin somut niteliği tartışılabilir. Ancak nesnelleşen tinin cisimleşmesinin maddesel niteliği somut olanı tanımlar. Tek başına değersiz olan bu somut nesnenin, soyut olan ile bütünleşmesi imgenin varlık koşulunu oluşturur. Kimi zaman mitoslara içkinleşerek genelleşen, kimi zaman tekil nitelemelerle özelleşen ama son kertede insanın hakikatini temsil eden, algıya açan ve cisimleştiren imgeler, bizce sanat değeri taşıyan yapıtların kurucu öğesi ve zamanı aşabilmelerinin de kökensel gerekçesidir. Çünkü imge, etimolojik ve semantik olarak “hayal gücü (imagination, muhayyile)” ile ilişkili olup bu yönüyle de bir zaman dilimine sabitlenemeyen imajlar yaratan, anlamsal kodlar oluşturan ve bunu öteki insanlara aktarabilen bir olgu. Zaten sanatın ve sanat eserlerinin üretiminin de imgelem ile mutlak ilişkili olduğu, oluşturucu çoğul parametreleri olsa da sonuçta göze gelen, anlamlandırılan, algıya açılan ve algı içeriği kılınanın imgeler olduğu aşikârdır. Diyesim, sanatçılar en geniş anlamı ve bağlamıyla imgeler yaratır ve bunu öteki insanlara sunarlar.

Savımızı örneklendirelim: Sanat tarihi içerisinde yer edinmiş, niteliği, sanat değeri tartışılmayan ve zamanı aşarak insanlığın ortak değerine dönüşmüş yapıtları odağımıza alalım. Örneğin İzlenimci ya da Dışavurumcu sanat ekolünün içerisinde yer alan sanatçılar ve yapıtlar söz konusu olsun.  Ve şimdi sorumuzu bu yapıtları ve onları üreten sanatçılara yöneltelim: Monet’nin ya da Van Gogh’un tablolarını değerli kılan, üretildikleri zamandan ve o tarihsel momente ait zamanın ruhundan (Zeitgeist) aşkınlaştıran nitelikler nedir? Aynı soruyu klasik dönem ya da Rönesans eserlerine de yönlendirebiliriz. Michelangelo‘nun Sistine Şapeli, Pieta, Davut, Bacchus heykelleri ya da Bernini’nin eserleri… Örnekler istendiği kadar çoğaltılabilir. Ancak ortak yanıtın neliği betimlenmeli ve savımızı güçlendirip güçlendirmediği görülmelidir. Yanıtımız açıktır, andığımız ve örneklemi çoğaltılabilecek yapıtların sanat değerini oluşturan ve zamanı aşmalarına neden olarak insanlığın hakikatine ve ortak değerine dönüştüren biricik öğe bizce, yarattıkları imgelerdir. Şimdi, sorunun evrildiği bağlamda, estetik başta olmak üzere birçok bilgi disiplininin odağa alınması ve aşkınlaşmayı, geçişkenliği sağlayan imgenin neliğinin betimlenmesi gerekecek. Sanat tarihi ve eleştiri kuramının verdiği birçok araçla, ki bu araçların istisnasız hepsi kavramlardır, bu betimlemeyi yapabilir, savımızı kavramlarla berkitebiliriz. Stil kritikten yapısöküme, yapısalcılıktan ilişkisel estetik’e kadar her ekol ve ekollere içkin kavramlar, bize bu betimlemenin sonsuz çeşitlilikte olanaklarını sunacaktır.

Ancak bu metindeki savlarımız için kök öğeyi de ıskalamamak gerekir; yani önce imge vardı!..

Kavramlar, mevcut imgenin analizi ve betimi için üretilmiş araçlardır. Süreçsellik açısından da bir “art zamanlılık” söz konusudur. Önce yapıtlar üretilmiş, imgeler oluşmuştur. Kavram, zaman içerisinde bu oluşumun analizi ve betimi için aklın (intellect) ürettiği, yapıt ile aynı anda ve “eş zamanlı” olarak var olmayan, art zamanlı ve sonradan erimli gereçlerdir. Yani Monet’nin ya da Van Gogh’un tabloları üretildikten, plastik, estetik, ontolojik ve sanat değerine sahip bir imge oluştuktan sonra kavramlar ortaya çıkmış, tasnif yapılmış ve bu eserlerin İzlenimci ve Dışavurumcu sanat ekolünü örneklendirdiği saptanmıştır. İşte bu durum, savımızın odak noktasıdır. Bizce, imge yaratan yapıtlar sanat değeri ve zamandan aşkınlaşma olguları açısından art zamanlı nitelik gösterir. Önce yapıt üretilir ve sonra kavramlar bulunarak, yapıtın sanat değeri ve ürettiği imge üzerine düşünceler, önermeler oluşturulur. Bu süreç, sanat değerinin ve imgelerin oluşumunda kurucu nitelik taşır ve bütün sanat tarihi, önermemizin realize olduğu bir bağlam oluşturur.

Saptamalarımıza sanat-kuram veya imge-kavram bağlamından kopmadan devam edelim ve güncel ya da çağdaş sanat içerisindeki iş’leri odağa alarak irdelememizi sürdürelim.

En başta ve açıklıkla söylemek gerekir ki an itibarıyla vurguladığımız sıralı ilişkinin “tam tersi bir süreç” söz konusudur. Çünkü güncel ya da çağdaş sanat için üretimi yönlendiren başat öğe kavramdır. Eser ile onu türeten kavram “eş zamanlılık” içerisinde ve doğrusal bir çizgide ilişkilenir. Yani “önce kavram” vardır ve imgenin oluşup oluşmaması, sonraya bırakılmıştır. Belki de süreçsel olarak gerçekleştirilen tüketim, bir “imge” oluşmasına da fırsat vermemektedir. Güncel Sanat’ın “network” sinir sistemi oluşmuş, iş’ler bu ağ yapısının aksamaması için üretime yönlendirilmiş  “güncel sanatçılar” tarafından, bir tür acele içerisinde ve yetişmeye çalışılarak, deyim yerindeyse koşturularak üretilmektedir. Çünkü bienal, contempoary art ve sanat fuarlarının küresel ölçekteki iş takvimi inanılmaz derecede yoğun olup, abartarak söylersek, neredeyse her güne bir etkinlik rast gelmektedir. Ve üretimin belirleyici başat unsuru ise tartışılmaz bir olgu olarak “kavramlar”dır. Bu durumda, kuramsal ve düşünsel birikimin velut bir şekilde ürettiği kavramlar üzerinden anılan yoğunluğa yetişmek mümkün hale gelmektedir. Bir bilen ya da yönlendiren kişi olarak ortaya çıkan, network yapısı içerisinde kurucu görevi olan küratörler, “gideri” olan kavramlarla ya da sav tümcelerle üretimin mecrasını tanımlarken, bir tür “iş’veren” sıfatıyla, güncel sanatın ve sanatçıların “zorunlu” olarak tabi olduğu unsurlara dönüşmüşlerdir. Uzun zaman önce küresel bir köye dönüşen dünyamız, küresel sermayenin hareketliliğine bağlı olarak bu güncel sanat çevrimine uzam teşkil etmekte, kıtalararası network yapısı da sürekli ve kesintisiz üretimle beslenmektedir. Art zamanlılık söz konusu bile değildir. Mutlak bir “eş zaman” döngüsü, hâkimiyetini ilan etmiştir. “İş” takvimine uygun olarak ilan edilen kavram ya da sav tümceler üzerinden, network yapıcılar marifetiyle iş’ler, “sipariş” edilmekte, “sunuma ve satışa” yetiştirilmektedir. Eğer network yapıcılarının davetini almadıysanız herhangi bir iş üretmenizin de anlamı yoktur. Hem neden üretesiniz ki? O küresel network’e dahil olunmayacaksa, içsel bir ihtiyacın zorunlu sonucu olarak bir yapıt üretmeye, yaratıcı verimle imgeler yaratmaya ne gerek var? Ne Van Gogh’un tutkusu, ne Cézanne’nın form eskizleri ne de Monet’nin, ışığın peşindeki koşusu; “artık” anlamlı değildir. Çünkü “iş’verenin” dikte ettiği bir kavram ya da sav söz yok ise iş üretecek sanatçının çalışmasına da gerek olmayacaktır. Kavram var ise güncel sanat işleri üretilebilir. Eş deyişle küratör varsa ve davet ederse eser üretilecek, güncel sanat var olabilecektir.

Bizce, yapısalcılığın metni yazarından ayrıştırarak bir göstergeye dönüştürmesi nasıl ki ontolojik bir anomali ise, kavramın öncelliğinde sanat yapılması da bir tür anomalidir. Ve an itibariyle tam da böylesi bir anomali, mutlak hakimiyetini, hatta tahakkümünü ilan etmiştir; kuramdan ya da kavramdan, sanata ya da imgeye ulaşılmaya çalışılmaktadır. Varlığın ve varoluşun süreçselliği tersine döndürülerek, ön belirlemeci bir refleksle günümüz insanının ve sanatının sunumu yapılmaktadır. Sanatın varoluştaki öncüllüğü ortadan kalkmış, bu hız ve yoğun üretimin yarattığı “sanatsal taşma” bir boğulma duygusu ve durumu yaratmıştır. İnsanın hakikati ve sanatsal yaratısı, algısal deneyimi, bu tersine sürecin üretilmiş sonucu olarak, neredeyse dikte edilmekte ve herkesin bu ön belirlenmiş ontolojik koşullandırmaya inanması beklenilmektedir. Oysa hakikat ve sahici sanat, bu tahakküm ve taşma nedeniyle ellerimizin arasından kayıp, yokluğa eklemlenmekte ve belki de hiç’leşmektedir.

Biraz daha somutlayalım; örneğin göçebelik, mültecilik, melezleşme, periferi, ayrımcılık, ötekileştirme, mobilite, yerellik, kamusal-özel alan, ideoloji, devlet, otorite, militarizm, çok kimliklilik vb. olgular ya da kavramlar üzerinden bir küratörün seçimi ve direktifiyle işler üretilmekte ve sanat network’ü içerisinde tüketime sunulmaktadır. Hatta yaşanan insani trajediler bu üretimlere veri oluşturmakta, “duyarlı” akıllar tarafından özenle kullanılmaktadır. Örneğin yakın tarihte, mültecilerin yaşadıkları trajik durumlar, daha iyi bir hayat için denizlerde heba olan gerçek hayatların ve kıyıya vuran bebek cesetlerinin bile malzeme olarak kullanımı, araçsallaştırılması neyin hakikatidir? Vukuu bulanın “estetize edilerek” bir simülasyona dönüştürüldüğü ve insanın trajik hakikatinden koparıldığı açıktır. Kıyıya vuran o bebek cesedinden sonra ne çok iş üretildiği, profesyonel ya da amatör üreticilerin, özellikle sosyal medyada herkesin yetişmesi zorunlu olan bir acelecilikle paylaşımlarda bulunduğu anımsanmalıdır. Oysa gerçek, estetize edilme çabasıyla gözümüze sokulurken, hakikat sahneden çekilmekteydi. Ve belki de bu yönlendirmelerle hakikati kimse görmesin, simülasyona gömülsün isteniyordu. Çok iyi eğitim almış, kalburüstü sanat okullarında ve kurumlarında akademik kariyer yapmış, “bilen ve olmuş” bireylerin sofistike kavramlar ve metinlerle, retoriğe gömülmüş önermelerle ürettiği iş’ler, kavramsal dayanakları ne kadar güçlü olsa da hakikati ıskalamamıza neden olabiliyordu. Sadece “İmkânsız Değil, Üstelik Gerekli: Küresel Savaş Çağında İyimserlik” sav sözlü, küratörlüğünü, cv’si son derece yetkin olan, San Francisco Art Institute’ta Sergiler ve Kamusal Programlar yönetmeni olarak görev yapan Hou Hanru’nun üstlendiği, “18‘i Türkiye‘den olmak üzere dünya güncel sanat çevrelerinde tanınan ya da yeni keşfedilen 96 sanatçı ve sanatçı grubunun 150‘yi aşkın projesi”nin sergilendiği, 275 sayfalık bir kataloğu olan, 2007 yılındaki 10. Uluslararası İstanbul Bienali’ni ve göze getirilen “iş’leri” anımsamak bile, hakikatin sahneden çekilişini algılamak için yeterli. Çünkü bu bienalin gerçekleştirildiği, sergi kokteyllerinin yapıldığı anlarda ülkemize sınırı olan komşu bir ülke emperyal güçler ve küratörün de yaşadığı ülke tarafından işgal edilmiş, sayısı tespit edilmekte zorlanılan insanlar acımasızca katledilmiş, savaş endüstrisinin yeni silahları sahada denenebilmişti. Ve İstanbul’daki bienalde, böylesi küresel ve korkunç bir savaş çağında “iyimser” olmamızı öneren iş’lerle yüzleşmemiz, onları algılamamız isteniyordu. Üstelik yaratılan simülasyonun algılayıcıya sunumunda bir sürü enformasyona, izaha, içtihatta gerek duyuluyor, küratör veya iş üreten “sanatçı” bir tür prospektüs kaleme alıyordu. Tekrar anımsatalım 10. Uluslararası İstanbul Bienali için 275 sayfalık bir katalog hazırlanmıştı ve bu kataloğun sayfalarında göze getirilen iş’lerin betimi yapılıyor, algılayıcının bu betime tabi olması umularak, algısal imgenin oluşması bekleniyordu. Bu olumsuz durum zaman içerisinde daha da ivmelenmiş, yine San Francisco’daki bir çağdaş sanat sergisinde iki kafadar ergen bir gözlüğü yere koymuş, sergi gezmenleri bu gözlüğü de bir “iş” sanmış, bu “iş”in neliği üzerine yorumlar yapılıp, fotoğraflar çekilip, sosyal medyada selfi’ler paylaşılarak sanat network’üne bağlanılmış, “connect” olunduğu ispatlanmaya çalışılmıştı. Bir tür provokasyon ve efektti yaratılan. Neredeyse Marcel Duchamp’ın pisuvarı ya da eşek Lolo’nun Cabaret Lapin Agile’de kuyruk sallayarak yaptığı, “Salon des Independants” sergisine, uydurma ressam Joachim-Raphael Boranali adıyla kabul edilen ve salon sergisini sabote eden tablo gibi sarsıcı bir etki yaratacak bu olay, esasen yazımızda irdelediğimiz olgunun da parodisidir. Aynı durum ve parodi muz vakasında da geçerlidir. Kavramlarla örülen ve bir muzun duvara bantlanmasıyla nesnelleşen iş, bir güncel performans sanatçısının iştahını kabartmış ve sonuçta medyanın da kullanılmasıyla, bir tür gösteri ile muz o performans sanatçısının midesine giderek “gösteri” nihayete ermiştir. Bir başka açıdan kavramın ön belirlemesiyle üretilen iş’ler, aktüel zamanın efektlerine dönüşse bile sahici sanatın ve sanat eserinin insana, onun varoluşuna ve hakikatine dair yarattığı etkin, işlevsel ve ontolojik imgelere dönüşememekte, zamandan aşkınlaşamamaktatır. Muz ve Gözlük vakalarını bir yana bırakalım ve soralım; 10. Uluslararası İstanbul Bienali’den kaç “iş” insanın, insanlığın ortak belleğine eklemlenmiştir ve açıklayıcı kataloğa bakmadan anımsanabilir? Ya da sergi gezmenlerinin kaç tanesi, kataloğa bakmadan bir iş’i anımsayabilir ya da anımsatabilir? Oysa Van Gogh yüzyıllardır anımsanmaktadır ve anımsanacaktır da. Dolayısıyla “Güncel/Çağdaş” sanat eserleri diye aktüel zamanı aşamayan efektlerden söz ediyoruz belki ve sadece. Ancak bu efekttin etrafında medya ve network araçlarıyla yaratılan hale, sayfalarca izah ve içtihatla, söz söylemenin şehveti ve retoriğin son noktasına ulaşma arzusuyla bezenmekte, PR teknikleriyle pazarlanmakta, sanat fuarlarının başarısı elde edilen cirolara göre değerlendirilmektedir. Muz vakası bu durumun an itibariyle son noktası sayılabilir.

Oysa sanat tarihi bize göstermiştir ki önce eser yaratılır ve imge, eserin varoluşuyla, algıya açılmasıyla birlikte oluşur. Bu oluşumda ön belirleyici hiçbir öğe veya kavram yoktur; sanatçı ve onun varoluşuna içkinleşen, ontolojinin betimlediği varlık katmanlarından başka. Sanatçının bireysel varlık hali, nesnelleşen tini imgeleşerek somut objeye dönüşür ve sonra kavram gelir; imgeye şerh düşer, neliğini betimler. Sahici sanat için bu kaçınılmaz ve art zamanlı bir süreçtir. Mesenlerin sanatı ve sanatçıyı yönlendirdiği zamanlarda bile şimdiki parodi yaşanmamıştır. Oysa günümüzde tam tersi bir süreç işlemekte, önce kavram ve kuram ortaya atılmakta, sonra iş’ler üretilmekte ve bir imge yaratıldığı umut edilerek, avamın bu imgeye dahli umulmaktadır. Bu durum tinin nesnelleşmesi, sanatçı ben’in varoluşu, varoluşun ontolojik temelleri ve deneyimi açısından da algılanabilir değildir. Çünkü varoluş bir süreçtir ve sürecin içerisinde ben’in algısal deneyiminin dışavurumu olan yapıtlar, sanat eserleri üretilir. Eş deyişle varoluş bir imgedir ve bu imgenin cisimleşen somut nesneleri, nesnelleşmiş tinin ifadeleri olarak yapıtlardır. Sanatçı ile algılayıcı arasındaki ortak varlık kipi de bu sürece aittir. Eğer süreç tersinlenirse, yani imge olan varoluş yerine, kavramdan hareketle ve ön görülmüş bir varlık hali yaratılması murat edilirse sanatçı ile algılayıcı arasındaki süreçsel ontolojik temas da kesilmiş olur. Güncel sanata ait iş’lerin algılanmasındaki temel zorluk, bizce kavramın veya sav sözün öncelenmesinden, sanatçının ise bu kavramsal ön belirlenime uygun bir iş üretmeye çabalamasından, zorlanmasından kaynaklanıyor. Neredeyse fordist bir üretim yöntemi var. Samimiyetin, sahiciliğin, içsel ihtiyacın zorunlu sonucunun ve kendiliğinden oluş’un yerine geçen ön belirlemeci irade, eserin yanında zorunlu olarak içtihatta gerek duyulmasını ve yaratıcı sürecin bu şekilde tersinlenmesine neden oluyor. Bir örnek daha vermek gerekirse, kendilerini küresel ağ üzerinde konumlayan ve bu ağın “yeni” kamusal alan olduğunu savlayan “xurban-­collective (http://www.xurban.net/)” oluşumunu anmak isterim. Benim de olabildiğince takip etmeye çalıştığım, Güven İncirlioğlu ve Hakan Topal tarafından oluşturulmuş, 2000-2012 yılları arasında faal olan bu sanatçı kolektifi, katılımcı diğer sanatçılarla birlikte örgütlenme ve direniş alanı olarak interneti kullanmış, galeri mekanını internet ortamına ve ekranına taşıyarak İstanbul, New York, Ankara, İzmir ve Amsterdam gibi terminallerden veri akışı sağlamış ve 2012 yılında “kişisel odaklanma” için toplu faaliyetlerine son vermiştir. Bu grubun manifestosu dikkate değerdir ve önemli savlar içermektedir.

“1.Küreselleşme bir yalandır…

  1. Küresel olan, serbestçe yüzen gezen, ulusal sınırlara meydan okuyan Sermayedir…
  2. Dünya halklarının aksine, dünya ölçeğinde dolaşımda olan Mal/Gösteridir…
  3. ‘Liberal’ özgürlüğü değil sermayenin özgürleştirilmesini hedefler. Para özgürleştirir, gerisi, bilindik asker-polis devletidir…
  4. Tolstoy’a göre “Hükümet Şiddet’tir.” Ancak, kurtuluşun çokuluslu şirketlerin inisiyatifinde olduğunu düşünmenin ciddi bir hata olduğu görülmektedir…
  5. Sivil toplum, devletin ve kapitalist sponsor ağların dışında inşa edilmelidir. “Kar amacı gütmeyen kuruluşlar” tuzaktır…
  6. Kültür ve kimlik özerkliği, yalnızca ticaretten özerk olarak var olabilir…
  7. Belirgin mülkiyet dağılımı ve sermayenin hızlı hareketleri manipülasyonu amaçlamaktadır. Hiçbir piyasa endeksi gerçek üretim tarafından haklı gösterilmez, tıpkı emek için hiçbir değerin adil olmaması gibi…
  8. Küresel kapitalizm kültürü milliyetçiliği ve fanatizmi besler. Haydutlar tanınmak

için öldürür…

  1. Tek ulus-ötesi bölge, uluslararası dil olarak İngilizce ile birleştirilip satılmadığı sürece, world wide web’dir (www)…
  2. İktidar resmi veya gayri resmi olsun, yozlaştırır. Xurbanite, güç hareketlerinden kendiliğinden kurtulmayı hedefler…” (xurban_collective, http://www.xurban.net/)

Bu savlar üzerine ne söylenebilir veya eklenebilir, bilmiyorum. Zamanın ruhunu idrak etmiş, insana dayatılan bütün tahakkümleri boşa çıkaracak ve özgürleşmeyi vaat edecek tümceler ve kavramlar bunlar. Bu halde soru ve sorun bu savların, kavramların nasıl iş’lere dönüştüğü, imgeleştiği noktasında düğümlenmekte. Bu kolektif ve neredeyse anarko-nihilist yaklaşım algılayıcılara ne sunmuş, sunulan iş’ler zamanın ruhundan ve bizatihi zamandan aşkınlaşarak, manifestoda yer alan savları gerçekleştirebilmiş, küresel bağlamda acı çeken ve trajik bir hayata mahkum edilerek nesneleştiren insanın dramını göze getirebilmiş midir? Manifestoyla birlikte üretime yoldaşlık eden içtihat amaca matuf bir cisimleşmeyle görünür kılınabilmiş midir? Benzer soruların yanıtları, anılan internet sitesinde yıllara göre sıralı işlerin incelenmesiyle oluşturulabilir. Bizim yanıtımız ise açıktır: Kavramın öncellediği bu kolektif çıkış, yaratmayı murat ettiği imgeyi cisimleştirememiş, ne yazık ki göze getirilen görsel imlerin algılayıcıdaki ekosu içtihatsız bir anlamlandırmaya olanak vermemiştir. İşte, yazı boyunca irdelediğimiz soru ve sorun, güncel ya da çağdaş sanatın imge yaratabilme, insana ve onun varoluşsal hakikatine temas edebilme ve zamandan aşkınlaşarak varlığını insanın varoluşuna eklemleyebilme meselesi tam da budur. Keşke manifestodaki savlar, savları kuran kavramlar imgeye dönüşebilse ve sanatçıların sunumuna bakan göz, baktığıyla etkin bir iletişime geçerek, algısal deneyim ve akli yargılarıyla ontolojik, varlıksal bir korelasyon kurabilseydi…

Haklı ya da haksız olduğumuzu tarihin göstereceği yargımızı bir kez daha tekrarlayalım: Kavramın öncellediği, yönlendirdiği, ön belirlenmiş ve “eş zamanlı” üretilen iş’ler imgelerini yaratamadan an’lık tatminler sağlayacak, ancak içinde bulunulan güncel tarihsel momentlerde işlevselleşecek ve fakat zamandan aşkınlaşarak sonraya kalamayacaktır. Kavramdan yola çıkılarak, ön belirleyici iradelerle veya bizatihi kavramın kullanılmasıyla sanata içkin, varoluşsal ve ontolojik imge yaratılamayacağı açıktır. Ancak sanatsal imgenin birçok kavram yaratması olasıdır. Felsefe, sanat nesnesine yöneldikçe kavramlar çoğalacak ve fakat tersi durumda kavramlardan sanatsal imgeye ulaşılamayacaktır.

Hiçbir kavram bilmeyen, sanat tarihi ve kuramın önermelerinden bihaber bir algılayıcı Bernini’nin mermer heykelleri, Van Gogh’un dramatik görselliği karşısında sanatın tini özgürleştiren ve aşkınlaştıran etkisine/tılsımına girerek, kendi varoluşuyla yapıtta göze gelen insanın varoluşu, hakikatiyle ilişki kurabilir. Ancak bu süreç tersinlenirse böylesi bir ilişki kurulamaz ve olası bir ilişki kurulması için retoriğe, içtihatta, bilgiye, enformasyona gerek duyulur. Kavramdan imgeye yönelen yaklaşım, kavramı öncelerken varoluşun imgesel boyutunu ıskalamakta; ontolojik ilişki ve varlık katmanlarının geçişimi, insanın yapıttaki imge ile kendi varlık imgesine, yani insanın hakikatine temas etmesini engellenmektedir. Çağdaş ya da Güncel Sanat’ın, kavramdan üreyen ve ön belirlenmiş küratöryel sunumların asıl meselesi budur ve kişisel olarak bu iş’leri algılayamamamın, ilişki kuramamamın nedeni de ortaya çıkmıştır. Ancak bu saptama ve yargımız, kişisel olarak yeterli bir yanıt olsa da sorunun bir başka boyuta evrildiği de görülmelidir.

Şimdi sıra sanat tarihçilerinindir. Sanat tarihi, an itibariyle içinde bulunduğumuz bu sanatsal-tarihsel momenti nasıl yazacak, gözlük ve muz vakalarını nasıl kıymetlendirecek, sanatın insan varoluşu ve hakikatindeki öncül niteliğini yitirişini ve bir tür “sanatsal taşma” ile ben’in varlık hallerinin ortadan kaldırılmasını, taşmanın yarattığı boğulma hissinin an itibariyle sanat paradigmasının tahakkümüne dönüştüğünü nasıl izah edecektir? Asıl soru ve sorun sanki budur ve sanat tarihçilerini ilgilendirmektedir.  Belki de artık bir sanat tarihinden bile söz etmek olası değildir. Ve sanat tarihi ya da güncel sanatı, çağdaş sanatsal verimleri ve iş’lerini, özel olarak ise gözlük ve muz vakalarını anlamlandıracak çabalar ve bu çabaların oluşturacağı “sanat tarihi”, artık bir parodi veya karikatür ya da arkaik bir efektten başka bir anlama, niteliğe de sahip olmayacaktır. Kim yanıtlar bu soruları, bilmiyorum. Ama bu soruların ikna edici şekilde yanıtlanması gerektiği de kaçınılmaz bir olgudur.

[1]Senem Kurtar, “Şeylerin Şiirsel Dönüşümü Olarak Sanat: Heidegger’in Rilkesi” adlı metin, “Kültürel Bellek ve Estetik Yansımalar” adlı Ankara Üniversitesi yayını içerisinde, s. 132,  Ankara, 2011

diğer yazıları