yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

‘Sorularda Konuşup, Yanıtlarda Susan’ Şair

İnsan beyni, işleyişi gereği gerçekliği sınıflandırarak çalışıyor. Bunun yaşadığımız gerçeklikle yüzleşmede bir kolaylık sağladığı kuşkusuz. Ancak kendiliğinden getirdiği olumsuzluk ya da yetersizlik içeren yönleri de var. Bunlardan en önemlisi, gerçekliğin sınıflandırmaya sığamayacak denli çok katmanlı, zengin ve karmaşık olması. Kendi yaptığı sınıflandırmanın yavanlığından zaman zaman insan da payını alıyor.  Bu sınıflandırmacı düşünce, dil yoluyla edebiyatta da karşımıza sıklıkla çıkıyor. Çoğumuz “genç şair” tanımlamasını duymuşuzdur. Bu tanımdaki sıkıntı ya da kısıt, temelde sıfat kullanımından gelir. Sıfat kullanımı gerçekliği sınıflandırırken, içinde çokça yargı ve öznellik barındır. “Bir şairin genç olduğu neden vurgulanır?”, “Şairinin yaşının şiirde önemi var mıdır?”, “Bahsedilen gençlik, şiir dilini mi, yoksa şairin nüfus kâğıdındaki doğum yılını mı belirtir?” gibi birçok soruyu peşinden sürükleyen bu sorunlu sınıflandırma çabası şiir inceleme ve değerlendirmelerinde de karşımıza bir ölçüt gibi sunulmaktadır. Tüm bu yanlış çıkış noktasından kaynaklanan bulanıklığa en güzel yanıtı, Melih Cevdet Anday “ozan her şeyden önce ölmemeye bakmalıdır, çünkü yaş bir gün ona, dünyada yapılacak işlerin en yücesinin şiir olduğunu gösterecektir.” diyerek veriyor.

2020 Sennur Sezer Emek-Direniş Şiir Ödülü’nün sahibi Sultan Gülsün’ün Lillipütyen adlı kitabını okurken düşündüm tüm bunları. Gülsün’ün doğum tarihi 1997. Genç bir insan ve bir şair. Lillipütyen bir ilk kitap. İlk kitapların yazında, özellikle de şiirde büyük riskler barındırdığını biliriz. Kimi şairlerin çok sonraları ilk kitaplarını reddettiklerine de şahit olduk. Gülsün, bir mühendis olması ve Bursa’da düzenlenen bir felsefi deneme yarışmasında birincilik almış olması, bize ilgilendiği alanlar ve şiir dili ile ilgili önemli ipuçları veriyor. Kitabın ismi olarak seçilen “Lillipütyen” sözcüğü “nesnelerin küçülmüş boyutlarda görülmesi” anlamına geliyor. Psikolojide “Lillipütyen varsanısı”, nesnelerin küçülmüş boyutlarda görüldüğü sahte algıyı ifade ediyor.

Kitabın isminin alışılmışın dışında ve yabancı bir sözcükten seçilmesi rastlantısal değil. Bu sözcük kitabın içinde yol alan şiirlerin de başlıklarında, dokusunda birçok yabancı sözcük kullanımı olduğunun ipucudur. “Yabancı sözcük” tanımlaması da bir yargıyı ifade ederek, peşinde basmakalıp düşünceleri getirir. Bunlardan biri öz Türkçe kullanımıdır. Diller biz istediğimiz kadar arındırmaya çalışalım birbirlerinden etkilenir, alışveriş yapar, iç içe geçer, birbirlerini değiştirir, dönüştürürler. Bazıları bu konuda ne kadar diretirse diretsin, saf bir dil yeryüzünde yoktur. Bununla birlikte “dil kirlenmesi”nden söz etmek, sürekli devinen bir yapı olan dil için oldukça dar bir kalıptır.  Bir dilin diğerinden sözcük ödünç alması, onu türetmesi, kendi fonetiğine, kültürüne, yaşam biçimine uydurması kirlilik midir? Tartışılır. Gülsün’ün şiiri bu basmakalıp, sürekli yinelenen ancak dillerin varoluşlarına ve yaşayışlarına tamamen ters olan zorlamacı düşünceye bilinçli ve büyük bir isyan. Şiirlerde, özellikle şiir başlıklarında Fransızca’dan, İngilizce’den, Farsça’dan, Osmanlıca’dan birçok sözcükle karşılaşıyoruz. Sözcüklerin tek tek kökenlerine inilirse Latince, Yunanca gibi çok başka diller de çıkacaktır. Bazı şiir başlıklarından örnek vermek gerekirse; “retro berjer”, “vidanjör: ikinci sahne ve devrik tente”, “propria atıfları”, “allegronun reveransı”, vb. Şiirlerin başlıklarının bu sözcüklerden özellikle seçilmesi, şairin dile ve şiire bakışı ile ilgili fikir veriyor okuyucuya. Gülsün için hiçbir sözcük yabancı değil, sözcüklerin milliyeti yok, ırkları yok, onun sözcükleri özgür ve tek bir çağrıya boyun eğiyorlar; o da şiir. Şiiri ve dile geleneksel bakışı yıkamaya çalışırken, Gülsün’ün anadiline saygısı da son derece yerinde ancak onu kutsal bir nesne haline getirip diğer dillerin üstüne koymuyor. Dilin değil dillerin olanaklarından sonuna kadar yararlanma heyecanı ve tutkusu dizelerinde apaçık kendini gösteriyor. Sanki kendini sadece tek bir dile ait bilindik sözcüklerle sınırlandırırsa, söyleyeceğini söyleyemeyecekmiş gibi bir huzursuzluk, şaire yaratıcılığın aslında çok fazla da denenmemiş, risk alınmamış kapılarını açıyor.

Gülsün’ün şiiri kimseye güzel gözükme, anlaşılma, onaylanma, beğenilme derdi taşımıyor. Bu nedenle şair, kitabın adından başlayarak, şiirlerinin başlıklarıyla okuyucuya deyim yerindeyse “ben sizin alışık olduğunuz şiirler yazmıyorum” iletisi veriyor. İyi ki de yazmıyor! Bu iletiye göre eğer klasik beklentiler içindeyseniz, dilin/dillerin üstü açılmadık sözcüklerini duymak, hiç ayak basılmadık patikalarına girmekten tedirginseniz, bildiğiniz, alışık olduğunuz düzende salınmak istiyorsanız, Gülsün’ün şiir evrenine dâhil olmakta zorlanabilirsiniz. Çünkü kitaptaki şiirler okuyucusundan mutlaka sağlam bir artalan bilgisi istiyor, hem de birbirinden çok değişik konularda (sinema, resim, müzik, mitoloji, felsefe, tarih, edebiyat, bitkibilim vs.).

Bilinir ki; şairin sözcük evreninin genişliği, dil kullanımındaki olanakları sonsuza katlar. Ancak bu sınırsız olanak dünyasında büyük bir risk vardır: kaybolmak. Bu riski almadan da yaratıcılığın sınırlarını genişletmek çok zordur. Gülsün, bu riskin sınırlarını zorlayan bir şiir yazıyor. Kaybolma korkusu yok. Dizelerinin kurulumunda sanki dağılacakmış hissi veren ama bir anda toparlayıp okuyucuyu silkeleyen, şaşırtan, çarpan bir üsluba meyli var. Bir ilk kitapta şairin şiir dilini tamamen oturtmuş olmasını beklemek çok büyük bir haksızlık olur. Zira şiir dilini oturtmak sürüp giden, akan, devinen oldukça zor bir süreçtir. Gülsün, ilk kitabında bize sözcük evrenini sere serpe gösteriyor, korkusuzca, hiç hesap yapmadan yaratıcılığın duvarlarını zorluyor, ayrıca muhalif ve son derece özgün bir kimlik inşasının da taşlarını özenle örüyor.

« Asasızlar yakalayın!/ Ben kanı tanıyorum./Sen kanı tanıyorsun./Florasına kırgın Kant,/tanı kanıyordu.” dizelerine dikkatli bakılacak olursa şairin, şairin sözcüklerle oynarken aynı zamanda şiirini felsefeye dayadığı, bunu yaparken estetikten ödün vermediği, üstelik kimliğinin kozasını da ince ince ördüğü görülür.  Bütün retinalardan kaçıyorum/hava kararana kadar.” dizesinde şair neden “göz merceği”, “göz”, “gözbebeği” yerine “retina” sözcüğünü seçmiştir? Sayılan sözcüklerden biri seçilseydi bu dizenin üstünde durup düşünür müydü okuyucu? Okuyup geçmenin şiirini yazmıyor Gülsün. Okuyup düşünmenin, okuyup araştırmanın, okuyup kitabı bir nefeslik kenara bırakıp içe dönmenin şiirini yazıyor.

“Ben soy sürdürmenin rengini/ hangi devletten aldıysam,/bilirim ağrılarımın rengini./Yordu:Şimdiki zamanın /görülen geçmişi.”, “Ben tarihten başka//tımar/hanede bulunmadım ki.”, “Nüfus artıyor ve/hiçbir ağrıya yetişemiyoruz zamanında.” gibi dizeler, Gülsün’ün şiir evreninin pusulasının hangi yöne çevrildiğini bize açıkça gösteriyor. İlk kitaplarda sıkça rastlanan bireysel dünya hesaplaşmaları ve kendi evinin şiirine kitlenerek, bir kısırdöngü içinde tekrara düşme tuzağını da atlatmış olduğu rahatlıkla söylenebilir. Seçilen izleklerin etrafında örülen dize düzeni, izleği zaman zaman bulanıklaştırsa da, sonrasında netleşmeyi başarılı bir biçimde yakalıyor şair.

“Bir kayacı yuvarlarken büsbütün/sınırların gereksizliğini söyledim./Dünya belki güzel bir yerdi,/üzerinden elektrik telleri silinince.”, “Birkaç defa daha çarpık kentleştim, /artık yıkılabilirim.”, “Önüme sıfırları alarak büyüyorum” , “Çıplak bir deliyi tanrıya değişebilirim”, “Yaşamak için kuyruğa girdim./Çünkü ne doğru ne de yanlıştır, benim kronik evcilliğim.”, “Kendine dönmek/için sıcak bir ilkeldir,/insan.”, “Sonsuz kere çoğalıyorum./Beni biraz daha/  yargılarımdan bükmen gerekiyor, kamçılı azap istencimden teğet geçmen…”, “Ben geldim,/elbet danışıklı sevişeceğiz./Ben geldim,/gelinmezlikten.” dizelerinde; şairin dünya ve  algısı, kendini tanıma, yüzleşme, başkalarından geçerek varlığını anlama, genel anlamda varoluşu, özel anlamda kendi varlığını sorgulama, öteki ile karşılaşmasının kendinde yarattığı izleri yoklama, otoriteyi sorgulama gibi çok yönlü bir kimlik inşasına çalıştığı, bu süreci de katışıksız bir biçimde şiirine yansıttığı ve okuyucuyla paylaştığı söylenebilir.

“Matinelerde/uyuşuyoruz,/rengârenk roman geliniyle./Solmamız saatler sürüyor./Devletin resmi dili kadar/ Dağınıklaşıyoruz”, “-Gece yarısı uyanmaz, mutlu hükümdarlar.”, “Ah, ilâhî Sezar./-Sana büyüyor bu uygarlık./Kâğıt helva kokuyor çocuk işçiler,/senin bir ucundan bir ucuna.”, “Köleler, bir gülümsemeleriyle/efendilerinin gücünü sıfırlar.”  “Sermaye ve emek/karşı karşıya gelmemeliydi/ tehlikeli pazarlıklarda./Artık siz gitmelere bırakıldınız,/ apoletleri/ havan topundan ağır olanlar.” dizelerinde;  dünya düzeninin kavranmasındaki bütünselliği, tarihsel bilinci, insanlık tarihini kendinden başlatmamayı, şiirinin çıkış noktasının bireyciliğe sıkışmadan, geçmiş, gelecek ve şimdiki zamanı kendine çatı ederek, insanlık kavramı üzerinde düşünce örmesini, estetikten ödün vermeden başarabildiğinin kanıtıdır.

Gülsün’ün şiirinde dikkat çeken bir başka nokta da, şiirinin ağırlık merkezini sorulara yaslamasıdır. “Coşkulu çocuk bayramında/kimler kırılgan olur,/pabuçlardan başka?”, “-Bakmadan portresini çizebilir misiniz/incelmekte olan ıstırapların? “Kendi başkalaşımını/seyrederken karşılaşmaz mı /insan kendisiyle?”, “– 80’lerdeki bir afişten / yurdun neresine düşersin?”, “Hangi inanışta acıdan özür dilenir?”, “Bir ölünün ardından, kaç asır baktın?”, “Kendi boşluğunda uçmanın /neresi mahkûmiyettir?” gibi dizeler, aslında yanıtı içinde gizli olan, ya da kendisine sorsa, vereceği yanıtı üstü örtük söyleyen retorik sorulardır. Şiirde soru biçimine dayalı bir söylem risktir. Doğru yerde değilse, şiirin yapısını zayıflatıp, etkisini düşürebilir, düzyazıya yaklaştırabilir. Şair bu riski de almış ve altından başarıyla kalkmış. Bir dizesinde “sorularla konuşup, yanıtlarda susacağım” dese de, bazen üzerinde uzunca düşünülecek yanıtlar vermekten de geri durmuyor. Örneğin, – Çünkü çocukluk, en yakın hastanedir.” dizesi uzun susuşları hak ediyor.

“– Yaşasın şiirler,/ölürken şairleri…”, “şair, savaşı durdurmakla/yükümlü düş personelidir”, “bu şiirin de kaybedeni benim.”, “İlkel rüzgârları unuttuğun / yerde şiir et, çıplaklığı./ Derinin daha kaç kat altıyla / birdir kim bilir yastığın altı?” dizeleriyle, bize şiir ve şairin kendisi için ne anlam ifade ettiğini de estetikten ödün vermeden sezdiriyor. Kendisine de verdiği “savaşı durdurmakla yükümlü düş personeli” görevini; heybesini bilimsel bilgiyle, sezgiyle, farkındalıkla, akılla, kalple ve tüm bunları duyarlılık, sorumluluk ve vicdanla bütünleyerek temellendirdiği dünya görüşüyle yapıyor. Bu görev uzun ve zor bir süreç. Kanamanın avazını bilen bir kalem olduğunu, kendine özgü sesiyle ve ödün vermeden açıkça ortaya koyduğu kimliğiyle ilk kitabıyla açıkça duyuruyor. Şairin yaşının olmadığının bir kanıtı gibi sesleniyor bize:“Ben aynı meridyen/üzerindeyim seninle./Durduğum yaşa oturmuş/yahut oturmuş /olduğum/yaşta durmuş olabilirim./-Hapşu./(Çok öleyim)”.

Dilerim çok yaşa Sultan Gülsün! Kalemin sonsuza sivrilsin. Sesin, sözün büyüsün.

Özge Sönmez
diğer yazıları