yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

TANIDIK YABANCILAR

YALÇIN HAFÇI[1]

Zamanı, kilit altındaki bir mapustan daha iyi kim tanıyabilir? Öyle ki içeride insan zamanın ta kendisine dönüşür. Bunun ise iki boyutu vardır. İlkinde insan zamana esir düşer. Dışında yaprak kımıldamaz iken, sadece gece gece gündüz ve yıllar yılı geçen mevsimler varken, zaman ileri doğru değil de hep enlemesine akarken, içinde hissettiğin zaman andan kopup kopup geçmişe ve geleceğe yelken açar. Sürekli. Günden memnun olmayan bilinç geçmişe sığınır ya da dört duvar bir hafıza arasında faaliyete aç, hayata aç, gerçekliğe aç insan biraz da naif biriyse, hayalperestin biri olup çıkar. Ve tesellisini, aşkını, yaşam sevincini hayalinde yarattığı masalın içinde bulur.

Bir de belleğini, zamanın vicdan azabı gibi yaşayanlar vardır. İnsan geçmişi, sonsuzca geniş bir zaman içinde ince ince eleyerek sorgularken kendisini ve başkalarını yeniden tanır adeta. Ardından kendi yaşam öyküsünü de bambaşka gözlerle görmeye başlar. Zaten her zaman asıl keşif aşina olduğuna başka gözlerle bakmaktır. Böylece öykü değişince hayat da değişir. Kendini yıkıp yeniden inşa edersin. Nasıl olsa dışarıdaki gibi hiçbir şeye zaman bulamayan, aceleyle oraya buraya koşturmaktan kendi yarasını bile hissetmeyecek birisi değilsindir artık. Zamanı kullanacak zamanın vardır ve zamanın hareket olduğunu, hareketin ise devinim olduğunu anlamışsındır…

Metin Turan’ın romanı Her İnsan Bir Zamandır böylesi bir hikâyeye odaklanıyor işte. Eğer bir hikâye bulmuşsanız, bir de hikâyeyi anlatacak bir ses ve yaratıcı bir biçim bulmalısınız. Roman, tam da adının ruhuna uygun bir biçimde, karlı bir kış gecesinde, Cemil Cabbar adlı başkişinin hapishane penceresinde kendi içini izler gibi manzaraya dalıp gitmesi anında donup kalıyor ve geçmişe, hep geçmişe gidişi üzerinden sesleniyor bize. Asıl hikâye her zaman geçmişe yapılan bir yolculuktur zaten. Ama saat hep 24:00’tür. Bir gün bile değil bu, sadece bir an ama ardında bir ömür ve ona komşu olan ömürler gizlidir.

Romanın başlarında da belirtildiği üzere, böyle yerlerde bugün, düne ve yarına uzanıyor… Yaşanan her an sadece o anla sınırlı kalmıyor, adamakıllı genişliyor. Önsüz ve sonsuzmuş gibi… İnsan haliyle sonsuzlaşan bir şimdi ile yüz yüze kalıyor. Albert Camus’nün Yabancı’sını hatırlatan bu satırlar, aynı zamanda akılda en çok kalan şu sözlerini de anımsatıyor: “İnsan dünyada tek bir gün bile geçirirse, hapishanede ona bir ömür boyu yetecek kadar anı biriktirebilir”. Aslında bu ifade, romanın kahramanı Meursault’nun teslimiyet ifadesidir bir bakıma. Çünkü tamamen yabancısı olduğumuz bir dünyada, kendi varlığımızın dayanılmaz ağırlığı altında yaşamak zorunda olduğumuz anlamına gelir bu.

Bizim romanımızın başkişisi Cemil’in de omuzlaması gerekiyor bu yükü. O da Camus’nün yabancısı gibi yabancıdır. Hem kendine, hem topluma, hem de sevdiğine karşı ki yabancılaşmanın romantik bir türevidir platonik aşkı. Kendi yüreğinin de, sevdiği kişinin yüreğinin de dışındadır en başta. Neticede bu yüzden, sevdiğini kurtarma düşüncesiyle olsa da, bir katildir o. Çocukluğundan beri aşık olduğu Sare için yapmıştır bunu. Yabancı’dan tek farkı, bir nedene dayanarak hareket etmesi olabilir, ancak varılan sonuç aynıdır.

Ölen, öldüren ve arada kalan… Yalnız onların hayatı mahvolur. Diğerleri hayatın girdabına kapılıp gider. Amiyane tabirle diğerleri, hayatta yırtarken mahvolan, felakete uğrayan, yaşamları sönenler, tutku sahibi olanlardır sadece. Yazar biraz da bu ayrımın altını çizercesine, onların hayatının arkasına bir fon işlevi gören sıradan insanların sıradan hayatlarını yerleştirmiş.

Romanda Cemil ve Sare’nin hikâyesi, yaşadıkları Sümbül Sokak ve apartman sakinlerinin geçmişleriyle iç içe anlatılınca hikâye de birdenbire bir kişinin, bir evin, bir apartmanın, bir sokağın, dolayısıyla da bir ülkenin hikâyesine dönüşüyor. Bu noktada apartmanın Cumhuriyet ve sonrasının sembolüne dönüştüğünü görüyoruz. Kibirli, kurumlu halleriyle apartmanın yöneticisi olan Neriman Hanım elit sınıfı temsil ederken, Kapıcı Rasim Efendi ise bütün doyurulmamış arzularıyla, en alt sınıfın temsiline dönüşür. Anlatıcı ilerledikçe çeşitlenen karakterler üzerinden hasta bir toplumun tasviri çıkıyor karşımıza. Sosyo-ekonomik meseleler kadar isteklerini, arzularını bastıran bireyin, çıkışsızlığından doğan marazların nasıl da dehşetli bir akıbete evrildiğini görebiliyoruz böylece. Köyden kente göç edip ufak bir memur olarak çalışan Aziz ve karısı Adile’nin hikâyesi gibi. Taşralı Orhan’la Gülden’in hikâyesi de öyle. Dahası Efruz Bey, Raci Efendi ve başkaları. Hikâyeleri birbirine karışan pek çok karakteri sahneye çıkaran yazar, adeta bize, başkalarını anlatmadan bir kişiyi ya da olayı anlatmak mümkün değildir demektedir. Zira kollektif olan açıklanmadan bireysel olan açıklanamaz. Ve görüyoruz ki, sıradan dediğimiz insanların hayatı da asla sıradan değildir. Onlar da tutku sahibi olanlar kadar felaketten kaçamıyorlar. Felaketse sıradan olan herkesin hayatını bir öyküye dönüştürüyor. Aslında bu karakterlerin hepsi de tanıdık yabancılardır…

Romanda üslup konudan türediği için, parçalı bir anlatım tercih edilmiş. Kuşkusuz aynı parçalardan farklı yapbozlar da oluşturmak mümkündür. Bu yüzden roman, herkesi başka yerlere götüren gizemli bir haritadır. Bu açıdan Her İnsan Bir Zamandır adlı roman, sıkı bir olay örgüsüyle parçaların birbirine bağlandığı klasik bir kurgusal yapıya sahip değil. Bu yanıyla hayatın kopukluğu ve bağlantısızlığı üzerine bir göndermeye de dönüşüyor.

Bu yılki Ümit Kaftancıoğlu Öykü Ödülü’nün de sahibi olan Metin Turan, bu romanıyla edebiyata benzemeyen bir edebiyat örneği sunuyor.

Zaten edebiyatın başına gelebilecek en güzel şey de edebiyata benzememektir.

Metin Turan
Her İnsan Bir Zamandır
Favori Yayınları
Eylül -2019

[1] Edirne F Tipi cezaevinde yatmakta olan ve daha önce şiir ve öykü kitaplarını okuduğumuz Yalçın Hafçı’nın Nota Bene Yayınları’ndan  Temmuz 2017’de Yağmurdan Sonra adlı romanı yayımlandı.

diğer yazıları