yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

TARİHİN KİRLİ HATIRASI VARLIK: “İŞE YARAYACAKSA EĞER ‘VARLIĞIM’ ARMAĞAN OLSUN”

Geçtiğimiz Eylül ayı itibarıyla yeni bir oluşum olan Podacto, tiyatroseverlerle tanışmaya başlamıştı. Bu ismi dijital bir ortamda seslendirilen tiyatro metinleriyle birlikte duymuştuk. “Nedir bu Podacto” diye soracaklara yeni nesil kulak tiyatrosu tanımını yapmak yanlış olmayacak.Bir nevi 1940’lı yıllarla ülkemiz sınırlarına giren radyo tiyatrosunun çağımız koşullarına uyarlanmış hali. Nisan Ceren Göçen ve Faruk Özerten’in fikriyle kurulan Podacto, korona virüsün elverdiği şartlarda hikâye anlatıcılığını çağdaş bir yorumla ele alarak hem var olan hem de yeni tiyatro metinlerini izleyiciye sunuyor. Hatırlatmak adına değinecek olursak geçen sayımızda pandemi koşullarıyla birlikte tiyatrocuların ayakta kalıp devam edebilmek adına yeni deneyimlere ışık yaktığından söz etmiştik. Yirmi dördüncüsü düzenlenen İstanbul Tiyatro Festivali’yle bu yeni örneklerle buluşma fırsatı yakaladık. Podacto da festivalde “kulak tiyatrosu” diye adlandıracağımız yeni işiyle karşımıza çıktı: Türkiye tarihinin kara lekesi varlık vergisi kanununun izlerini taşıyan oyun Varlık’la.

Aksel Bonfil’in yazıp yönettiği Varlık, 14 Kasım itibarıyla radyo tiyatrosundan aşina olduğumuz ama ses tasarımıyla ortaya koyduğu yeni bir formatta seyirci/dinleyenle buluştu. 1942 yılının Beyoğlu sokaklarına bizi geri götüren oyun, Türk burjuvazisini palazlandırmak adına yürürlüğe konulan kanunun gayrimüslim yoksul bir aileye yansımasını konu alıyor. Aynı zamanda, kanunun kabul edilmesinin üzerinden 78 yıl geçmesine rağmen bu topraklarda nasıl da unutulmayacak derin izler bıraktığını başarıyla kurguladığı hikâyesiyle aktarıyor. Varlık’ta bize Esra Dermancıoğlu, Ahsen Eroğlu, Salih Bademci ve Cengiz Bozkurt eşlik ediyor.

BİR GÜNAH KEÇİSİ BULMAK GEREK

Oyunun detaylarına girmeden önce hem dönemden hem de Varlık Vergisi Kanunu’ndan biraz bahsetmemiz gerek. 1942 yılına gelinmişti. II. Dünya Savaşı devam ediyordu. Türkiye savaşa katılmamış olmasına rağmen savaşın etkilerini her alanda hissediyordu. Bir defa etrafı müttefik devletlerle çevriliydi ve savaşa girmesi için üzerinde büyük baskı vardı. Öncesinde bir savaştan çıkmıştı zaten. Yaralarını sarması gerekirken şimdi böyle bir risk almak büyük felaketlere yol açabilirdi. Orduyu zayıflatmaktan çekiniyor bir yanda da olasılıklara karşı kendini sağlama almak istiyordu. Bu yüzden bütün plan program bu çerçevede ilerledi. Üretimde yer alanlar orduya doğru kaydırılmaya başlandı. Ülke büyük bir krizin içine doğru sürükleniyordu ve elbet bu durumun maliyeti de büyük olacaktı. Yoksulluk kendini içten içe hissettirmeye başlamıştı. Artan fiyatlar, stokçuluk, karneye bağlanan ekmek, pirinç, un derken işler yavaşça çığırından çıkıyordu. Bir günah keçisi bulmak gerekiyordu. Osmanlı’dan cumhuriyete burjuvazinin en büyük kanadını Ermeniler, Rumlar, Yahudiler oluşturuyordu. Batılılaşmak adına da bu kanat önemseniyordu. Fakat hükümete göre artık bu gidişatı değiştirme ve Türk burjuvazisini palazlandırma zamanı gelmişti.

Cumhurbaşkanının İsmet İnönü, başbakanın Şükrü Saraçoğlu, CHP’nin de tek parti iktidarı olduğu dönemdi. Takvimler 1942’nin Kasım ayını gösteriyordu. Ayın on biriydi. Varlık Vergisi Kanunu kabul edilmişti. Saraçoğlu üstüne basa basa “Bu memleket tarafından gösterilen misafirperverlikten faydalanarak zengin oldukları halde, ona karşı bu nazik anda vazifelerini yapmaktan kaçınacak kimseler hakkında bu kanun, bütün şiddetiyle uygulanacaktır.” diyordu. Kanun her ne kadar savaş koşullarında yüksek kazanç elde edenler için bir önlem olarak sunulsa da hedef tahtasına gayrimüslimlerin oturtulduğu artık çok netti. Tarih Saraçoğlu’nun “kanun, bütün şiddetiyle uygulanacak” sözünü haklı çıkartacak olaylara gebeydi. Fakat yıllardır bu topraklarda yaşamış insanlar ne ara misafir olmuştu? Ve ev sahibini kim belirliyordu?

VARLIK VERGİSİ’NE SIRADAN BİR AİLENİN GÖZÜYLE BAKMAK

Varlık, oyunu Türkiye tarihinin işte böyle çetrefilli dönemine ışık tuttuğu için 24. İstanbul Tiyatro Festivali’nde önemli bir yer ediniyor. Oyun açılışında Galata’nın siyah beyaz bir fotoğrafı karşılıyor bizi. Henüz büyük büyük koca binalar kirletmemiş görüntüyü. Balıkçı teknelerinin cümbüşü denizin içinde. Bir yanda yağmur var bir yanda faytona bağlı atların ayak sesi. Tarih 31 Aralık 1942. Sokağın sarı ışık yayan lambası üç kişilik yoksul bir ailenin evini aydınlatıyor: anne Ester, baba Baruh, evin küçük kızı İda. Ester sabahın ilk ışıklarında sigarasını tüttürmüş başlarına ne gelecek bekliyor. Tek geçim kaynağı kundura dükkânını kaybetme gerçeğiyle karşı karşıya kalan baba ise koca bir çaresizliğin ortasında inatla umuda sarılmak istiyor. Paris aşkıyla yanıp tutuşan kızına güzel kartpostallar getirmeye devam ediyor. İda’nın ise dışarı çıkması yasak. Annesi onu olup bitenden uzak tutmak adına eve kapatmış. Güvende olması için tek şart evlenmesi. O ise hayallerini bir an olsun bırakmıyor. Merak ediyor, soruyor, düşünüyor düşlüyor… Ara ara da ailesine soruyor: Madem işler bu kadar kötü neden gitmiyoruz? Bir de Halit çıkıyor oyunda karşımıza. Gayrimüslimlerin elinden ne var ne yok almaya yemin etmiş haciz memurlarından biri de o. Günün birinde bu çekirdek ailenin yolu Halit’le kesişiyor. Kaderlerinin yazgısı işte orada başlıyor sanki. Çünkü Halit kendi ailesinin iyiliği için gözünü karartmaya hazır. Derken hikâye yavaşça içine çekiyor seyirci/dinleyeni. Varlık, Türkiye’nin gayrimüslim nüfusu üzerindeki etkileri kuşaklar boyu sürecek ağır sonuçlar yaratan Varlık Vergisi’ne, sıradan bir ailenin perspektifinden bakmaya başlıyor.

Aksel Bonfil, girişten sonuca kadar hikâyenin metnini başarılı bir şekilde kurgulamış. Bir hikâyenin olmazsa olmaz dört ayağı yerleştirilmiş metne. İşitsel bir eser olmasına rağmen yer, zaman, mekân aksamadan karşı tarafa aktarılabilmiş. Anlatıcının tasvirleri kısa, net ve sıkmıyor. Varlık bir kulak tiyatrosu olması hasebiyle görsel hafızamıza olduğu kadar işitselliğimize de hitap etmek durumunda kuşkusuz. Mekânları tasvir etmek, ses ayırdını temiz bir şekilde yapıp bize aktarmak oldukça önemli başlıklar. Burada da devreye oyunun ses tasarımcısı Serkan Köseoğlu’nun dokunuşları giriyor. Kulak tiyatrosu dediğimiz şey “herhangi bir işi yaparken bir yandan da dinleyeyim” diyebileceğiniz bir disiplin değil bana kalırsa. Elbet bunu başarabilen kişiler olacaktır fakat bir yerde mekânı, olan biteni tahayyül etmeye çalışmak hikâyeye daha kolay odaklanmaya yardımcı olacaktır. Varlık’ın arka planındaki sesler de bunu başarıyor ve bir süre sonra bu yoksul ailenin Galata’da yer alan evinde buluyorsunuz kendinizi. Görünmez pelerininizle bir köşede ailenin endişesini, kavgasını izleyebiliyorsunuz. Gelen gıcırtının açılan tahta kapıya, ayak seslerinin Beyoğlu’nun Arnavut kaldırımlı sokaklarına ait olduğunu anlayabiliyorsunuz. İyi bir metin her zaman kendini bir şekilde belli eder, derler. Buna kısmen katılmıyorum. İyi bir tiyatro metni hakkıyla çalışan ve özverili bir ekiple kendini belli eder. Varlık’ın seyirci/dinleyeni içine almasındaki en önemli payın bu ekibin çalışmasına ait olduğunu belirtmekte yarar var. Esra Dermancıoğlu, Ahsen Eroğlu, Salih Bademci ve Cengiz Bozkurt’un seslendirmedeki başarısı tam da bu noktada kendini belli ediyor. Bir an olsun aksamıyor, teklemiyor ve dikkati dağıtacak hiçbir durum yaşanmıyor. Kişisel olarak başta Ahsen Eroğlu’nun İda’ya yaklaşımı bana “eyvah” dedirtse de oyuncunun açılan performansı o endişeyi de unutturuyor.

YÜZÜMÜZ KIZARMAYACAK MI?

Oyun diğer yandan diyaloglarıyla bizim, yakın tarihimizde bir arada yaşadığımız insanlarla empati kurmamız, yüzleşmemiz ve üstüne durup düşünmemiz gerektiğini hissettiriyor bana. Misal, baba Baruh haciz memuru Halit’e soruyor: “Sen bilirsin, ne diyorlar bizler için?” “Bitmeyen misafirlik gibi diyorlar. Ev sahibi gidin diyor onların gözü hâlâ tatlılarda…” Oyunda geçen çarpıcı diyaloglardan biri bu. Ne demişti Saraçoğlu, devlet şimdiye kadar misafirperverlik göstermişti zaten, değil mi? Baba tabii isyan ediyor, yahu ne tatlısı, biz canımızın derdindeyiz. Yoksulluk almış başını gitmiş, elde avuçta bir kundura dükkânı kalmış. Yandaki esnaf Ali borç vermez olmuş, olmuş da olmuş. Devamında ekliyor: “Peki bütün bu kargaşa bitince yüzümüze nasıl bakacağız? Her sabah birbirimize günaydın diyebilecek miyiz? Belki birileri özür dileyecek. İyi de ne fark edecek ki? Ben kimden hesap soracağım ya da kim bana hesap verecek. Öldükten sonra değil şimdi adalet istiyorum!

İşte burada 78 yıl öncesinden bir çift el gelip tutuyor yakamızı. Vergiyi ödeyemediği için Erzurum’daki çalışma kamplarına gönderilen insanlar hatırlatıyor kendini. Bizler belki de yuvalarından zorla koparılmış, sürgüne zorlanmış bir neslin torunlarıyız. Belki de Varlık Vergisi’nin getirisi olan 6-7 Eylül olaylarının güdümünde büyüyen ve eline bir çikolata verilip Ermenilerin, Rumların, Yahudilerin evlerini taşlayan o çocukların dünyaya gelmiş evlatlarıyız. Madam teyzeyle büyümüş ama bir gün olsun neden kavga etmemiz gerektiğini anlayamamış nesilleriz. Fakat hâlâ gerçekten saramıyoruz yaralarımızı. Fakat hâlâ samimiyetle tutamıyoruz elimizi. Hep bir taraf olmak zorundayız. Halbuki barıştan yana olmak da bir taraf değil mi? Bugün hâlâ Azerbaycan-Ermenistan devletlerinin savaşına ortak olup coğrafyamızda yaşayan komşularımıza düşmanlaşabiliyorsak Varlık Vergisi Kanunu’nun 1943’te son bulmuş olmasının bir manası var mı, sormak isterim. Kapılarının önünde korna çala çala gezdiğimiz Eleni’ye günaydın derken yüzümüz kızarmayacak mı?

Baruh, Ester ve İda vergi kanunuyla nasıl baş edebilmişler hikâyenin akışında gizli. Oyun geçmişi anlamak ve geçmişten günümüze politik düzlemi görmek adına güzel bir pencere açıyor bizlere. Bir tek bu aileyi değil, komşu evlerde, ülkede olan biteni takip ettiriyor. Varlık’ın hikâyesine gömülmüş Galata’daki bu yoksul ev, seyirci/dinleyeni yakın tarihin, bireylerin hayatlarını yıkıma uğratan politik ve toplumsal iklimini anımsamaya çağırıyor. Şimdi belki biraz dinleme zamanıdır, aramızdaki uçurumu açmak isteyenlere inat Kürdü, Türkü, Ermenisi… tüm halkların birbirine sığınma zamanıdır artık. Oyunu merak edenler, kulak tiyatrosu deneyimini yaşamak isteyenler 14 Aralık tarihine kadar İKSV’nin tiyatro festivali sayfasından erişim sağlayabilirler. Festival sonrasında başka bir programı var mı henüz bir bilgi yok. Varlık’a belki sonrasında dijital bir platformda ulaşma şansı yaşarız.

KÜNYE: Yazan ve Yöneten: Aksel Bonfil/ Yapımcı: Nisan Ceren Göçen, Faruk Özerten (PODACTO)/ Ses Tasarımı ve Miks: Serkan Köseoğlu/ Foley Editör: Hadiye Gülay Acar/ Ses Kayıt: Hakan Atmaca/ Proje Sorumlusu: Naz Güven/ Teknik Sorumlu: Hakan Atmaca/ Hukuk ve Finans Sorumlusu: Evrim Zeybek/ Proje Asistanı: Zeynep Çamlılar, Su Lara Aslan/ Oynayanlar: Cengiz Bozkurt, Esra Dermancıoğlu, Salih Bademci, Ahsen Eroğlu

Kübra Yeter
diğer yazıları