yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

TARIK AKTAŞ İLE “DEAD HORSE NEBULA” ÜZERİNE

Türkiye sineması dünyanın önemli festivallerine konuk olmaya devam ediyor. Tarık Aktaş ilk uzun metraj filmi Nebula ile Avrupa’nın köklü festivallerinden Locarno’da yer almayı başardı ve “gelecek vaat eden en iyi yönetmen” ödülü aldı. Nebula geçen ay da 38. İstanbul Film Festivali’nde de “en iyi ilk film” ödülüne layık görüldü. Hemen ardından 26 Nisan’da ise vizyona girdi. Tarık Aktaş ile Nebula’yı konuştuk.

SÖYLEŞİ: YAĞIZ SENEM

Yağız Senem: Türkiye ve dünya sinemasına baktığımızda son yıllarda Nebula’da olduğu gibi mekân olarak taşra kullanımının arttığını gözlemleyebiliyoruz; bununla birlikte doğa-insan, insan-madde arasındaki ilişkiye odaklanan filmlere izleyicinin ilgisinin arttığını da. Siz bu ilgideki artışı ve mekândaki yönelimi neye bağlıyorsunuz?

Tarık Aktaş: Kendi açımdan değerlendirecek olursam, ben bir karakter gelişimi hikâyesi yapmak istedim ve bunu doğadaki materyalist gelişime paralel bir biçimde yansıtmak istedim. Benim ihtiyacım olan şey doğaydı, taşra dediğimiz zaman onun sosyolojik boyutunu yadsımamak gerekir ancak benim için taşra ikinci plandaydı, öncelikli olarak benim göl gibi, orman gibi, sahil gibi doğal yerlere ihtiyacım vardı. Daha sonra bu doku üzerinde yaşayan insanın oradaki devinimi esnasında doğayla kurduğu ilişkiyi yansıtmak istiyordum. Karakterlerimizin sahilde dinlenmesi, gölde avlanması, bir iş için ormana gidip oradan kestiği ağacı marangozhaneye götürmesi ve doğa içindeki unsurlar ile giriştiği bütün etkinliklerin ve bunların doğada bulduğu karşılığı yansıtmak… Bunu şehirde yansıtmak çok zor çünkü bizler şehirde doğal olandan çok uzaktayız. Şehirde insanın davranışlarını belirleyen özellikle kusurlarını ortaya çıkaran birçok faktör var. Doğada bu çok daha az, dolayısıyla doğada insanın gelişimi ile ilgili benzerlikler bulmak çok daha kolay. Ben en başından beri doğa ve insan gelişimi arasındaki paralelliği göstermek istedim.

Yağız Senem: Peki, bu yönelim ve ilginin artmasındaki sebebi neye bağlıyorsunuz?

Tarık Aktaş: Global çapta ekolojik tahribatın artması ve bunun kaçınılmaz etkisinin görülmesiyle birlikte bir doğaya dönüş arzusu olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla insanlar beyazperde de doğadan yansımalar gördüklerinde bunu ilgi ile seyrediyorlar. Sinemacılar açısından da böyle bir yönelim olduğunu söyleyebilirim. Ateşin Ruhu Film Festivali‘nden bir yönetmen ile karşılaştım. O da filminde bir kabile gencinin doğa ile kurduğu ilişkiyi anlatıyordu ve oldukça iyi geri dönüşler almıştı. Tabii onun bana kıyasla daha ekolojik kaygıları vardı. Benim için ekolojik kaygıların ön planda olmadığını söyleyebilirim.

Yağız Senem: Öyleyse; Nebula için insan ve doğa arasındaki ilişkiyi anlamaya çalışan bir film mi demeliyiz?

Tarık Aktaş: Bu filmin tek bir konusu ya da belirli bir konusu yok. Ben de filmin konusunu, çeşitli söyleşilerde, görüşmelerde sizin tarif ettiğiniz gibi tarif ediyorum ancak sadece bununla sınırlı değil anlatmak istediğim şey. Mesele filmde kullanılan araçlar üzerinden bir okuma yaptığımızda kullanılan en ilkel araçlardan olan ipi; ondan çok daha kompleks ve belirli bir teknolojik birikim üzerine üretilmiş araçlar olan otomobili, motoru vs. görüyoruz. Tüm bu araçların belirli sahnelerde kullanımı ile birlikte insan türünün gelişimini de gözler önüne sermeye çalıştım. Ya da bir tümseğe takılan otomobili kurtarmak için Hay’ın ve babasının çabalarını kıyasladığımız zaman jenerasyonlar arasındaki pratik yetkinliğin zamanla nasıl geliştiğini gözlemleyebiliyoruz. Bununla birlikte Hay ve arkadaşlarını da, Hay’ın babasını da Murat 131 kullanırken görüyoruz. Bir başka örnek verecek olursak filmde bir ağacın kesildiğini görüyoruz. Bu ağacın kesimine paralel Ömer karakterinin anılarını dinliyoruz ve bu anılar bize kronolojik sıra ile aktarılıyor. Yani Ömer’in gelişim ve değişimi ile kökleri toprakta olan ağacın adım adım insan için işlevli bir nesneye dönüşümünü arasındaki benzerliğe vurgu yapılıyor. Bu arada bir parantez açarak filmde kullandığımız ağacın Orman Bakanlığı tarafından kesilmek üzere işaretlenmiş, hastalıklı bir ağaç olduğunu da belirteyim. Parantezi kapattığımda diyebilirim ki bu tarz ayrıntıların seyirci üzerinde yarattığı etki benim için çok daha önemli.  Sonuç olarak en belirgin olan şey filmde doğa ve insan arasındaki karşılaştırma ve benzetme, yani ana taşıyıcı kolon bu fakat bu kolonun önünde arkasında izleyicinin yakalayabileceği farklı tartışmalara da değiniyor film. Zaten ben de böyle esnek bir yapı kurmak istemiştim yapım aşamasında.

Yağız Senem: Siz nasıl bir motivasyon veya kaygıyla böyle bir hikâyeyi işlemeyi tercih ettiniz?

Tarık Aktaş: Bu hikâye benim kendimi ve doğayı tanımaya yönelik çabamın sonucu. Ben esasen çocukluğumdan beri biyolog olmak istiyordum fakat o dönemki hocalarım puanım yetmesine rağmen biyoloji bölümü iyi bir gelecek vaat etmediği için beni başka bölüme yönlendirdiler. Ancak içimde canlıya dair merak hiç bitmedi. Biyoloji kitapları okumaya devam ettim, mimarlık eğitimi görürken botanik dersi aldım. Ben nasıl var oluyorum? Doğa nasıl var oluyor? Bu sorular filmin hikâyesinde oldukça etkili oldu.

Yağız Senem: Yetişkin Hay’ın bir koyunun boğazını keserken yanlışlıkla kendi bacağını kesmesi ile birlikte bayıldığını görüyoruz. Bu hadise, Hay’ın 7 yaşındayken karşılaştığı at leşi ile birlikte yaşadığı travmanın yeniden bilince çıkması mı? Yoksa madde-canlı uyumunun bilincine ulaşma serüveninin orijini mi?     

Tarık Aktaş: Burada bir uyanış var. Özellikle hastanede geçirdiği süreden sonra Hay’ı iyi bir gözlemci olarak görüyoruz. Yaralanma süreci onu bu kadar iyi bir gözlemci yapmaya iten başlangıç kıvılcımı. At leşini deşerken yaptığı şey de buydu esasen, gözlemlemek. Atı deşmeden önce mercekle yaptığı oyunda da doğaya yaklaşmaya çalışıyor sonra da o mercekle samanı yakıyor aslında bu kıvılcım orada da var. Bu sahne Hay’ın gözlem istencinin öncüsü, kendisini yaralama anına kadar arada geçen süreyi görmüyoruz fakat Hay’ın kendisini yaralaması ile birlikte bu istencin yeniden uyandığına tanık oluyoruz.

Yağız Senem: Hay, at leşi ile uğraşırken istemeden de olsa leşi deforme ettiğini görüyoruz ve devamında üç farklı yetişkinden “Bunu kim yaptı?” serzenişini duyuyoruz. Gözlem arzusu sonucu işittiği bu serzeniş ile birlikte Hay’da bir mahcubiyet oluştuğunu ve bu mahcubiyet ile birlikte ta ki arasında bağ kurduğu bir hayvanın canını alırken kendisini yaralayana kadar, maddeyi doğrudan incelemeye mesafeli yaklaştığını söyleyebilir miyiz?

Tarık Aktaş: Aslında burada Hay’a karşı doğrudan bir serzeniş yok. Bu soruyu soranların amacı sadece meraklarını gidermek fakat bir çocuk açısından değerlendirdiğimizde bunun mahcubiyet yarattığını ve sürecin bu şekilde geliştiğini de söyleyebiliriz.

Yağız Senem: Filmi izlerken birçok sahnede belirgin duman ve bulutlar ile karşılaşıyor izleyici. At leşi yakılırken, Hay otomobilde seyahat ettiğinde ve son sahnede kadrajın tamamında uzunca bir süre bulutları izliyoruz. Tüm bu duman, bulut veya nebula imgesinin yansımasını nasıl okumalıyız?

Tarık Aktaş: Astronomi de okuduğum, araştırdığım alanlardan biri. Bu alan üzerine okumalarım esnasında nebula terimi ile karşılaştım ve merak edip incelemeye başladım, bu merak da filmin yapım sürecine denk geldi. Nebula; uzay boşluğunda gazın, tozun, çeşitli elementlerin milyonlarca yıl içerisinde sıkışıp bir merkezde toplanması ve orada gerçekleşen patlama sonucu yeni gökcisimlerinin oluşmasına olanak tanıyor. Nebula’nın işlevi ile benim filmde yaratmak istediğim etki kendiliğinden iç içe geçti ve bunu değerlendirdim. Bana hem estetik hem de teknik olanaklar sundu, filmde yaratmak istediğim esnekliği böylece sağlamış oldum. Benim için nebula merkezde ortaya çıkan hissin, etkinin aslında birçok unsurdan oluştuğunu göstermenin bir ifadesine de dönüştü. Açmam gerekirse izleyicinin fark edeceği üzere filmin belirgin bir olay örgüsü yok fakat yine de bir düşünce uyandırıyor ve bu düşünce birbirinden farklı unsurların çarpışması, etkileşime geçmesi ile birlikte hayat buluyor. Yani filmde de dumanlar, bulutlar, elementler çarpışıyor ve yeni gökcisimleri yani duygular, fikirler meydana getiriyor.

Yağız Senem: Hikâye yazım süreciniz genel olarak böyle mi ilerler; olay örgüsünden olguya giden bir süreçten ziyade olgunun olay örgüsünü şekillendirdiği bir süreç midir?

Tarık Aktaş: Evet, genel olarak böyledir. İlgimi çeken, üstüne düşündüğüm, kafa yorduğum bir olguyu ayrıntılı bir biçimde incelemeye başlıyorum. Onunla ilgili şiir, öykü gibi edebi metinleri ya da felsefi-bilimsel makaleleri incelemeye başlıyorum. Sonrasında o fikri, olguyu yansıtacağım estetik unsurlar ve olay örgüsü şekilleniyor. Şu an yeni projem için irade olgusunu merkeze koydum ve araştırma süreci içerisindeyim. Araştırma sürecim bittiğinde yani bu olguyu hakkıyla anladığıma karar verdiğimde sinema sanatının yarattığı olanakları kullanarak irade olgusunu en iyi biçimde yansıtmaya çalışacağım. Bu kapsamlı araştırma sonucunda hikâyeyi yazmaya başladığımdan dolayı yazma süreci de çok kısa sürüyor. Nebula’nın senaryo taslağı da yaklaşık 16 günde ortaya çıktı.

Yağız Senem: Filmde ki sahnelere ve imgelere tekrar dönecek olursak, ilk sahnelerde bir at leşi görüyoruz, sonrasında Hay’ın elinden hayatını kaybeden bir koyun, son sahne de ise Hay, hayatını kaybetme tehlikesi yaşarken ona muzip-alaycı bir ifadeyle bakan kuşla karşılaşıyoruz. Filmin sinopsisinde de Hay’ın “ruhun doğadaki yerine tanık olduğumuz kaçınılmaz bir yolculuğa çıktığı” ifadesi yer alıyor. Bu bağlamda karşılaştığımız üç farklı imge bize ne anlatıyor?

Tarık Aktaş: Son sahnede gördüğümüz kuş şahin familyasından kerkenez. Kerkenezlerin de en belirgin özellikleri gözlemci olmalarıdır. Kanat çırparken havada asılı dururlar ve etraflarını incelerler. Bu özelliği ana karakterimiz ile uyuşuyor. Evet o kerkenez Hay’a alaycı bir ifade ile bakıyor ve bence şöyle diyor; “Sen bu zamana kadar ölüm ve yaşam ile ilgili, ikisi arasındaki unsurların materyalist ilişkisi ile ilgili birçok şey gördün. Bu yüzden ölümü ve yaşamı çok dert etme.” O yüzden de Hay’ın düşüp düşmediğini, kurtulup kurtulmadığını görmüyoruz. Yani Kerkenez, Hay’ı uzun süredir tanıyor ve biz de aslında onu tanıyoruz. İlk defa Hay, at ile karşılaşmadan önce kuyuya bakarken onun silüetini görüyoruz ve o andan itibaren Hay’ın hayatında. Daha sonrasında yetişkin Hay’ın ormanda arabayı durdurup dereye doğru ilerlemesi de kerkenezin çağrısıyla oluyor, Hay onun sesini duyuyor. En sonunda da yüz yüze geliyorlar. Dolayısıyla hem kerkenezin hem de at ve koyunun Hay’ın doğadaki karşılaşmalarının temsili olduğunu söyleyebilirim.

Yağız Senem: İlk uzun metrajlı filminiz tam da Türkiye’de dağıtım krizinin yaşandığı bir döneme denk geldi. Çekilen filmlerde çeşitlilik olmasına rağmen dağıtımda ki tekelleşmeden kaynaklı bu çeşitliliği sinema salonlarında pek göremiyoruz. Bilet fiyatlarında da ciddi bir artış söz konusu? Sizin filminiz de 26 Nisan’da vizyona girdi. Tüm bu gelişmeleri bir yönetmen olarak nasıl yorumluyorsunuz?

Tarık Aktaş: Nebula gibi festivallerde yarışan filmlerin yönetmenlerinin, yapımcılarının Türkiye’de çalışabileceği iki tane firma var. Bu ikisinden bir tanesini tercih ediyorsunuz ve her ikisinin de salon sayısı sınırlı. Eğer filminizde bir yıldız oyuncu varsa mesela bu salon sayısı iki katına çıkabiliyor. Salon sayısının artması filmin görünürlüğünün artmasını da beraberinde getiriyor ancak bu her zaman gişenin de artacağı anlamına gelmez. Biz bu krizden dolayı filmin yurtdışı başarısına rağmen dağıtımında bir sorun olabileceğini düşünüyorduk neyse ki şimdilik büyük bir problemle karşılaşmadık. Ancak Türkiye’de izleyici rakamlarında her yıl düşüş gözlemleniyor. Bu büyük bir sorun fakat bu sorunun nasıl çözülebileceğine dair aklımda belirli bir çözümde yok.

Yağız Senem: Aslında son yıllarda Türkiye’de nitelikli yapımların ortaya çıktığını görüyoruz. Geçtiğimiz yıl içerisinde Kelebekler, Ahlat Ağacı, Gulyabani, Kardeşler, Yuva gibi filmler Avrupa’da prestijli festivallere katıldı. Bu yılki tablo da oldukça heyecan uyandırıcı ancak bu filmler Türkiye’de yeterince ilgi görmüyor. Bunun sebebi ne olabilir?

Tarık Aktaş: Sanırım saydığınız yapımlar ve benzeri eserlerin gişe filmleri kadar ilgi görmesi hiç mümkün olmayacak. Geçen ay düzenlenen İstanbul Film Festivali’nin yüz binin üzerinde bir izleyici kitlesi olduğunu görüyoruz. Bu seyirci kitlesi festivalde gösterilen filmlerin tamamını izleyemiyor doğal olarak. Biz, festival izleyicisinin kaçırdığı filmler vizyona girdiğinde sinema salonlarına yeniden çağrı yapıyoruz. Ancak bunda da çok başarılı olunamıyor. Öte yandan festival filmlerini takip eden izleyici kitlesi yenilenmiyor. Biz bu kitlenin üzerine ne kadar yeni izleyiciler ekleyebiliyoruz bunu düşünmek lazım. Mesela yurtdışındaki birçok festivalde çocuk programları oluyor. İçeriği çocuklara uygun birkaç film seçiliyor, çocuklardan bir jüri oluşturuluyor, bu jüri bütün filmleri izliyor ve kimin hangi ödülü alacağına karar veriyor. Onların ödül verdiği filmler o şehirde, ülkede vizyona giriyor. Sinemaya olan ilgiyi çocuk yaşta geliştirmek için ortaya koyulan çabanın sonucu bu.

Yağız Senem
diğer yazıları