yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

TARİKATIN YOLU NASIL İŞLEDİ?

Sözcük anlamı Türkçeye ‘izlenecek yol’ olarak çevrilen ‘tarikat’ı, İslam Ansiklopedisi,  “Tasavvufta Hakk’a ulaşmak için benimsenen usul, tutulan yol” diye tarif ediyor. Ediyor etmesine de, İslam’ın doğuşunun hemen sonrasında türlü çeşit ‘yol’ ortaya çıkıyor. ‘Yol’ tek değil yani. ‘Asr-ı saadet’in (peygamberin yaşadığı yıllar) ardından halifelerin seçim süreçlerinde baş gösteren iç anlaşmazlıklar, bir din devleti olarak giderek büyümenin ve güçlenmenin gölgesinde kalıyor başlangıçta. Ancak halife Ali’nin takipçilerinin büyük bir kol halinde ayrılması ve Şiilik mezhebinin kurulması ile yeni din, keskin bir şekilde ikiye bölünüyor. Böylece mezhep ayrılıkları ile daha baştan bölünse de, İslamiyet’in ve onun güçlü devletlerinin yükselişi Sünni-Şii ana eksenleri etrafında devam ediyor. Bu yükselişin sırrı da Arap yarımadasından başlayarak bütün Ortadoğu-Kuzey Afrika ve yakın Asya’nın zenginliklerinin ele geçirilip askeri/politik güce çevrilebilmesinde yatıyor. Tüm bunların yapılabilmesinde etkili bir rol oynayan faktörler arasında, merkezden çevreye akın akın yayılan ve yoğun bir misyonerlik faaliyeti yürüten ‘tasavvufi gruplar’, yani tarikatlar çıkıyor karşımıza.

***

Kuzey-Orta Afrika, Orta Asya, Hint-Çin bölgesi ve Balkanlar’da etkili olan tarikatların dinin yayılma sürecinde ‘fetihci’; kapitalizmin yükselişiyle İslam devletlerinin gerilemesi sürecinde ise (Libya’da Ömer Muhtar önderliğinde İtalya’ya karşı yürütülen bağımsızlık savaşına rengini veren Senûsiyye/Senusilik tarikatı gibi) Batılı emperyalist güçlerin işgal hareketlerinden korunma mücadelesinde ‘savunmacı’ bir rol oynadıklarını görüyoruz.

Ancak bu durum daha çok İslam dünyasının sınır boylarında yaşanıyor. Dinin ‘merkez devletleri’ olarak değerlendirebileceğimiz Osmanlı İmparatorluğu’nda, Safeviler ve Babürler’de ise ‘tarikat’ farklılaşan anlamlar yükleniyor. Dinin yükselişi ile birlikte ilk etki alanının oluştuğu bu ‘ezelden ebede İslam olan/olacak topraklar’da dinin yaygınlaştırılması -belki bazı bölgeler ve durumlar dışında- tarikatların öncelikli görevi olmaktan çıkıyor. Bu üç devlet, 17. yüzyıldan itibaren Batılı emperyalistlerin orta ve uzun vaadeli işgal planlarına dahil edilseler de Kuzey Afrika’daki gibi kapitalist gelişim sonucu ortaya çıkan ilk saldırgan hamlelerin doğrudan muhatabı da olmuyorlar.

***

Batılı emperyalistler Safevi/İran topraklarının tamamını kapsayan uzun süreli bir askeri işgale hiç girişememiş, bu konuda -Safevilerin sahneden çekilmesinden sonra- en çok istek gösteren İngiltere bile sonunda ‘sorunu’ şahı satın alarak çözme yoluna gitmiştir. Dünyanın bugününde dönem dönem öne çıkan İran’a yönelik bir ABD saldırısı ihtimali, tarihsel açıdan bu yüzden önemlidir. İran halkının böyle bir ihtimale karşı direniş konusunda yüksek özgüveninde bu geçmişin de payı vardır. Ki ülkedeki molla rejimi bunu iyi biliyor ve açıklamalarında sık sık bu tarihi hatırlatan cümleler kuruyor.

Babür/Hint topraklarına yönelik büyük ve uzun süreli İngiliz işgali ise Napolyon’un Mısır seferinden yarım yüzyıl sonra söz konusu olmuştur. Üstelik buraya yönelik saldırıda Müslüman nüfusla birlikte -daha kalabalık olan- Hindu nüfus da hedef almıştır. İki dinin bu bölgede bir arada olması -‘İslam devleti’nin nüfusunun büyük bölümünün Hindu olmasının yarattığı çelişki- İngiliz yönetimi tarafından direnişin parçalanmasının aracı yapılmıştır. Böylece hem işgalin hem de emperyalist egemenliğin tahkimi sağlanmıştır. Bu topraklarda bu yüzden bugün de yeni acılar yaşanmaya devam etmektedir.

Osmanlı’ya gelince… Etkin olduğu geniş bölgeleri yüzyıllar içinde Batılı devletlere kaptırarak küçülen imparatorluk, Birinci Dünya Savaşı sonunda Anadolu içlerine kadar uzanan işgallere kadar merkezi topraklarını koruyabilmiştir. Babürler ve Safeviler askeri ve ekonomik alandaki kısmi hamleler hariç topluca bir ‘Batılılaşma’ macerasına atılmamıştır. Ancak Osmanlı, bu konuda onlardan farklı hareket eder. Dönem dönem kesintilere uğrasa da iki yüzyıla yayılan -imparatorluğun toplam ömrünün üçte biri- Batılılaşma gayretleri 1683-1699 arasında Avrupa’ya karşı savaş meydanında üst üste alınan mağlubiyetlerin etkisiyle başlamıştır. Osmanlı burada Hindistan ve İran’da izlenen daha tepkisiz hatta yenildikçe içe kapanan devlet politikasının aksine, mağlubiyetlerden ve geride kalmış olmaktan farklı bir sonuç çıkarmış, yüzünü kendisini geriletmekte olan güçlere dönmüştür. Hiç şüphesiz bu durumun temelinde de hem kuruluştan itibaren fetih faaliyetinin ‘ana hedefi’ olarak Avrupa’nın görülmesi hem de ülke sınırlarının önemli bölümünün bu kıtanın ülkeleri ile olmasıdır. Bu etkenleri Safevilerde ve Babürlerde göremeyiz. Ve Osmanlı için işte bu yüzden Batılılaşma bir ‘tercih’ değil koşulların getirdiği zorunluluk olmuştur.

***

Ülkenin her alandaki kaderini belirleyen bu durum, Osmanlı’da -ve sonrasında Türkiye Cumhuriyeti’nde- tarikatların anlamını da değiştirmişt, onları başka İslam ülkelerinde görülmeyen bir güç mücadelesinin tarafı haline getirmiştir. Başka ülkelerde kapitalist dünyanın her an biraz daha büyüyen tehdidine karşı tarikatlar İslam devletinin halk içindeki ‘manevi destekleyicisi’ rolü oynarken, düşe kalka Batılılaşmaya çalışan Osmanlı’da devlet-tarikat ilişkisi daha karmaşık bir hal almıştır. Sünni geleneğe körü körüne bağlı bir tarikat, Batılılaşma çabasını neden ve nasıl anlayıp devleti bu anlamda destekleyebilir, halka rehberlik edebilir ki? Ya da Batılılaşma yolundaki hiçbir çabası yeni bir mağlubiyetin kapısının aralanmasına engel olamazken Sünni dünyanın lideri bir devlet tarikatlara nasıl sırt çevirebilir? İkisi de mümkün değildir. Üstelik, devletin kuruluşundan itibaren tarikatlar konusunda yaşanan çeşitli olaylar da bu çetrefilli durumu tarihsel olarak besler durur.

***

İslam dininin tarihi içerisinde çoğunluğu Sünni geleneğe bağlı yüzlerce tarikat kurulmuştur. Bunların önemli bir bölümü önce Selçuklu, ardında Osmanlı topraklarında faaliyet de göstermiştir. Ancak Anadolu’nun Türkleştirilmesi ve Osmanlı’nın kuruluşu gibi kritik dönemeçlerde iki tarikat öne çıkar. Bunlardan Mevlevilik, Batı’dan gelen tehdidin yükselişi ile birlikte giderek daha fazla kültürel yönünü öne çıkarır ve iktidar mücadelelerinden tamamen uzaklaşmasa da daha ‘elit’ bir görüntü verir. Sünni gelenekten doğsa da zamanla Şii-Batıni bir eksene yönelen Bektaşilik ise Batılılaşma hamlelerinin belki de en büyük ve kanlı tasfiyesi olan Yeniçeri Ocağı’nın kapatılması sürecinde varlıkları başka tarikatlara pay edilerek devlet eliyle sonlandırılır.

Hoca Ahmet Yesevi, Mevlana Celaleddin-i Rumi, Hacı Bektaş-ı Veli, Ahi Evran, Yunus Emre ve Hacı Bayram-ı Veli gibi Anadolu’da doğup gelişen sufi hareketlerin önderleri halk içinde büyük saygınlık kazanmıştır. Ancak Anadolu kökenli bu tarikatların ortak özelliği, Sünni geleneğin temsilciliğini üstlenen Horasan ve Haremeyn (Mekke-Medine) kaynaklı tarikatlar karşısında hem devlet yönetiminden hem de toplumsal hayattan büyük oranda tasfiye edilmiş olmalarıdır. Bu süreçle ilgili birkaç şey söyleyelim…
***

İstanbul’un fethinden sonra devletin kuruluşundaki yerel feodal güçleri merkezi bir imparatorluk kurma sürecinde etkisizleştirmek isteyen II. Mehmet (Fatih), bu güçlerin temsilcisi olarak gördüğü tarikatların başkentte faaliyet göstermesini engellemiştir. Onların yokluğunda merkezi devlete kayıtsız şartsız bağlı, güçlü bir medrese yapılanması kurmuş ve medrese üyelerinin toplum içerisinde etkili olmasını sağlamaya yönelik bir tutum sergilemiştir, gerçekten de ‘medreseliler sınıfı’, ülkenin kaderinde önemli roller oynar. Yani Anadolu’nun farklı noktalarından gelip İstanbul’un fethine katılan tarikatlar, bilinenin/beklenenin aksine toplum içerisinde rahat bir şekilde faaliyet yürütemez. Bu durum Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcında Mustafa Kemal’in tarikatları mücadeleye bizzat davet etmesi ancak Cumhuriyet’in kuruluşu ile birlikte tekke ve zaviyeleri kapatarak yasaklaması ile de benzerlik gösterir. Ancak bu iki tarihsel olay sırasında yaşananlara bakılarak tarikatların devletle ilişkisi hakkında genel bir yoruma ulaşmak doğru olmaz. II. Mehmet’in hemen ardından gelen padişah II. Bayezid döneminden itibaren tarikatların devlet eliyle yükselişine tanık oluruz. O, babasının başkentte sadece Mevlevilik ve Zeynilik gibi daha önce Anadolu’nun iki başkenti olan Konya ve Bursa’da ‘şehirlileşmiş’ bu tarikatlar dışında hiçbir tarikat faaliyetine izin vermemesinin tam aksi yönünde bir yol izler. Mevlevilik, -sonradan Nakşibendilik içinde eriyen- Zeynilik ve büyük oranda Yeniçeri Ocağı ile sınırlı kalsa da Bektaşilik gibi Anadolu kökenli tarikatlar dışında Nakşibendilik, Halvetilik, Bayramilik gibi Horasan ve Kadirilik, Rıfailik, Şazelilik gibi Harameyn geleneğine bağlı tarikatların da faaliyetlerini serbest bırakır. Böylece Anadolu’dan başkente taşınan tarikatlar devlet içerisinde etkinlik sağlama kavgasına da girişirler. Batılılaşma macerasına karşı çıkan kesimlerin öne çıkan unsuru da tarikatlar olur.

Ancak tarikatlarla devlet arasında giderek karmaşıklaşan ilişkiler burada da net bir karşı karşıya gelme durumuna izin vermez. Aksine tarikatların devletin gideceği yöne ilişkin bir fikri varsa, devletin de tarikatların ne yapacağı ile ilgili bir planı hep vardır. Parlak fetihler dönemi boyunca, hem ülke içinde hem yeni kazanılan topraklarda egemenliğin halk içindeki sürdürücüleri olarak tarikatlar kullanılır. Bu durumu bugün ‘tarikatlar sivil toplumun olmadığı zamanın sivil toplumudur’ şeklinde açıklayan değerlendirmenin çok gündeme getirmediği yön ise tarikat vakıflarının doğrudan devlet eliyle yapılan bağışlarla kazandığı ekonomik güçtür. Paşalar, sadrazamlar, padişah çocukları ve hatta -I. Selim (Yavuz), III. Selim, II. Mahmud, V. Mehmet (Reşad), I. Abdülhamid gibi- bizzat padişahlar ‘yol’u tarikatlarda aramıştır. Ve elbette bu arayışları sırasında mensubu oldukları tarikatlara büyük bir siyasi ve mali destek de sağlamışlardır.

Bugün ‘her sınıf ve kesimden’; işçi/işveren sendikalarını, dernekleri, meslek örgütlerini, cemaatleri, mevcut iktidarın kullanmayı çok sevdiği tabirle ‘kanaat önderlerini’ hatta ‘bilim kurumu’ olma özelliklerini de bir kenara atarak üniversiteleri ortak bir zemine sıralayarak hepsine birden ‘sivil toplum’ deniliyor. Ancak görevi adlı adınca konmuyor: Düzenin bekası ve egemenler için daha iyi işlemesi adına halkı ikna aracı olarak faaliyet yürütmek. Bu tarife uymayan bir oluşumun ‘sivil toplum’ platformunda kalmasına ise izin verilmiyor, hatta kapatılmaları isteniyor. Ancak Sünni gelenekten gelen ve zamanla ‘din yolu’nda tekelleşen tarikatların böyle dertleri -Bektaşiliğin yaşadığı istisna dışında- hiç olmamıştı. Bu anlamda onların devletle ilişkisini ‘daha yakın ve doğal’ bir birliktelik olarak anmak herhalde daha doğru olacaktır. Ki zaten toprağa dayalı feodal bir imparatorlukta toplumsal yaşamın bir unsuru olarak tarikatları, modern kapitalist dünyada belli sınırlar içindeki hareket alanı olarak ‘sivil toplum’la eşleştirmek de başlı başına sağlıklı bir sonuca ulaşmayı sağlayacakmış gibi görünmüyor.

***

Yavuz Sultan Selim’den itibaren devletin dini eğiliminin Sünnilik olduğu açık ve güçlü bir şekilde vurgulandı. Doğuya düzenlenen her askeri seferde, tıpkı Avrupa’ya yapılanlar kadar ‘kafiri yok etmek’ -ki kasıt Şiilikti- önemli bir motivasyon oldu. Ve Sünni dünyanın halifeliği rolünü oynama çabası sonraki bütün dönemler için belirleyiciydi. Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda artık bütün Müslümanlara yapılan cihat çağrıları, okyanusta batan bir geminin kimseye ulaşmayan S.O.S. çağrılarına benzeyen yorgun imparatorluğun çöküşü, devletin Sünni renginin ve dolayısıyla tarikatların durumunun değişeceğinin de ilanı gibidir.

Cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte varlıklarına el konulan, ‘tekke ve zaviyeleri’ kapatılan tarikatlar içinse yeni bir ‘yol’ belirir: Cemaatleşmek… Böylece asıl olarak halk içinde dini örgütlenmenin aracı olma rolü üstlenen tarikatlar yerlerini uzunca bir süreliğine ‘cemaatlere’ bırakır. Burada söz konusu olan, disiplinli tarikatların yerini daha gevşek/şekilsiz dolayısıyla daha kolay mevcut duruma uyabilen bir örgütsel şekilleniştir. Böylece hem yasaklanmış bir faaliyet yapılmıyormuş gibi yapılabilir hem de yeni dünyanın ‘sivil toplum’u içerisinde bir yer edinmek adına daha uygun bir görünüm sağlanır. Tarikat olarak kalmaya devam etmek isteyenler ise dönem dönem çeşitli takibatlarla karşı karşıya kalsalar da Demokrat Parti hükümetlerinden itibaren belli sınırları aşmadan varlıklarını devam ettirebilir. Bugün onların da cemaatlere uygun düşmeyen yeni roller -28 Şubat askeri müdahalesi sırasında ‘ateşleyici’ olarak kullanılan Aczmendi tarikatı gibi- üstlendiklerini zaman zaman görüyoruz.

Buradan sonra üzerinde durulması gereken herhalde şudur: Bugün de bir tür ‘dini üst kurum’ olma işlevleri -her şeye/onca şeye rağmen- devam eden tarikatlar ve cemaatler için ‘yol’ nasıl devam edecek? Bu sorunun yanıtını iktidar ve sermaye ilişkileri dışında aramak, bunların ilanihaye ‘yollarını bulmaya’ devam edecek ‘kurumlar’ olduğu algısıyla değerlendirme yapmak herhalde doğru bir yol olmayacaktır.

Barış Avşar
diğer yazıları