yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

YOKSA SENİN DE ÇOCUKLUĞUN ANNEANNEN MİYDİ?

Bir soruyla başlamak istiyorum.

Her hikâyenin, romanın baş döndürücü tesadüflere, hayrete düşürecek rastlantılara mı ihtiyacı var? Sürpriz sonlara? Balyoz gibi başlangıçlara? Her hikâye, dizi film senaryolarına benzemeli? Bir odadan diğerine…

Nasıl yazıların da başlarken afili alıntılara ihtiyacı yoksa.. Metinlerin kanıta, başkalarının tırnak işaretlerine neden ihtiyacı olsun ki?

Çoğunluğun aksine bazıları da sizin sesinizi yansıtmalı, çağırmalı… Geniş zamana.

Hiç ama hiç kimsenin merak etmediğini düşündüğünüz çiziklerinizden sızmalı.

Görüyordum: Aslı Alpar, çizgileriyle bazen öykü, bazen bir şiiri kuruyor. Bizi inciten her ne varsa, kâğıda taşıyor, kimsenin kimseyi incitmediği bir dünyayı kurabilmek için belki de. Renkleri en ağır meseleleri işlerken bile ferahlatıyor, uçucu, acı bir yerde mıhlanıp kalmıyor. Sanki karşılaştığında onun çizgileriyle, paylaşıveriyorsun da aynı duyguyu.

Aslı Alpar, son olarak Emine Hanım’ın Romanı’nı, okurlarıyla demek istemiyorum, hemdert olanlarla buluşturdu. Onun için göksel bir varlığı, anneannesini kaleme almıştı.

Elime aldığımda romanı, annelerimizin hikâyelerini yüksek sesle tartışırken ve elbette, sorgularken, büyükannelerimizin yaşamlarını pek de konuşmadığımızı düşündüm. Alpar ile öykülerimiz benziyor. Benim de annem tek başına ayakta durmaya çalışıyordu.

Sanki benim yaşımdaki çocukların hepsinin annesi biraz altmış sekizlidir. Bir itirazı kalbinde taşır, sınırları her neyse kavgalıdır. O itiraz, bazen boşanabilme cesaretidir, bazen çocuğunu okula gönderebilmek ya da çocuğunun kendi yoluna gitmesini sağlayabilmektir. Gündelik yaşamda, evde, evlilikte özgürleşebilme arzusudur o itiraz.

Ayşe Köse Badur’un hazırladığı 68’in Kadınları kitabına tekrar göz attım. Oradaki kadınlar, dünyayı değiştirmeyi hayal ederken, kendi kendilerine içinde bulundukları hayatlarını, evliliklerini değiştirip değiştiremediklerini de sorguluyorlardı. Erkeklerin yoldaşlıktan kocalığa geçişindeki tuhaflığı, toplumu değiştirmeyi tasavvur edecek özgüveni kendilerinde bulurlarken, yoldaşları olan erkeğe bir anlamda tâbi olmanın çelişkisini… Politik anlamda bilinçlendirmek için gittikleri evlerde işçi eşlerinden doğum kontrol yöntemlerini öğrenişlerini… Ailelerinden kopsalar da, aslında evlerindeki ataerkiden, onların da eşlerinin de çok uzaklaşamayışlarını düşünüyorlardı. Belki de 68’in en hazin hikâyesi de budur.

O kitapta, rastlarsanız gözünüze ilişir, bizim kuşağa da göz kırpıyorlar, hayallerinin bir kısmını çocuklarının gerçekleştirdiğini söylüyorlar, ama ekliyorlar, “onca birikimlerine rağmen bizden de daha mutlu olamadılar.” Ne kadar doğru.

68’lerin kadını dünyayı tersine döndürmeye çalışırken, çoğu çalışan annenin çocuğunun ilk yaşları da anneanneler, dedelerle hemhal geçmiştir.

Evet, benim de çocukluğum anneannemdi.

Anneannemin anlattığı deli saraylı hikâyeleriydi. Her anneannenin ailesinde galiba varsıl bir dönem var ve o kaybediliyor. Hep bir sevgili var ve ona kavuşulamıyor. Evliliğe ancak katlanılıyor. “Boşansam nereye gidecektim,” hep askıdaki isyan cümlesi. Belki o sevgili ile de evlenilse, hikâyenin sonu pek değişmeyecek, ama olsun, anneannelerin anlattığı masallara inanmak daha tatlı. Yaşadığımız coğrafyanın yirmilerine, otuzlarına uzanmak. Belki en saf yüzüne.

Çiçeklerin suyla, dahası şimdiki gibi sentetik vitaminlerle değil, sevgiyle yaşaması… Evde neşe, huzur varsa, onların da yeşillenmesi, her bir yapraklarının biricikleşmesi, çiçeklerin daha da güzel kokması… Anneannemin balkonundaki mum kokusunu hiç unutamam. Mum çiçeklerinin deliverenliğini… Şimdi onlar benim balkonumda, hiç açmıyorlar.

Aslı Alpar’ın romanında herkes anneannesinden bir tını bulabilir.

Alpar, Emine Hanım’ı romanlaştırırken, görsel unsurlara da yer veriyor. Çoğunlukla eski fotoğraflardan oluşan bu görsel unsurlarda farklı bir metin kurmuş. Sadece Emine Hanım’ın yüzünün fotoğraf görüntüsünü sayfaya taşımış. Gerçeğini. Fotoğrafta yer alan diğer insanları kendisi çizgisiyle yansıtmış. Ece Ayhan, peki, diye başladığı şiirinde “sahiden yaşadı mı” diye sorar ya… Emine Hanım, belki de hiç yaşamadığı kadar yaşıyor bu kitapta.

Emine Hanım’ın anlattıkları gerçek mi illüzyon mu, sanırım Alpar da arafta kalmış. Sonunda inanmayı seçmiş, rüyalarında da bunu Emine Hanım’a fısıldamak gibi şahane de bir yol bulmuş.

Masallar zaten rüyada fısıldanır.

Belki çocukluğumuz anneannelerimizden mürekkep olduğu için edebiyatta da pek annelerimizin, babalarımızın çocukları olmadık. Yıkıntıların izini sürdük, yıkıntılarımızda benzeştik. Şizofrenik bir varoluşsal kozmosta dilimizi aradık, içe döndük, onlar gibi içimize katlandık, iç sesimiz metnin elini hiç bırakmadı, metinleri sokakları arşınlayarak yazsak da…

O iç ses, öğrendiğimiz ve hiç unutmadığımız çocukluğumuzun saf lisanıydı. İşte onlar kâh roman oluyor, kâh öykü, bazen şiir… En azından ne yaparsak yapalım, hangi tondan yazarsak yazalım, kalbimize “hişt, hişt” deyiveriyor…

Emine Hanım’ın Aslı Alpar’ın çizgilerinin ve sözcüklerinin arasından gülümsediği gibi.

Ayşegül Tözeren
diğer yazıları