yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

‘YÜCEL – ÖNER DAVASI’ VE SABAHATTİN ALİ

İşi şahsiyattan çıkarırsak hasm–ı canım Atsız’ın arkadaşı Gökyay şimdi nerde, Sabahattin Ali ne haldedir, bir an düşünmek; meselenin ruhunu ortaya koyacaktır. (…) Birine nasıl muamele etmişiz, diğerine ne yapmışız, apaçık meydandadır.
HASAN ÂLİ YÜCEL[1]

“Yücel – Öner Davası”nın Sabahattin Ali’nin yazgısında özel bir yeri var. Onu ölümle buluşturan yolun yapımında kullanılan gereçlerin önemli bir bölümü bu dava sırasında üretilmiştir. Bir “hakaret davası” olarak başlayan ve kısa sürede bir “siyasal hesaplaşma”ya dönüş(türül)en bu dava aracılığı ile hesaplaşılmak, giderek de defteri dürülmek istenenlerden biri de Sabahattin Ali’dir.
İlk bakışta davada Sabahattin Ali’nin özel bir yerinin bulunmaması ya da “komünist hamisi” olmak ve bakanlığını komünistlerle doldurmakla suçlanan Hasan Âli Yücel’i köşeye sıkıştırmak amacıyla gündeme getirilen öteki adlar (Sadreddin Celâl Antel, Muzaffer Şerif Başoğlu, Pertev Naili Boratav, Niyazi Berkes, Behice Boran, Hasan Ali Ediz vd.) ölçüsünde bir yerinin bulunması gerektiği düşünülebilir. Ancak durum hiç de öyle değil. Duruşmalar boyunca gerek “sanık” Kenan Öner ve gerekse de tanıklarının öteki adlardan çok, ısrar ve inatla Sabahattin Ali’nin üzerine gittikleri görülüyor.
Gerçekten de gerek “sanık” Kenan Öner ve gerekse de tanıkları, Yücel’i köşeye sıkıştırmakta Sabahattin Ali’yi atlama tahtası olarak kullanmaya çalışmışlar ve bu amaçla da onu “meşruluk sınırları”nın dışına düşürmek için tüm güçlerini seferber etmişlerdir. Davanın yazgısındaki özel yeri de buradan kaynaklanıyor.

OLAYIN GERİSİNDE YATAN

Basının büyük ilgi gösterdiği dava boyunca Sabahattin Ali’nin suçlamaların odağında yer almasının anlaşılır nedenleri var aslında. “Sanık” Kenan Öner, Hasan Âli Yücel’in “hakaret davası” açmasına yol açan “açık mektup”unda suçlamalarını iki noktada topluyordu:

“Siz yalnız komünistleri bakanlığınızda beslemek, uğradıkları hücumlara karşı onları müdafaa etmekle de kalmadınız. Bakanlığınızın telkinleriyle milliyetçilik belâsına başlarını soktuğunuz tam 23 genci İspanyolların engizisyonuna rahmet okutacak işkencelerle ezdirdiniz, harap ettiniz ve hırpalattınız.”[2]

İşte Sabahattin Ali, davada diğer adı geçenlerden ayrı olarak, Yücel’e yöneltilen “komünist hamisi” ve “işkenceci” suçlamalarının tam odağındadır. Hem “himaye edildiği” ileri sürülen bir “komünist”tir, hem de Yücel’in emri ile “işkence” uygulandığı ileri sürülen tutuklamanın hazırlayıcısı olarak görülmektedir. “Sanık” Kenan Öner ve tanıklarının ısrar ve inatla Sabahattin Ali’nin üzerine gitmelerinin de, onu korkulacak bir “komünist” olarak nitelendirmelerinin de nedeni budur.

Kendisine “komünist hamisi” ve “işkenceci” suçlamalarını yönelttiği için Yücel’ce mahkemeye verilen Kenan Öner, savunmasını, üç nokta üzerine oturtmuştu:

  1. a) Milli Eğitim Bakanlığı bünyesindeki kurumlarda çalışan ilerici / demokrat aydınların “komünist” olduklarını,
  2. b) 3 Mayıs 1944’teki Irkçı-Turancı gösterilere ve dolayısıyla da onu izleyen tutuklamalara neden olan “Sabahattin Ali-Nihal Atsız Davası”nın Yücel’in yönlendirmesi ile açıldığını ve
  3. c) Tutuklananların sorgulanmaları sırasında uğradıkları ileri sürülen “işkence”nin Yücel’in yönergesi ile uygulandığı kanıtlamaya çalışmak…

Bu yoldan giderek “milliyetçileri” ezen ve görevlerinden alan, buna karşılık “komünistleri” Millî Eğitim Bakanlığı bünyesinde tutan ve koruyan bir kamu görevlisi imgesi üretmeyi amaçlıyordu Öner. Böyle bir imgenin üretilmesinde atlama tahtası olarak kullanılacak en uygun kişi olarak da Sabahattin Ali’nin düşünüldüğü anlaşılıyor. Savunmanın üzerine oturtulduğu üç noktanın kavşağında duruyor çünkü. Bu açıdan bakıldığında Sabahattin Ali’ye özellikle saldırılmasının nedeni iyice seçikleşiyor! Dolayısıyla da Sabahattin Ali ne ölçüde korkulacak bir komünist olarak sunulursa, Yücel de o ölçüde köşeye sıkışmış olacaktı.

ÖNER’İN VE TANIKLARININ SAVLARI

Kenan Öner, daha “hakaret davası”nın açılmasına yol açan ve 11 Şubat 1947 tarihli Yeni Sabah’ta yayımlanan “açık mektup”unda, Sabahattin Ali’yi, “… Cami’lerden, Sertel’lerden yüz bin kat fazla komünist olan adam…” sözleri ile nitelemiş ve suçlamıştır.[3] Bu tutumu, duruşmalar boyunca da sürdürmüştür. Nihal Atsız’ın Orhun dergisinde yayımlanan 20 Şubat 1944 ve 21 Mart 1944 tarihli “Başvekil Şükrü Saraçoğlu’na Açık Mektup”larının ikincisini savunmasının belkemiği yapmıştır. O mektubunda, Atsız, bir dönem arkadaşı olan Sabahattin Ali için “Hemen hemen bütün kendini tanıyanların komünistliğini bildiği Sabahattin Ali” nitelemesini kullanmış ve onu “vatan haini” olmakla suçlamıştı.[4] Öner de, Hasan Ali Yücel’in “himaye ettiği”ni ileri sürdüğü “komünistler” arasında adını andığı Sabahattin Ali için bu sözlere gönderme yaparak konuşur:

“Nihal Atsız’ın mektubunda da ismi geçen ve sabah akşam davacımızın evinde her eğlenceye iştirak suretiyle müstesna bir hüsni kabule mazhar olan Sabahattin Ali de (…) konservatuvarda hoca olmuştur.”[5]

Kenan Öner, 3 Mayıs 1944’te, katılımcılarının tutuklanması ile sonuçlanan Irkçı-Turancı gösterilere yol açan “Sabahattin Ali-Nihal Atsız Davası”nın gerisinde Hasan Âli Yücel’in bulunduğunu ileri sürerek de Sabahattin Ali’yi güç duruma düşürmeye çalışmıştır:

“… Millî Eğitim Bakanı olmasa Sabahattin Ali’yi, Nihal Atsız aleyhine dava ikamesine mecbur edemez…”[6]

Öner’in tanıkları da benzer tutum sergilemişlerdir. Bir yandan “komünist” olduğunu ileri sürmüşlerdir Sabahattin Ali’nin, diğer yandan da Yücel’ce “himaye edildiğini”…

Orhan Şaik Gökyay, 7 Mayıs 1947’deki “duruşma celsesi”nde, Sabahattin Ali’ye ilişkin olarak şunları söyleyecektir:

“… Millî Eğitim Bakanlığı’nda eskiden beri tanıdığım iki kişi vardır ki bunlarla fikren temas halindeyim. Bunlar Sabahattin Ali ile Pertev Naili Boratav’dır. İkisi de komünisttir.(…)

(…) Sabahattin vekâlet emrine alınmıştı. Bir gün sonra Sabahattin Ali’nin evine gittim. İçlerinde Niyazi Berkes de vardı. Orada bir topluluk gördüm. Vekâlet emrine hakikaten alınıp alınmadığını sorduğum zaman bana vekilin telefon ettiğini, kendisini vekâlet emrine almanın bir zaruret halini aldığını, tercümelerle bu zararı telâfi edebileceğini bildirdi.”[7]

Gökyay sözlerine, “…Sabahattin Ali bana ‘eğer Hasan Ali ile Falih Rıfkı ısrar etmeselerdi Nihal hakkında dava açmayacaktım.’ dedi”ğini de eklemeyi ihmal etmeyecektir.[8]

Nihal Atsız, yargıcın “İç İşleri Bakanı’nın nutkunda bahsolunan komünistler kimlerdir?” sorusunu yanıtlarken sıraladığı adlar arasında “Konservatuvar öğretmenlerinden Sabahattin Ali”yi de anar[9] ve ekler:

“Sabahattin Ali beş yıllık bir muallim mektebi mezunu olmasına ve Cumhuriyet devrinin iki başkanına da hakaret suçundan 14 ay hapse mahkûm edilmesine rağmen Yücel tarafından konservatuvar gibi yüksek bir okula öğretmen olarak tâyin edilmiş(tir).”[10]

Bir başka tanık, Necdet Özgelen, “Hasan Ali, komünistleri korumuştur. Bu komünistler arasında (…) Sabahattin Ali de vardır.” diyecektir.[11]

Atsız’ın kardeşi Necdet Sancar, “Zonguldak mahkemesi”nce alınan “ifadesi”nde, “Yücel’in Millî Eğitim Bakanlığı’nı komünistlerle doldurduğunun bir hakikat olduğunu” belirttikten sonra, “Sabahattin Ali(’nin) kitaplarını Türk milliyetçiliğini kötülemek için yazdığı halde kendisinin konservatuvarda muallimlik etmesine göz yumulduğunu” vurgulamıştır.[12]

Bir başka tanık, Hüseyin Namık Orkun ise, şunları söylüyor:

“… Ankara savcı yardımcılarından Zihni Betil ile Ulus meydanında karşılaşmıştık. Konuşurken ‘Haberin var mı? Sabahattin Ali, Nihal Atsız’ı dava etti.’ dedi. Bilmediğimi, fakat Sabahattin’in böyle bir davaya girişemeyeceğini söyledim. Bunun üzerine dava arzuhalini verirken orada geçen bir muhavereyi anlattı: ‘Bir arkadaşı Sabahattin Ali’ye dava açıyorsunuz, ya Nihal Atsız sizin komünist olduğunuzu ispat ederse ne yaparsınız?’ demiş, o da ‘Ağabeyim Falih Rıfkı Atay’la Hasan Ali Bey ısrar ediyorlar. Ben bu sebeple dava ediyorum. Yoksa dava etmek aklımdan geçmiyordu.’ demiş,

Sabahattin Ali sicilli komünisttir.”[13]

Son savına kanıt olarak da, “Sabahattin Ali’nin (…) ‘Markopaşa’ gazetesinde yazdığı yazıların ve bütün kitaplarının (…) meydanda bulunduğunu” belirtmeyi yeterli görmüştür.[14]

“Millî Eğitim müfettişlerinden Ahmet Ziya Karamuk” ise, “… komünist olan Sabahattin Ali, ben yüksek muallim mektebindeyken, komünist fikirleri yaydığını işitirdim.” diyecektir.[15]

Öner ve tanıklarının dava süresince Sabahattin Ali’ye ilişkin olarak söyledikleri bunlar. Söylenti ve kanıtsız suçlama düzeyini aşmayan, ancak muhatabını “meşruluk sınırları”nın dışına düşürücü nitelikte sözler bunlar. “Yücel-Öner Davası”nın Sabahattin Ali’nin yazgısındaki yeri konusunda önemli ipuçları içeriyorlar. Ancak söz konusu durumu kesin olarak belirleyebilmek için atılması gereken bir adım daha var: “Sanık” Kenan Öner’le “tanıkları”nın “komünist” olduklarını ve “himaye edildikleri”ni ileri sürdükleri kişiler karşısında Hasan Ali Yücel’le avukatı Bülent Nuri Esen’nin takındıkları tutumu ve bunun Sabahattin Ali özelindeki görünümünü saptamak…

YÜCEL VE AVUKATININ TUTUMU

Hasan Âli Yücel, “sanık” Kenan Öner ile “tanıkları”nın savları karşısında, “himaye ettiği” ileri sürülen kişileri, yapılan suçlamalarla başbaşa bırakmıştır. Diğer bir deyişle Hasan Âli Yücel Kenan Öner’e karşı açtığı davanın bir “hakaret davası” olmaktan çıkartılıp bir “siyasi dava”ya dönüştürüldüğünü ya ayrımsamamış, ya da görmezden gelmiştir. Onlara yönelik suçlamalardan kendine çıkarılmak istenen faturadan kurtulmak için iki yola başvurmuştur:

  1. Göreve Bakanlığından önce geldiklerini ve Bakanlığı süresince herhangi bir kovuşturmaya konu olmadıklarını göstermek;
  2. Etkinlikleri / eylemleri ile takınmış olduğu tutumun savlananların tam karşıtı bir nitelikte olduğunu göstermek…

Şöyle de söylenebilir: Hasan Âli Yücel, kendisini suçlamakta birer atlama tahtası olarak kullanılmak istenen kişilerin hiçbirini sahiplenmemiş; tam karşıtı onlarla arasına ciddi bir “uzaklık” koymuştur. “Hamilik” nitelemesini geri çevirirken, anti-komünist olduğunun altını ısrarla çizmiştir. “Komünist hamiliği” suçlamasını bir “hakaret davası” konusu yapması da bunu gösteriyor. Avukatının tutumunun da özdeş bir nitelik taşıdığını belirtmeye gerek yok sanırım.

Yücel ve avukatı Bülent Nuri Esen bu genel tutumu, Sabahattin Ali aracılığı ile yöneltilen suçlamaları karşılarken de sürdürmüşlerdir. Yücel, Sabahattin Ali’ye ilişkin sözlerine şöyle başlıyor:

“… Ben kendisini konservatuvarda vazifeli olarak buldum. Uzman Karl Ebert’in yanında ve Almanca bildiği için onun derslerini ve tatbikat sahnesindeki izahlarını tercüme ederek dramaturg göreviyle çalıştı. Kendisine ne hususî bir vazife verdim, ne de Bakanlık içerisindeki diğer memurlardan ayrı sayılacak bir muamele yaptım.”[16]

Yücel, daha sonra, Sabahattin Ali’nin “Cami’lerden, Sertel’lerden yüz bin kat daha fazla komünist ol”duğunu ileri süren Kenan Öner’i köşeye sıkıştırmak amacı ile şöyle sürdürüyor:

“Komünistliği ileri sürülen Sabahattin Ali, Cami Baykurt’la beraber bir gazete çıkarmak teşebbüsünde bulunmuşlar. (…) İnsan Hakları Derneği’nde Cami Baykurt, sanığın (Kenan Öner-M.E.) arkadaşı ve fikir yoldaşı olmak lâzımgelir. Çünkü İnsan Hakları Cemiyeti’ni beraber kurmuşlar ve gazetelerde beraber çıkardıkları resimlerle bunu efkârıumumiyeye arzetmişlerdir. Cami Baykurt ile Sabahattin Ali, gazete gibi siyasî bir neşir vasıtasını beraber kurma teşebbüsüne girerler de bunlardan biri şiddetli bir komünist, diğeri masum bir milliyetçi nasıl telâkkî edilebilir, akıl almıyor. Bunları, ne Cami Baykurt’u itham, ne de Sabahattin Ali’yi tebrie (şüpheden kurtarma) için söylüyorum. Kendimi buna salâhiyetli görmemekteyim.”[17]

Orhan Şaik Gökyay’ın savlarını çürütmek için de şunları söylüyor:

“… Sabahattin Ali’nin, (…) aynı okulda müdür ve kendisine âmir, hareketlerinden mesul olan Orhan Şaik’in maiyetinde beş yıl gibi uzun bir müddet vazife görmüştür. Orhan Şaik’in (tanıması eski) olduğuna göre bu beş yıl içinde o komünist Sabahattin Ali hakkında neden bana ve Güzel Sanatlar Umum Müdürlerine şikâyet ve ihbar yolunda bir tek kelime söylememiş ve Bakanlığa bir satır bile yazı yazmamıştır?”[18]

“Eğer bende Sabahattin Ali’yi komünist tanıyarak himaye etmek niyeti bulunmuş olsaydı, onun bulunduğu müessesenin başına komünist dostu bir müdür getirmem ve o yoldan onu müsait şartlar içinde istihdam etmem lâzım gelmez miydi? Orhan Şaik’i beş sene müdürlükte tutup Sabahattin Ali’yi de ayni zamanda maiyetinde bırakmam; sırf devlet hizmetlerini görmelerini düşünmüş ve birinin Türkçü, öbürünün komünist olmaları gibi hususları; herhangi bir hareket vaki olmadıkça, nazara almayacak kadar bitaraf bir âmir durumunda kalmış olmamı göstermez mi?”[19]

Hasan Âli Yücel’in yöneltilen suçlamalarla Sabahattin Ali’yi baş başa bırakan asıl sözleri şunlar:

“… Sabahattin Ali için bir hatam vaki ise onun sebebi yine bu maharetli zat (Gökyay-M.E.) olmuştur. Çünkü müdürü olduğu Sabahattin Ali hakkında Bakanlığa en küçük bir söz veya hareketle ikaz etseydi, buna kayıtsız kalınamayacağı emsaliyle sabitti. Sabahattin Ali’yi mahkûmiyetten sonra affetmek ve türlü vazifelere tayin etmek bir himaye şeklinde görünmüyor da benim yeni bir durum yapmamış olmam neden böyle tefsir ediliyor, tabi Yüksek Mahkemeniz bunu kemaliyle takdir buyurmuştur.”[20]

Avukat Bülent Nuri Esen’in tutumu da, doğal olarak, Yücel’inki ile örtüşecektir. Onun için de önemli olan söz konusu kişilere ve bu arada da Sabahattin Ali’ye yöneltilen suçlamaların doğruluğu ya da yanlışlığı değil, bulundukları göreve ne zaman geldikleri ve görevleri süresince savlanan türden bir suç işleyip işlemedikleridir. Esen’in davanın odağına yerleştirilen Sabahattin Ali’yi töhmet altında bırakıcı belirsiz bir dil kullandığı da dikkat çekiyor. Daha savunmasının başlangıcında şöyle diyor örneğin:

“Nihal Atsız’ın davada karşılaştığı adam (Sabahattin Ali-M.E.), muarızlarınca komünist telâkkî edildiği için (…) Irkçı hareketin mümessili ile Türkiye’de ırkçılar kadar sayıları az olan komünizm taraftarlarının eli kalem tutan bir mensubu (Sabahattin Ali-M.E.) arasındaki alelâde bir hakaret davası, ırkçılara kendilerini gösterme fırsatı gibi geldi. Bir sokak nümayişi yapıldı.”[21]      

Daha ilerde ise şöyle diyecektir:

“… Kenan Öner’in itikadınca Sabahattin Ali komünisttir. Yücel, kendisin dâva açmaya icbar etmiş ve böylece bir komünisti himaye etmiştir.

Sabahattin Ali’nin komünist olup olmadığını bilmem. Bildiğim bir şey varsa, komünistlik propagandası ve tahrikâtı sebebiyle takibata uğramamış olmasıdır. Fikirleri bakımından komünist ise, o takdirde (…) bu bir siyasî prensip ve akide meselesidir; hukuken dâvayı alâkadar etmez.”[22]

Önceden de belirttiğim gibi bu tutum savunmanın bütününe egemen olan bir savunma yöntemidir. Suçlamalarda atlama tahtası olarak kullanılanlar kendilerine yakıştırılan suçlarla başbaşa bırakılmışlardır. Çokluk bununla da yetinilmemiş; bulanık bir anlatımla yakıştırmalara alttan alta hak verir bir tutum sergilenmiştir. Abone olmak yolu ile Milli Eğitim Bakanlığı’nca desteklendiği ve komünist nitelikte bir dergi olduğu ileri sürülen Yurt ve Dünya’ya ilişkin Yücel’in savunması şöyle örneğin:

“… Yurt ve Dünya dergisi sol temayüllü bir dergi idi. Bu solluğun komünizme kadar gidip gitmediği, bir taraftan ilmî bir münakaşa, diğer taraftan zabıta ve Adliye takibi mevzuudur. Adli bir takibat olsa idi bu mecmua sahipleri mahkeme önünde bulunurlardı. Bakanlar kurulunca kapatılması, o zamanın kanunî mevzuatına göre bir idarî ve siyasî tedbirden başka bir şey değildir.”[23]

Yurt ve Dünya’nın çıkarıcıları arasında yer alan Niyazi Berkes, Unutulan Yıllar’da, bu tutumun içerdiği gizil anlamı şöyle dile getirir:

“(Hasan Ali Yücel) idarî ve siyasî bir tedbir olarak kapatılmış olması, onun komünist olduğunu göstermez demek istiyor; ama bu sözler tatmin edici olmadıktan başka, yanlış da. ‘Polis tahkikati’ ile ‘hukuk yargısını’ birbirine karıştırmış hazret. Ayrıca, bu dergiyi bu gerekçelerle kapattığını iddia etmek suretiyle hem kendini, hem bizi ilk kez kendi ağzından şüphe altına sokmuş olduğunun da farkında değil.”[24]

Buradaki “ilk kez” nitelemesi, Berkes’le ilgili. Söz konusu tutum savunmanın bütünü için geçerli yoksa. Daha açıkçası, “savunma yöntemi”.

İKİLİ AÇMAZ

Görüldüğü gibi Sabahattin Ali, “Yücel-Öner Davası”nda, iki açıdan açmaza düşürülmüştür: Bir yandan “sanık” Kenan Öner ve “tanıkları”nın saldırılarına hedef olurken, diğer yandan da Yücel’le avukatının savunmalarında söz konusu suçlamalarla başbaşa bırakılmıştır.

Hasan Âli Yücel’i çökertmeyi amaçlayan Kenan Öner ve tanıkları, atlama tahtası olarak kullanmaya çalıştıkları Sabahattin Ali’ye yüklendikçe, Yücel ve avukatı, suçlamaların kendileri ile bir ilişki olmadığını ve doğruluk payı taşısalar bile bunun Sabahattin Ali’yi ilgilendiren bir sorun olarak görülmesi gerektiğini vurgulamışlardır. Böylece de Sabahattin Ali ikili açmaza alınmıştır        Hasan Âli Yücel, “Halim ve istikbalim, gelmiş ve gelecek Türk nesillerinin husumet ve buğzuna uğratılmam arzu ediliyor.” derken[25], aslında, Sabahattin Ali’nin içerisine düşürüldüğü durumu betimliyordu. Hasan Ali Yücel’in kendini savunma amacı ile söylediği şu ürpertici sözler, her şeyi tüm çıplaklığı ile ortaya seriyor:

“İşi şahsiyattan çıkarırsak hasm-ı canım Atsız’ın arkadaşı Gökyay şimdi nerede, Sabahattin Ali ne haldedir, bir an düşünmek; meselenin ruhunu ortaya koyacaktır. Orhan Şaik Gökyay, İstanbul’da Beyoğlu’nda Galatasaray Lisesi Edebiyat öğretmeni; komünist olduğu iddia edilen, hâmisi farzolunduğum Sabahattin Ali hâlâ benim tarafımdan alındığı Bakanlık emrinde bulunan bir öğretmen ve son zamanda yayın suçundan hapse sokulmuş bir mahkûmdur. Birine nasıl muamele etmişiz, diğerine ne yapmışız, apaçık meydandadır.”[26]

Görüldüğü gibi Yücel, duruşmalar boyunca çekinilecek bir “komünist” olarak sunulan ve ırkçı-Turancılarca düzenlenen sokak gösterilerinde yayımladığı Marko Paşa dergisi ile yapıtları yakılan Sabahattin Ali’yi “himaye ettiği”ni savlayanlara, kendilerinden farklı düşünmediğini ve ona karşı bekledikleri doğrultuda davrandığını söylüyor. Dolayısıyla da “Bir an düşünmek; meselenin ruhunu ortaya koyacaktır.”  derken, gerçeği dile getiriyor.

Gerçekten de Yücel, suçatımında kendisine ulaşmak amacı ile atlama tahtası olarak kullanılanlara ve bu arada da Sabahattin Ali’ye yaşam ve özgürlük alanı sağlanması için değil, o alanı daraltmak, giderek de yok etmek isteyenlerle aynı doğrultuda bulunduğunu kanıtlamak için uğraşıyor. Eklemek gerekiyor: Bu tutumu yalnızca Sabahattin Ali’ye karşı takınmıyor. Savunmasının bütünü bu mantık üzerinde yükseliyor. Suçatımında araç olarak kullanılan ne varsa,  tümünü, yakıştırılan nitelemelerle başbaşa bırakıyor ve onlara karşı takınmış olduğu tutumun, kendisine yüklenmek istenen suçun tam karşıtı olduğunu göstermeye çalışıyor. Dahası çağrışıma açık bir anlatımla o suçlamalara dolaylı yoldan destek bile veriyor.

SABAHATTİN ALİ’NİN YANITI

Bu durumda Sabahattin Ali ne yapmıştır? Açıktır ki yapabileceği pek bir şey yoktu. Bir yanda Öner ve tanıklarının suçlamaları, diğer yanda o suçlamalarla kendisini başbaşa bırakarak aradan sıyrılmaya çalışan Yücel… Yücel’in tanığı olarak mahkemeye gelmiş ve lehinde tanıklık yapmış; Marko Paşa’da da bir yazı yazmakla yetinmiştir. “Kenan Döner’in Marifetleri” başlıklı o yazıyı olduğu gibi aktarıyorum:

“Şimdi adı kızıla çıkarılan İnsan Haklarını Koruma Cemiyeti’nin yarı yolda dönen kurucularından Kenan Döner, bu sefer de Turancıların oyuncağı olmuş. ‘Yeni Sabah’ta, aklınca Mareşal’i korumak için, bir yazı neşretti. Kafası çok daha berrak ve şuurlu işleyen Mareşal’in, böyle çürük avukatlıklara ihtiyacı olduğundan şüpheliyiz. Fakat artık selâmetle düşünemediği anlaşılan Kenan Döner, hiç olmazsa tamamiyle cahili olduğu hususlarda susmalı. Yoksa Markopaşa’nın sahibinden bahsettiği satırlarda olduğu gibi üç satırda altı defa saçmalamak gibi gülünç hallere düşer.

Bir kere Sabahattin Ali’nin kızıl mızıl olduğunu nereden uyduruyor? Sabahattin Ali sadece bu yurdun ve halkın güzelliklerini, iyiliklerini, dertlerini, ve bu yurdu ilerlemekten, bu halkı saadete ulaşmaktan alıkoyan yolsuzlukları, çirkinlikleri, tarafsız ve realist bir şekilde yazmıştır. Kenan Öner dürüst bir adamsa, onun bir tek kızıl satırını göstermelidir. Bu bir.

İç İşleri Bakanı’nın demecinde Sabahattin Ali’nin adı geçmemiştir. Bu iki.

Sabahattin Ali’nin Ankara’da Nihal Atsız aleyhinde açtığı dava sadece bir hakaret davası idi. Bunu adalete müdahale için tertiplenen manasız nümayişlerle siyasi bir dava haline getiren hasım taraftır. Bu üç.

Sabahattin Ali davayı herhangi bir şahsın teşvikiyle değil, kendi iradesiyle açacak kadar şahsiyet sahibidir. Bu dört.

Hasan Ali Yücel, Sabahattin Ali’yi asla himaye etmemiş, hatta günün birinde, hiçbir kanunî ve idarî sebep göstermeden, ‘görülen lüzum üzerine’ bakanlık emrine almıştır. Bu beş.

Sabahattin Ali Ankara’daki muhakemesi sırasında Ulus’un avukatını tutmak şöyle dursun, hasım tarafın dört adet namlı ve namsız avukatına karşılık mahkemeye hiç avukatsız çıkmıştır. Bu altı.

Kenan Öner gibi hukukçu ve profesör geçinen bir adamın, bir satırını bile okumadığı, şahsiyeti hakkında bilgi sahibi olmadığı bir kimse hakkında ve mahiyetini bilmediği hadiseler üzerinde, şunun bunun lâfına kanarak kalem yürütmesi, başına değilse bile yaşına yakışmaz.

Yazık.”[27]

mehmetsergun56@ gmail.com

[1] Hasan-Âli Yücel’in açtığı DÂVALAR VE NETİCELERİ, Ankara 1950, Ulus Basımevi,  s. 44.

[2] Kenan Öner, Öner ve Yücel Davası, C:1, İstanbul 1947, Kenan Matbaası, s. 14.

[3] Agy, s. 14.

[4] Agy, s. 19.

[5] Agy, s. 33.

[6]Kenan Öner, Öner ve Yücel Davası, C:2, İstanbul 1947, Kenan Matbaası, s. 13.

[7] Agy, s. 38-39.

[8] Agy, s. 40.

[9] Agy, s. 40.

[10] Agy, s. 41.

[11] Agy, s. 42.

[12] Agy, s. 43.

[13] Agy, s. 45.

[14] Agy, s. 45.

[15] Agy, s. 59.

[16] Hasan-Âli Yücel, Dâvam, Ankara 1947, Ulus Basımevi, s. 34.

[17] Agy, s. 35.

[18] Agy, s. 38.

[19] Agy, s. 39.

[20] Agy, s. 44.

[21] Hasan-Âli Yücel’in açtığı DÂVALAR VE NETİCELERİ,  s. 2 (abç– M.E.).

[22] Agy, s. 10 (abç– M.E.).

[23] Hasan Ali Yücel, agy, s. 91.

[24] Niyazi Berkes, Unutulan Yıllar, İstanbul 1997, İletişim Yayınları, s. 261-282.

[25] Yücel, agy, s. 12.

[26] Agy, s. 44.

[27] Sabahattin Ali, “Kenan Dönerin Marifetleri”, Marko Paşa, Yıl: 1, S: 11, (17 Şubat 1947), s. 1.

Mehmet Ergün
diğer yazıları