yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

ZEHRA ÇELENK: GELECEK BAŞIMIZA GELECEK DEĞİL BİRLİKTE İNŞA ETTİĞİMİZ BİRŞEY

Zehra Çelenk’in Gazeteduvar’daki yazıları ile tanışalı iki yılı aşkın bir zaman olmuş. İlk okuduğumuz andan itibaren bizi yavaş yavaş içine çeken, ruh ve düşünce dünyamızda tatlı tatlı oynamalar yaratan yazılar bahsettiğimiz… Artık her hafta merakla, acaba durgun gölümüze hangi çakıl taşını atacak diye bekliyoruz.

SÖYLEŞİ: ZELİHA GÜREL

Çünkü o taşın oluşturduğu irili ufaklı halkalar; korkularımıza, cılız cesaretimize, unuttuğumuz inceliklere, ikiyüzlülüğümüze, içimize içimize akıttığımız sözlerimize, başkalarını göremeyen gözlerimize, yerini bulamayan, kimseye uzanamayan ellerimize, dolayısıyla yalnızlığı marifet sanan birçoğumuza dair çok şey söylüyor. Sürekli yanından geçtiğimiz ama uzanmayı akıl edemediğimiz yeşilli, çiçekli dalları tutup uzatıyor Zehra Çelenk. Ve böylece, çiçekleri koklayıp havayı içimize çekerken umuda, insana, dayanışmaya, hayata inanmanın yollarını da görmüş oluyoruz.

Yazarın geçen nisan ayının sonlarında çıkan Hayatta Kalma Rehberi adlı kitabı bütün bunları, bu sefer öyküler aracılığıyla gerçekleştiriyor. Kısa süre içinde ikinci basıma giden kitap, bize önemli ‘manzaralar’ sunuyor. Geçmişimize, bugünümüze ve geleceğimize dair düşünmemizi, duyumsamamızı sağlayan bu manzaralara ait sorular sorduğumuz Zehra Çelenk röportajımıza buyurunuz.

Kitaba ismini veren öyküyle başlamak isterim, Hayatta Kalma Rehberi’yle. Yazılarınızda da karşımıza çıkan kadınlık-erkeklik hâlleri, ‘baba meselesi’ gibi temaların kurmaca versiyonu gibi olmuş bu öykü. ‘Baba’nın hayatımızdaki yeri ne sizce? Finali bozmaksızın finale de dokunarak sormak isterim bir de, gerçek ya da metaforik babalarımızdan kopmamız mümkün mü?

Aşkı, kaybedişi, hayatımızın temel direği zannettiğimiz yanılsamaları, kendini ve sevgiyi yeniden bulmayı, özetle büyümeyi bir kız çocuğunun gözünden anlatmaya çalıştım o öyküde. Gitmekte sınır tanımayan, fotoğraflardan bile silinen bir baba var… Kopmak istesek de istemesek de metaforik babalarımızın birer birer ‘öldüğü’, kendi sesimizi denizden kum çıkarırcasına kendi derinliklerimize dalarak bulmamızın gerektiği bir zamandayız. Günümüz kadını için zorlu ama büyük aydınlanma imkânı bu… Ancak bunun temsil ettiği güvenlik kalkanı ortadan kalktığında dünyadaki gerçek kırılganlığınız ve gücünüzle yüzleşebiliyorsunuz. Gerçek manada kendiniz olmaya çok yaklaşıyorsunuz. Bu bir final değil, başlangıç aslında. Hem acılı hem sevinçli bir keşifler dizisi başlıyor. Yalnızlık da birliktelik de sevgi de daha fazla anlam kazanıyor. Bir çırpıda aşılan bir yol değil, bir ömür sürecek yolculuk belki, öykünün final cümlesi de bununla ilgili.

Öykünün bir yerinde; “İnsanların olaylarla başa çıkma yöntemi bu: Canlarını sıkan gerçeklerin üstüne kilidi asıyorlar. Babam bizi bırakıp gitmeden önce tanıdığım en cesur insan olan annemin bile yaptığı buydu. Akıl sağlığını koruyabilmek için de delirtici bir rutine tutunuyordu” diyorsunuz. Fakat öykü sonunda karakterlerin asıl ferahlığı, büyük bir rutini bozarak sağladığını görüyoruz. Rutinin rahatlığı ve onu bozmanın getirdiği yenilik arasındaki dengeyi hayatta kalmak adına nasıl sağlamalıyız?

Kitaptaki pek çok öykünün sorduğu soru bu aslında. Değişime ve rutine duyduğumuz gereksinim neredeyse eşit ölçülerde. Medeniyet dediğimiz şey büyük ölçüde rutin üzerine kuruludur. Beklenmedik olanın azlığı kötü sürpriz, felaket, standart dışılık ya da suçun cezasız kalma riskini de azaltır çünkü. Örneğin altın çağ polisiyelerinin çoğunda şuna rastlarız. “Silah sesini duyduğumda saat 08.25 olmalı, Mrs. Redgrave her sabah olduğu gibi köpekleriyle evin önünden geçiyordu…” Suçu saptamak böyle bir düzenlilik, süreklilik üzerinden mümkün olur. Aynı restoranda on yıl aynı yemeği aynı tarifle yiyebilmek de bu tür bir konfor sağlar. Öte yandan toplumsal ve şahsi açıdan da yolunda gitmeyen, haksız, hukuksuz, aksak düzenin de bağlayıcı bir iç ritmi var. İnsan hayatta kalabilmek için hiçbir şey yerli yerinde değilken de sahte bir düzen, dengeyle akıl sağlığını korumaya çalışan, her tür koşula uyum sağlayan garip bir yaratık. O içten içe çürüten konforsuz konfor aleyhine bazen rutini bozmayı göze almak hatta “sil baştan” demek gerekiyor işte.

Gazeteduvar’daki köşe yazılarınıza baktığımızda, çok da üzerinde dur(a)madığımız  günlük hayatımızın küçük ayrıntılarından yola çıkarak çok değerli tespitlere varıyorsunuz. Kitaptaki birçok öyküde de bunu görüyoruz; bazen bir ağaç, bazen bir toka, bazen de bir biblo karakterlerde bambaşka duygu dönüşümleri yaratıyor. Ayrıntıların hayatımızdaki rolünden bahsedebilir misiniz?

Nesnelerle kurduğumuz ilişkiler hayatı anlamak ve hayata tutunmakta önemli rol oynuyor. Nesneler hayatımızda tutmak istediğimiz şeyler kadar, atmamız gerekirken sırtımızda taşıdığımız yüklerin sembolü, birer semptom da olabilir. Her durumda onlarla ne yaptığımız çoğu kez hayatımızla ne yaptığımızı da anlatan önemli birer gösterge. Ayrıntıların önemi, bir araya gelince büyük tabloyu oluşturmalarının yanı sıra bazen de bir erken uyarı işlevi görmelerinde yatıyor. Bir konuşmada söylenen sözler kadar söylenmeyen, üstü kapatılanlar, gözün kaçırıldığı anlar da önemlidir. İkili ilişkilerde çoğu kez bu hasıraltı edilenler sonunda büyük bir patlamaya yol açar.

“Yapı görme” konusunda bir parça sorunlu bir toplum olduğumuzu düşünüyorum, birçok kez tekrarlanan halleri ilk kezmiş gibi yaşıyoruz. Bu belki de travmaları, geçmiş acılarıyla çok yüzleşemeyen bir toplum olmamızdan kaynaklanıyor. İnsan ilişkilerine de yansıyor. Yüzleşmek, konuşmak, bazen de kabullenmek yerine göz yummak, kendini kandırmak ister istemez riyaya, yalana büyük bir alan bırakıyor.  Çok önemsiz ayrıntılara takılıp kalırken büyük tabloyu görmemek de, sadece büyüklükleri görüp hayatı üstüne kurduğumuz gündelik ayrıntıları atlamak da eşit derecede sorunlu…

Manzara Körlüğü adlı öykünüzde karakter annesi için; “babamdan kopamadığı için kendini azaltıyordu. Dünya üstünde daha az yer kaplarsa daha fazla sevileceğini umuyor gibiydi. ” ifadesini kullanıyor. Diğer öykülerde de kadın karakterlerin kendini arama ve bulma sürecindeki birçok soruna, çatışmaya ve çelişkilerine tanık oluyoruz. Kadınların var olan potansiyellerini kullanamamasında kendi bilinçlerinin payı üzerine neler söylersiniz?

O öyküde, günlük hayatta zaman zaman gözlediğim, sağlıklı sınırları aşan bir eğilimin fiziki bir yansımasından bahsettim. Toplumsal cinsiyet dayatmaları kadının kendi varlığını hep bir eksiklik, suçluluk hissi, ‘ikincillik’ duygusuyla kurmasına yol açıyor. Kadınların potansiyellerini yeterince kullanamamasında bunun payı çok büyük. Sosyal alanda öne çıkmak, fazla alan işgal etmek hemcinsler arasında da sorun yaratabiliyor, ‘hegemonik erkeklik’ denilen şey sadece erkekler eliyle sürdürülüyor olsa işimiz çok daha kolay olurdu. Öte yandan tüm bunlara rağmen kadınlar bu tarihi yanılsamaları yıkma yönünde büyük mücadelelerle çok fazla yol kat etti, ediyor. Bu uğurda kendi çelişkilerimiz, kendi iblislerimizle de boğuşmayı öğrenmemiz gerekiyor.

Yine aynı öyküde seri biçimde aldatan erkek karakter için “kahkaha atmayı bilen bir adamdı, kendini çabuk affederdi” derken Mavi Fincan adlı öyküde “yıllar boyu kendini suçlayacak, adama layık olmadığını düşünerek değersiz hissedecek, kendini kanıtlamaya çalıştıkça batacaktı. Adam hep aynı kalacaktı” ifadelerine yer veriyorsunuz. Kadınların kendini mütemadiyen suçlama eğilimleri ile erkeklerin hatalarının bedellerini kolayca atlatmaları… Bu ayrımı ne derinleştiriyor sizce?

Önceki soruyla hayli bağlantılı bunun cevabı da… Bir yazımda bahsetmiştim: “Kültürden kültüre değişen ölçülerde de olsa erkek bebekliğinden beri ağa, paşa, padişah, kral, dük, viyadük muamelesi görürken kadın çiçek, böcek, pıtırcık, cam göbeği, şifon çiçek güzellemeleriyle bilinçli olarak sinek kanadı etkisizliğine varana değin inceltiliyor. Bolca dağıtılan ‘prenseslik’ bile güçten ziyade vitrin değerine vurgu yapan, kırılganlık, nazeninlik belirten bir unvan,” diye. Varlığı bir lütuf gibi görülen erkekle kendini sürekli kanıtlamakla ve ne hata yaparsa yapsın hayatındaki erkeği elde tutmakla yükümlü kadın… Ancak, en umulmadık durumlarda, Mavi Fincan’da olduğu gibi yüksek statü farkı içeren bir hayranlık ilişkisinde bile bir noktada aydınlanma mümkün. Zor da olsa bunu da başarıyor kadınlar.

Peki, ülkemizdeki kadın mücadelesinin; kadın erkek arasındaki bu ve başka ayrımlara, kadının kendine bakışına, toplumun dayatmalarına karşı etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Çok büyük etki ve kazanımlar sağladı kadın ve LGBTİ+ hareketler, ülkemizde ve dünyada, göründüğünden ve hissettiğimizden de büyük… Sadece kadınlar için değil, erkekten saksıdaki bitkiye canlı her şeyin yaşam alanını genişletme yönünde bir ses ve akış yaratmayı başardılar. Arızaya dikkat çekerken arızanın kendisi gibi algılanma riskine, her şeye rağmen akmayı başaran güçlü bir itirazla… Elbette daha alınacak çok yol var. Ama kendimizi sorgulama olanaklarımızın genişlemesi dâhil hayatın her alanına etkisi var.

Gelecekte Biten Hikâyeler adlı bölümdeki üç öyküde; aşk, ölüm, sosyal medya gibi olguları distopya şeklinde konu ediniyorsunuz. Kara mizahın gücünden yararlanarak, yer yer oldukça karanlık bir gelecek projeksiyonunu umut da ihtiva eden biçimde içeren öyküler bunlar.  Siz hayal ederken, yazarken ne hissettiniz?

Geleceği bugünden kurduğumuzu düşünüyorum. Elimizdeki kartlara, geçmişe ve bugüne bakarak bundan kırk-elli yıl sonra ne durumda olacağımıza dair fikir yürütmek mümkün, zevkli ve aynı ölçüde korkutucu da. İnsan yaşamı, duygu, ilişki, ilişkilenme desenleri ilgilendiriyor beni. Örneğin şu an ‘kalmak ve süreklilik’ en büyük sorunlar haline geldi; işten aşka, sanat eserlerine her alanda… Bir şeylerin başımıza geldiği düşüncesinden, o konforlu mağduriyet hissinden genel olarak hazzetmiyorum. Gelecek başımıza gelecek değil el birliğiyle inşa ettiğimiz bir şey. Tehlikenin de umudun da anahtarı bu farkındalıkta gizli galiba.

Bir köşe yazınızda “Eteğimde hep kelimeler, dökmezsem batarım. Dil ve yazma tutkusu bir hediye olduğu kadar lanettir de. Böyle olmasa hiç yazmazdım belki” diyorsunuz. Yazmanın tutkusunu ve lanetini nasıl yaşıyorsunuz?

Yazmaya hayli küçük yaşlarda başladım. Benim için kendimi de dünyayı da anlamanın, anlatmanın başlıca biçimi oldu. Elbette öncelikle hediyedir, sizin gibi güzel insanlarla, okurla karşılaşmayı, hayatlara bir ölçüde olsun dokunmayı sağladığı için bile sırf… Buna hep şükran duydum. Lanet kısmıysa yazmanın göründüğünden çok daha fazla emek, abartalım, kan, ter, gözyaşı içeren bir uğraş oluşunda. Ülkemiz de bu anlamda hayatı pek kolaylaştıran bir yer değil. Bir noktada bırakma lüksünüz de yok. Ama yapacak bir şey de yok. Yazmazsam mutsuz olacağımı bilirim. Sanırım hayatını büyük oranda yazmaya adamış herkes için, hatta yazmanın yerine başka ne koyarsanız da böyledir. Hediyedir, lanettir, çalışmadan olmaz, arkaya çok uzun yaslanma imkânı bile bulunmaz, ömürlük mesai.

 

Şiir, öykü, roman, senaryo, köşe yazarlığı gibi farklı alanlarda üretim sahibisiniz. Kendinizi çok yönlü beslemeyi nasıl başarıyorsunuz ve hangisi eviniz? Öykülerinizdeki derinlikle birlikte akıcılığın, başarılı diyalogların bu türlerin tümüne yatkın olmakla bağlantısı var gibi geliyor bana bir de, ne dersiniz?

Teşekkür ederim. Aslında sıralayınca birbirinden çok farklı dallar gibi görünüyor ama hepsi yazının, kurmacanın birer dalı. Cerrahlıkla beraber yazarlık gibi değil örneğin. Sonuçta hep klavye, kalem çalışıyor. Bunlar dışında yaptığım en farklı iş yapımcılık oldu ki o da ülkemizde algılandığından çok daha fazla yazarlıkla iç içe aslında dünya genelinde.

Çocukluğumdan beri çok kaynaktan beslenmiş olmamın, hayata bakışımın da biraz öyle olmasının katkısı vardır herhalde. Değişimi, farklı türler arasında hareket halinde olmayı, kendimi sınamayı severim. Şiirle uğraşmak bambaşka kapılar açar insana, sinema tutkusu bambaşka. Senaryo uğraşı ve (benim için polisiye ve komedi başta olmak üzere) popüler türlere ilgi, olay örgüsü ve karakterler, akıcılık, insanların ortak duygularını hissetme ve seslenebilmek konusunda gerçekten çok şey öğretiyor. Proust okumanın, onun metniyle kurduğun ilişkinin hazzı da apayrı. Bana göre bunların tümü “ev”. (Köpeğim yok maalesef, ama) kedili köpekli, bol kitaplı, arkada hep birtakım görüntülerin de döndüğü renkli bir yer hayal edelim…

Kitabın başında Julian Barnes’tan “Daha önce bir araya getirilmemiş iki şeyi bir araya getirirsiniz. Ve dünya değişir. İnsanlar bunu o zamanlar fark etmeyebilirler ama bu önemli değildir. Dünya yine de değişmiştir” alıntısını yapıyorsunuz. İnsanı iyi hissettiren bir alıntı bu. Fakat çalkantısı bitmeyen bir ülkede yaşayanlar olarak çabucak unuttuğumuz; değişimin gücü ve umuda dair ne söylemek istersiniz?

Karşılaşmaların, benzerlerimiz kadar farklı olanların sesine kulak vermenin, kabuğumuzdan çıkmanın önemine çok inanırım öncelikle. Bu kitaba dair söyleşilerin çoğunda kurduğum cümle şu oldu: İnsanın içinde, çoğu kez kendinin bile farkında olmadığı çok büyük bir güç var. Tüm sınavlar, sancılı dönüşüm ya da dönüşememe halleri, ülkenin bitmeyen çalkantısı içinde imkân bulduğu her yerden kaldırım dibi çiçeği gibi fışkıran bir umut var. Salt bir duygu değil, bir direnme biçimi, hayatta kalma yöntemi olarak umut. Yüzleşmek, umut etmek, devam etmek… Boynumuzun borcu. Hayattayız ve burada olduğumuz sürece daha iyiye, güzele yürüme şansımız hep var.

diğer yazıları