yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

Zübük: Romanı, Filmi, Gerçeği…

“Zübük” denilince akla ne geliyor? Ya da nasıl bir silüet beliriyor hafızanızda?

Bende çok uzun yıllardır Kemal Sunal’ın şişinerek güldüğü hali geliyor. 1961 tarihli romanın Atıf Yılmaz tarafından uyarlanan senaryosunu Kartal Tibet’in yönettiği aynı adlı filmde Zübük’ü canlandıran Kemal Sunal’ın gülüşü…

Çocukluğumda ve özel televizyon kanallarının patlama yaptığı dönemde –hani her akşam yayında olan bütün kanallarda Kemal Sunal’ın oynadığı bir film gösterilirdi– eğlenerek izlediğim bir yapımdı. Film hakkındaki olumlu düşüncelerim birkaç ay önce ilk kez romanı okuyunca tamamen değişti.

Romanı okurken fark ettiğim, eserin zamansızlığı, yani yazıldığı dönemin ötesinde anlattığı hikâyenin her zaman geçerli oluşu ve sosyolojik derinliği oldu. Anadolu’nun doğusunda bir kasabada geçen roman bize ilçe ortaokuluna Almanca öğretmeni olarak atanmış birinin gözünden anlatılıyor.

Öğretmenin kasaba hakkında edindiği ilk izlenim, üzerine ölü toprağı serpilmiş hali ve bununla bütünleşen, belki de o halin nedeni olan yoksulluğu. Kasabayı öğretmen ile birlikte tanırken yerli halkın olayları anlama ve aktarma biçimini görüyoruz: En ufak bir hadiseyi bile abartarak mitleştiren, hoşa gidecek bir kılığa sokan kasabalının, elindeki tek eğlence bu olduğu için dilbaz hale geldiğini, yaşadıkları gerçekliğin üstesinden bu şekilde geldiklerini görüyoruz.

Öğretmenin izlenimleri, bir dostuna yazdığı mektuplar aracılığıyla –belki de doğrudan bize yazılan– iletiliyor. İlk mektup, yaklaşık 115 sayfa sonra karşımıza çıkıyor. Oraya kadar kasabalının doğrudan anlatımlarını dinliyoruz. Daha ilk andan itibaren kasabalı adeta şeytandan bahsedercesine “İbraam Zübükzâde” diye birinin türlü madrabazlıklarını anlatıyor. Her anlatıcı kendi yaşadığı “kandırılma” hikâyesini anlatırken biz de Zübükzade’nin ne menem biri olduğunu iyice idrak ediyoruz.

Zübük, aslında Türkçede olmayan bir kelime. Zübükzade de zaten kasabalı değil, “kökü dışarıda”, göçmen bir ailenin oğlu. İsimse ona babasından yadigâr; çünkü kasabalı “Zübüklüğü” ilkin İbraam Zübükzâde’nin babasından görüyor. Zeybekzâde Kara Yusuf Efe, kasabaya geldiğinde hal ve tavırlarıyla hemen herkesin dikkatini çeken fakat kimsenin konuşmaya cesaret edemediği biri.

Bir süre sonra kendi ağzıyla namını öyle bir anlatır ki, kasabanın ileri gelenleri onun adına davetler düzenler; kasabada, Ermenilerden kalma en güzel ev ona verilir; akşamları bütün kasaba Efe’nin anlattığı öyküleri huşu içerisinde dinler; kasabalı Efe’nin her ihtiyacını giderir; Efe bir yıla kalmadan yörenin en zengini olur çıkar.

Fakat her şey yolunda giderken Efe kendini ele verir: Dağları titreten, anlattığı bin bir hikâyede yiğitliğiyle övünen Efe, çarşafa bürünüp kadınlar hamamına girer. Erkek olduğu anlaşılınca da hamamcının sıska oğlu bunu kasaba meydanına kadar kovalar, tekmeler. Meydanda çarşafı açılınca Efe’yi görenler onu tükürüğe boğar, içlerinden biri de şöyle der:

Ulan namussuz, sen Zeybekzâde değil, Zübükzâdesin. Zeybeği de rezil ettin alçak Zübük!
O günden sonra, Zübük aşağı Zübük yukarı her gittiği yerde aşağılanır. İbraam Zübükzâde’nin Zübüklüğü buradan gelir.

Peki, nedir bu Zübüklük? Kitabın tanıtımında kullanılan tarif şu: “Şimdi çok iyi anladım ki, Zübük bir tane değil, biz hepimiz birer zübüğüz. Bizim hepimizin içinde zübüklük olmasa, bizler de birer zübük olmasak, aramızdan böyle zübükler büyüyemezdi. Hepimizde birer parça olan zübüklük birleşip işte başımıza böyle zübükler çıkıyor. Oysa zübüklük bizde, bizim içimizde. Onları biz, kendi zübüklüğümüzden yaratıyoruz. Sonra, kendi zübüklüklerimizin bir tek Zübük’te birleştiğini görünce ona kızıyoruz.”

Adorno’nun “yanlış hayat doğru yaşanmaz” sözünü getiriyor akla bu tanım. Ya da “günah keçisi” kavramını. Veya “sütten çıkmış ak kaşık” olma halini. Çeşitlemeleri, çağrışımları çoğaltabiliriz.
Zübük’ten dert yanan bütün kasabalılar, aslında Zübük’ten medet uman ya da kendi çıkarlarına avantajlı bir durum elde etmek isteyen insanlar. Zübük, insanlardaki bu “zayıflığı” görünce oraya oynayan, onlara duymak istediği sözleri söyleyen ve isteklerini gerçekleştirme vaadiyle onların kanına giren biri aslında. İnsanları buna iten sebepse “düzenin” öyle kurulması.

Nesin’in romanı kaleme aldığı ve ilk yayımlandığı yıllar, Demokrat Parti iktidarında hızla “demokratikleşen” bir Türkiye’nin olduğu zamanlar. Romanın politik eleştirisi sadece demokrasiye doğru koşar adım ilerlenen bu yılların değil, Cumhuriyetin de tesis edemediği bir yapının eleştirisi. Kısacası, Türkiye’deki siyasi sistemin ta en başından yozlaşmış olduğunu söylemesi. Eserin en kolay algılanan ve güncel takibini sağlayan bu katmanı, ileride de göreceğimiz gibi filmleştirilirken dikkate alınan tek katman.

Halbuki roman, bu yozlaşmanın insanı nasıl yozlaştırdığını, ülkenin nasıl bir kısır döngüye hapsolduğunu, insanların sürekli aynı davranışı sergileyerek her defasında nasıl farklı sonuçları beklediğini gösteren, bunlara ek olarak Türkiyeli aydınların kendi memleketlerine ne ölçüde “turist” kaldığından karikatürleştirilmiş “saf Anadolu” insanı tahlilinde birçok katmanı içinde barındırıyor.

Ve tam da eleştirdiği aydın bakış açısıyla roman, filmleştiriliyor. Romanda bahsedilen o geniş Zübüklük tanımına uygun bir şekilde, romanın bu şekilde sinemaya uyarlanması tam anlamıyla bir “Zübüklük” oluyor!

Film, romanın içerdiği politik söylemi güncelleyerek siyasi taşlama yapıyormuş gibi görünen bir kaba güldürü aslında. 1980 yılında çekimine başlanan ve 1981 yılında gösterime giren film Zübük’ü, yolunu bulan bir siyasetçi olarak hayata geçiriyor. Uyarlama olduğu için romana sadık kalmak zorunda değil elbette; ancak bağlamından koparıp romandan bire bir aldığı sahneleri üzerine fazlaca düşünülmeden yazılmış bir hikâye içerisine katan film, “Zübük ve maceraları” tadında, skeç tarzı ilerleyen öykü yapısıyla ve olayları nedensel olarak ele almayan biçimiyle romanı okumadan film üzerinden eser hakkında fikir sahibi olan herkeste onulmayacak zihinsel yaralar açıyor.

Memleketin karakteristiği olan sorgulamadan yaşama halini, anlatılana kanmayı çok iyi analiz eden romanın anlattığı bu durum, filmi izleyip de Aziz Nesin’in eseri hakkında fikir sahibi olan insanlarda bir kez daha vücut buluyor. Üstelik artık filmin internette bulunan ikişer dakikalık video parçaları üzerinden ediniliyor bu fikir. Ekşisözlük’e girilen onlarca “entry”nin bu video parçalarındaki olayları dönüp dönüp anlatmasından da görülebileceği gibi, “kolayı seçmek kolaycılığına düşmeyi” eleştiren romanın ruhuna kibrit suyu döküyor.

Günümüzde yaşadığımız; görüp ses çıkarmama hali, benim işim olsun da gerisi mühim değil bakışı, benzerini, dolayısıyla kendini eleştirememe zayıflığı, gücün ve güçlü gibi görünenin peşine takılma çıkarcılığına romanda ve maalesef yaşamımızda çokça rastlarken; filmde bu durumlara ya hiç ya da içi boşaltılmış, derinliksiz bir karikatüre dönüşmüş şekliyle rastlıyoruz.
Ve en çok konuşulan, dikkate alınan, bilinen de –içinde bulunduğumuz bu “görsel” çağda– film oluyor…

Adem Erkoçak
diğer yazıları