12 Eylül darbesinden sonra yapılan ilk seçimlere, cuntanın icazet verdiği üç parti katılabilmişti: Özal’ın ANAP’ı, bir tür sosyal demokrat imitasyon olarak kurulan Halkçı Parti ve darbecilerin, başına emekli bir generali koyup açık açık oy istedikleri Milliyetçi Demokrasi Partisi…
Bu seçimi, 24 Ocak kararlarının da mimarlarından olan muhafazakâr sağcı bürokrat Özal kazandıktan üç yıl sonra, parlamentoda boşalan 11 sandalye için bir ara seçim yapıldı. 28 Eylül 1986’daki bu seçime ise tam 12 parti katıldı. Darbenin yasaklı hale getirdiği Demirel, Ecevit, Erbakan ve Türkeş ‘vekilleri’ aracılığıyla yeni partiler kurmuşlar (DYP, DSP, RP ve MÇP), bunlar pusulaya eklenmişti. Fakat bu parti kalabalığının içinde dönem ve gidişat hakkında da birtakım ‘erken sinyaller’ veren üç tuhaf oluşum vardı. Özal bu seçimde muhalefete bir tür tuzak kurmak için seçim yasasında bir değişikliğe gitmiş, teşkilatlanmasına ya da ne zaman kurulduğuna bakılmaksızın tüm partilerin seçime katılmasının önü açılmıştı. Bu siyasette tartışmaya yol açarken, dönemin Bulvar gazetesinin Ankara Temsilcisi Tayyar Şafak ilginç bir yol izlemiş, gazete çalışanlarının oluşturduğu 30 kadar kurucudan ibaret bir ‘parti’ kurmuştu: Büyük Vatan Partisi! “KDV’nin mucidi” olarak da bilinen ve ANAP kabinesinde Maliye Bakanı’yken Özal’ın isteğiyle Evren tarafından görevinden azledilince kızarak partiden istifa eden Vural Arıkan da bir parti kurmuştu: Vatandaş Partisi. Kısaltması VAP olan bu parti “Vural Arıkan Partisi” olarak anılıyordu. Ancak, bugünkü tabirle söylersek bu “troll partiler” arasında en çok konuşulanı Büyük Anadolu Partisi olacaktı. Demirel’in vekili Hüsamettin Cindoruk’un yakın arkadaşı Kemal Bekman tarafından kurulan parti kısaltma olarak BANAP’ı, amblem olarak da ANAP’ınkine çok benzeyecek şekilde Türkiye haritası üzerinde karınca olan bir çizimi kullanmaya başladı. Demirel ekibi bir yandan Özal’ı muhalefet için kurduğu tuzağa itmeye çalışıyor, bir yandan da onun siyasal imgelerini itibarsızlaştırıyordu. Ama ANAP’ın YSK’ya itirazları üzerine parti kısaltmasını ve amblemini değiştirmek zorunda kaldı. Kısaltma BAP oldu ama amblem değişikliği sarsıcıydı: BAP’ın amblemi, bir davulun içinden geçen büyük yırtıcı kedi jaguar olmuştu! Bu amblem, Jaguar otomobillerinin Türkiye temsilcisi Zeki Küçükberber’in yakın zamanda Özal’ın kızı Zeynep Özal ile damadı Asım Ekren’e bir Jaguar otomobil armağan etmesini hicvediyordu. Damat Asım Ekren ünlü bir bateristti ve halk arasında biraz da alaylı bir adlandırmayla “davulcu” olarak anılıyordu. Hediye Jaguar otomobilin logosu ile damadın davulunun iç içe geçtiği amblem, Özal’ın sermayeyle siyaset arasında kurmakta olduğu ve ailesini de bir tür hanedan olarak teyellediği yeni tip ilişkiye mizahi bir gönderme gibi duruyordu belki; ama işaret ettiği yozlaşma kadar, bu ‘trollüğün’ kendisi de Türkiye’de yaşanmakta olan bir dönüşümün ürünüydü. ‘BANAP’ amblemi ve ona ilham veren ‘hediye’ alışverişi, siyaset alanında imiş gibi görünse de siyasette olduğu kadar iletişim ve kültürde de yaşanan bir ‘değişim’i, bir yozlaşmayı gösteren iki sembolik olaydı.
Jaguar firmasının Türkiye temsilcisi, bir reklam modeli olarak kudretli Başbakan’ın kızı ve damadına lüks otomobil hediye etmeyi seçmişti. Özal’ın neoliberal ekonomik modelinde siyasete ve kendisine biçtiği rol ile gayet uyumlu bir ‘yaratıcı’ fikirdi bu. Özal’ın kerimesi ve damadı da bu hediyeyi sevinçle kabul etmişlerdi. Bu ise, alenen yapılması Tanzimat’tan beri yolsuzluk sayılan ‘nüfuz-hediye’ ilişkisinin şimdi başlayan yeni dönemde pişkince geri döneceğinin habercisiydi. Sermaye ve siyaset arasında, öncekinden çok daha dolaysız, yolsuzluk düzeyindeki imtiyaz alışverişinin gizlenmediği bir ilişkiyi; hatta toplumsal bir nosyon olarak daha önce ‘gizlenen’ zenginliğin, servet fetişlerine sahip olmanın artık iftiharla sergilendiği bir ‘yeni’ burjuva kültürünü haber veriyordu.
Özal’ın sağ muhalefetinin troll partisine seçilen amblem ise siyasette ve siyasi iletişimde bir yordam değişikliğinin işaretiydi. Siyasal partilerin, artık topluma ve ülkeye dönük kapsamlı programlar yerine, neredeyse bir reklam iletişimi içinde fonksiyon kazanacağı, aslında tüm burjuva partilerin tek bir neoliberal partinin fraksiyonları gibi dilimlendiği koşullarda, reklamını iyi yapan, ‘imajını’ iyi kuran partinin baskın geleceği bir yordam… Zaten çok geçmeden tüm partiler, Özal’ın izinden giderek birer reklam şirketiyle anlaştı ve 1989’dan sonraki seçimler birer ‘reklam savaşı’na da dönüştü. Davulu delen jaguar, tüm ‘protest’ görünümüne rağmen bu yeni dönemin eskiz halindeki karikatürüydü. Jaguarın temsil ettiği ölçüsüz zenginleşmenin ve davulun temsil ettiği nepotizmin asıl mağduru olan emekçiler, 1986’da da sonraki yıllarda da örgütleri dağıtılmış halde, ağır bir fiziki ve siyasal baskı altında yaşıyordu zira, Özal’la ‘şakalaşacak’ durumda değildi.
Üç yıllık cunta yönetimiyle ANAP iktidarının uyumlu bir kompozisyon oluşturduğu 12 Eylül sonrası ilk dönemden seçilmiş bu tekil olay, iktisadi, siyasi ve kültürel zeminlerde eşzamanlı olarak yaşanan yıkıcı dönüşümün bütünlüklü olarak görülebildiği pek çok olaydan yalnızca biri. 12 Eylül, kurt dişli serbest piyasa kanunlarının ve sermayenin, sosyal ilişkilerin tüm alanlarına doğrudan müdahale ederek, ekonomik ilişkilerin yanında, siyasal ve kültürel ilişkileri de doğrudan belirlemeye başladığı bir dönemin miladıdır. Ve asıl fonksiyonu da budur. 12 Eylül rejiminin kültür-sanat alanında yarattığı tahribat, iktisadi ev siyasi alanda yarattığı yıkıcı dönüşümden bağımsız değildir. Sermaye ve serbest piyasanın toplumun en küçük hücrelerine kadar nüfuz edeceği iktisadi ilişkileri süreklileştirecek ortam siyasetten, bu ilişkilere, yani neoliberal kapitalizme uyumlu yeni ‘bireyleri’ zihinsel ve davranışsal olarak imal etme işi ‘kültür’e tevdi edilmiştir. Piyasa, halen askeri nüfuzun da geçerli olduğu hantal devlet bürokrasisindeki pürüzler ya da ‘kalın kafalılıklar’ nedeniyle, örneğin eğitimde umduğu ‘verimlilikte’ bir dönüşümü çabuk başaramamış ve bunu özel okullar ve dershane sistemiyle, bir tür özelleştirme yoluyla aşmaya çalışmıştır. Kültür ve sanatta ise devletin baskı araçlarıyla sermayenin mali olanaklarının sahaya birlikte sürüldüğü bir topyekûn savaş yürütülmüştür.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, pop-arabesk şarkıcıları
ve magazin figürleri Hande Yener ve Demet Akalın’ı
saraydaki kabulünde görülüyor.
12 Eylül, bütün sanat etkinliklerinin, edebiyatın, iletişim yöntem ve araçlarının birer sektör haline geldiği; bu sektörlerin sermaye lehine bir ‘büyüme’, bir tür şişme yaşamasının topluma çeşitlilik ve kültürel açılım olarak yutturulduğu ortamı yarattı. Kamu kuruluşlarında, eğitimde ve sağlıkta “özelleştirme” adı altında yaşanan tasfiye, kültür ve sanat alanında, aynı zaviyeden kaynaklanan bir başka tasfiye yordamıyla alt üst ediliyordu. Sermaye sınıfı; para, imtiyaz, ilişki ve para-ilişki ağlarıyla güzel sanatlardan edebiyata dek bir dizi alanda adeta bir işgalci gibi yıka yıka ilerlemiş, piyasanın kültür üzerindeki mürekkep izi giderek genişlemiştir. Büyük sermaye grupları bu dönemde sanat galerilerinden yayıncılığa, sahnelerden müzeciliğe dek neredeyse tüm alanlarda hem bizzat ‘piyasa oyuncusu’ olarak devreye girmiş; aynı anda da kendi ‘oyunculuğunu’ sergileyebileceği bir düzlem olarak bu alanların piyasalaşmasını sağlayacak ilişki ve yöntemler geliştirmiştir. Mali ve sınai sermayenin büyük grupları, Yapı Kredi Bankası, Akbank, Garanti Bankası, Borusan, STFA gibi kapitalist kuruluşların hamiyetinde, kitap yayıncılığı, caz ve sinema festivalleri, konserler, sergiler düzenleme ‘işi’ne girerek, kültür ve sanatım tüm fiziki üretim ve neşriyat kanallarına genişçe bağdaş kurdular. Ellerinde bulundurdukları mali güç, söz konusu alanlardaki organik kurumların, yayınevlerinin, sanat galerilerinin, film ve konser salonlarının rekabet edemeyeceği bir eşitsizliğe yol açıyordu. Bu kurumlar ya direnerek var olmaya çalışmak (ve genellikle de yok olmak) ya da yeni düzene ayak uydurarak belki bu sermaye gruplarından birince satın alınmayı hedeflemek gibi seçenekler arasında kaldılar. Sermayenin bu hegemonik etkisi, giderek yazarları, ressamları, sinemacıları, müzisyenleri ve elbette tüm bunların ‘alıcısı’ olan toplumu şekillendirmeye başladı. 80’li yılların sonu ve 90’lı yıllar boyunca, Türkiye’nin önemli kültür havzalarından Beyoğlu’nda, bankaların açtığı sanat galerileri, kitabevleri, holdinglerin kültür sanat vakıfları haşmetli binalarıyla endam ettiler. Kültür ve sanat, entelektüel ve/ya sanatçının toplumla doğrudan ilişkisinin karşılıklı etkileşime dayalı bir sahnesi olmak yerine arz yönlü bir piyasa mecrası olarak yeniden kuruluyordu. Ticari reklamın siyasal propagandanın önüne geçmesi gibi, kültürel ürünlerin nasıl ve kim tarafından pazarlandığı da içeriklerinin önüne geçmeye başladı. Bu alanlarda geleneksel olarak güçlü bir etkisi olan solun tedrici direnişi, serbest piyasanın kültür-sanat üzerindeki ölümcül saldırısını yavaşlattı ama durduramadı. Toplumla ve onun sorunlarıyla ilgili ürünler ve bir bütün olarak bu yönlü bakış açısı, köhne, bireyi ihmal eden, çeşitlilikten uzak, renksiz vs. sıfatlarla hor görüldü. Oysa diğer taraftan, birbirinin türevi halinde, benzer konuları benzer üsluplar ve bakış açılarıyla çiğneyen bir burjuva edebiyat-sanat imal etmekten öteye gidemiyorlardı. Ancak, kültür ve sanatın ‘satın alıcısı’ olarak gördükleri toplumda yarattıkları dönüşümün yardımıyla ve genellikle Amerikan orta sınıfına dönük olarak üretilmiş burjuva kültürel ürünlerin iktibası yoluyla açığı kapattılar. Sözgelimi, Yılmaz Güney’in Yol ve Duvar filmlerinin uluslararası ölçekte büyük başarılar kazanan yapıtlar olarak üretildiği yıllarda Türkiyeli sinema izleyicisine, sefil birer antikomünist propaganda malzemesi olan Rocky ve Rambo filmleri ikram ediliyordu.
Bu süreçte devlet de tüm olanaklarıyla sermaye sınıfının yanında yer almış, imtiyazlarını ve şiddet yetkisini kullanarak, ödül ve ceza dağıtarak sürece aktif olarak katılmıştır. Örneğin Aziz Nesin’i, Can Yücel’i, Yaşar Kemal’i, toplumcu genç sanatçı ve yazarları mahkeme mahkeme gezdirirken, tutuklarken; piyasa ilişkilerine sadakat gösteren veya bizzat bu ilişkiler üzerinden ‘pazara’ sokulan bazı sanatçı ve yazarlarla, sağ cenahın bu alandaki kısır kadrolarını ödüllendirmiş, beslemiş, kayırmıştır. Sermaye ve devlet, burjuvazi ve bürokrasi, kültür sanat alanında bir tür ‘türev özelleştirme’ gerçekleştirmiş, bu alanın topluma ait, toplum tarafından üretilen ve onunla etkileşim halinde olan eserler ve sahiplerini, dayatılmış piyasa koşulları ve devletin çıplak şiddetini kullanarak etkisizleştirirken, kendi girişimci yapılanmalarının ürünü olan eserler ve sahiplerini itibarla donatmıştır. TRT başta olmak üzere kamuya ait kurumların tümü, kültür alanındaki tüm fonksiyonlarını yukarıdaki çerçevede regüle etmiş, zaten sağcı ANAP tarafından ele geçirilmiş belediyeler de benzer bir yolu izlemiştir.
* * *
Kültür ve sanat alanında yaşanan bu yıkım ve tasfiye süreciyle paralel ve doğrudan bağlantılı olarak toplumsal ilişkiler ve bu ilişkiler alanının ürettiği değerler de neoliberal bir dönüşüme uğradı. Özal’ın yolsuzluk teşviki olarak dillere pelesenk olmuş “Benim memurum işini bilir” sözü, bu açıdan ‘naif’ bile sayılabilecek hafifliktedir. Toplumun yapısına ve sınıfsal paletine uygun olarak oluşmuş doğal dayanışma ağlarını parçalayan, bunları, özellikle siyasallaşma eğiliminde olduğu noktalarda zor yoluyla ezen, sendikaları, meslek oda ve birliklerini, işçi komitelerini dağıtan, bunları birer suç örgütü olarak işaretleyen 12 Eylül ve devamı, buralardaki dayanışmacılık, kolektif emek, adil ve eşit ilişkiler dokusunu sökerek, vurgunculuk, köşe dönmecilik, irtikap ve usulsüzlüğü geçirmiştir.
40 yıl sonra bugün karşı karşıya kaldığımız koşullar, 12 Eylül itibarıyla başlayan bu zor yoluyla değişim-tasfiye sürecinin bir merhalesi. İktisadi ve siyasi alanda nasıl 40 yıllık bir devamlılık söz konusuysa, kültür ve sanat alanında da 12 Eylül darbesiyle başlayan 40 yıllık dilim devam etmektedir. Kültürel ve toplumsal alanda yaşanan yozlaşma ve sakillik, bu dönemin cuntadan beri devam eden dinci ve milliyetçi ideolojik basıncıyla birleşerek bugünkü terkibe ulaştı. Bugün siyasetin ve tek adam yönetiminin dili ve kültürel evreniyle; onların kontrolündeki TRT’de ve yine onların kontrolündeki diğer kanallarda sergilenen film, dizi gibi ürünlerin fevkalade uyumu, 12 Eylül’le niyet edilen ortamın ihdas edildiğine dair bir görüntü veriyor. Kültür ve sanatta, 12 Eylül darbesinden itibaren sermaye ve devlet eliyle başlatılan saldırının menzili, tarihi kafadan uydurarak keyfine göre anlatan devlet destekli dizilerle arabesk-pop şarkıcılarının dostluğuna mazhar saray eşrafının ortalamayı temsil ettiği bir yıkım tablosu olmuştur.