yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

12 EYLÜL’ÜN KÜLTÜRÜ

12 Eylül 1980 askeri darbesiyle işbaşına gelen çete, kendisini Milli Güvenlik Konseyi olarak adlandırmıştı. Kendisine dayanak olarak gösterdiği 2945 sayılı yasada, “Milli Güvenlik” kavramı, “düzen”, “bütünlük”, “tehdit”, “menfaat” kelimeleriyle “milli” kavramı birleştirilerek tanımlanıyordu.  “Milli Güvenlik Görevi” ise, koruma ve kollama deyimleriyle dile getiriliyordu. Ülkede toplumsal ve siyasal her ne olursa olsun bu kurumun görev kapsamı içine alınmıştı. Kültür alanı da bunlardan biriydi.

Yasada görev tanımı şu şekilde yapılmıştı: “Türk kültürü ve sanatı araştırılmalı, değerlendirilmeli ve yurt sathına yayılarak topluma tanıtılması sağlanmalı, özellikle Türk sanatı ve müziği ulusal görüş ve duyuşu aksettirecek şekilde geliştirilmelidir.

Türk milletine kendi kültürünü öğretmek gibi acayip amaç bir yana, bu cümle “Milli Güvenlik” kavramıyla birlikte düşünüldüğünde, stratejik bir politikanın ana hatlarını göstermektedir. Darbenin gerekçesi “topluma hâkim olan anarşiyi yok etmek, kardeş kavgasını önlemek, millet devlet bütünleşmesini yeniden tesis etmek” olarak açıklanmıştı. Ancak bütün bunların “kalıcı ve değiştirilemez” hale gelmesi için yalnızca askeri ve polisiye önlemlerin yetmeyeceği, bir bütün olarak toplumun buna razı edilmesi gerektiği de görülüyordu. Kültür politikası, bu amaçla, yukarıdan aşağı, öncelikle Türk’e Türk kültürünü tanıtmayı hedefliyordu.

Neydi Türk Kültürü?

Konsey tarafından oluşturulan “Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu”  tarafından “kurumlaşmış kültür unsurları” olarak tanımlanan “din, ahlâk, hukuk, ekonomi, politika, basın ve yayın, kitap gibi konular” (aynen böyle sayılıyor) bu kurum tarafından ele alınacak ve bir düzene sokulacaktı. [1]

Nasıl bir düzene ve hangi ilkelere göre?

Bunun da cevabı hazırdı: Sanayileşme yeni bir insan tipi, “alışılmışın dışında değişik bir şahsiyet tipi” yaratmıştı! Bu şahsiyet, “pragmatist, hayatı umursamaz, mütecaviz, otoritesiz, devleti umursamaz, milleti düşünmez, yanlışı inanç haline getirmiş” bir tipti!

Bu son derece “kötü tip”, metni kaleme alanları çok kızdırmış olacak ki, hiddet tonu yüksek bir sesle soruluyor: “Bunlarla ne yapılmak isteniyor!”

Çözüm şudur: “O halde basın yayınımız, müelliflerimiz, sözü edilen kötü örnek tiplerin karşısına, gerçek milli şahsiyetlerimizin yazılı abidelerini dikmelidir.”


YÖK üniversiteleri “zapturapt” altına
almak için 12 Eylül paşalarının oluşturduğu
önemli organlardan biriydi. Kurumun başına
getirilen İhsan Doğramacı uzun dönem
tepkilerin odağında oldu.

Bir de, “her ne kadar biz onları Türk kabul etsek de”, kendilerini Türk olarak görmeyen vatandaşlar varmış! “O zaman Müslümanlık fikrinden hareket edebiliriz. Bunun laikliğe aykırı bir tarafı yoktur. Zümre ve gruplara göre hareket edilecektir!

12 Eylül yönetiminin ve kendisine hizmet eden okumuş yazmış grubunun zihniyet dünyasını anlamak için bu olağanüstü ilkel metnin bir “kültür stratejisi plan ve programı” olduğunu düşünmek yeter.

Programı uygulamakla görevli kurumlar da sıralanmıştır: Kültür Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, TRT, Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü ve YÖK!

İDEOLOJİ: DONDURULMUŞ TARİHİN FELSEFESİ

YÖK (Yüksek Öğretim Kurulu), 12 Eylül rejiminin toplumsal muhalefet odağı olarak gördüğü üniversiteleri “zapturapt” altına almak için oluşturduğu önemli organlardan biridir. Üniversitelerin görevleri yeniden kesin çizgilerle tanımlanmıştır. “Öğrenciler, ülke ve millet sevgisiyle dolu olacak, Türk milletinin milli, ahlaki, manevi kültür değerlerini, Türk olmanın şeref ve mutluluğunu, taşıyacaklardır. Atatürk inkılâpları ve ilkeleri doğrultusunda Atatürk milliyetçiliğine bağlı bireyler olarak yetiştirileceklerdir.”  Aynı ilkeler öğretim görevlileri için de dayatılmıştır. Öğretim üyeleri “serbestçe araştırma ve yayım yapabilirler” ancak, “bu yetki, devletin varlığı ve bağımsızlığı, milletin ve ülkenin bütünlüğü ve bölünmezliği aleyhine” olamaz!

Öğrenci ya da öğretim görevlisi bütün üniversitelilere dikte edilen bu ilkeler, 12 Eylül rejiminin ideolojisinin görünür yüzüdür. Ancak bir de ideolojinin “sokakta gezen” yüzü vardır.

Şu sloganlar, Kenan Evren’in bütün konuşmalarında, radyo televizyon yayınlarının her çeşidinde sürekli ve değişik biçimler altında işlenmiştir: “Düzen değiştirilemez”, “hak ve hürriyetlerin korunması için hak ve hürriyetlerin kısıtlanması gerekir”, “demokrasinin çoğu zararlıdır”, “demokratik bir ülke olmamız için, önce zengin ve kalkınmış bir ülke olmamız gerekir”,  “aydınlar, halka tepeden bakan zararlı kişilerdir” vs. vs…


Kemal Tahir’in ünlü romanı Yorgun Savaşçı’dan,
yönetmen Halit Refiğ tarafından uyarlanan
televizyon dizisi, törenle yakıldı!

Asker ve sivil, bütün kadrosuyla 12 Eylül Rejimi, “asla yıkılmayacak bir devlet düzeni” kurma görevinin kendilerine düştüğünü iddia ediyordu. Belki de buna gerçekten inanıyorlardı. Bu yüzden, “tarih yapıcılar” rütbesini kendilerine takmışlar, bu yüzden de tarihi “yanlış” yazmış, anlatmış her şeyin kökünü kazımaya yönelmişlerdi. Kemal Tahir’in ünlü romanından Halit Refiğ tarafından yapılan televizyon dizisi, törenle yakıldı! Dönemin başbakanı TRT genel müdürlüğüne yazdığı bir yazıyla emri bildirdi: “TRT tarafından çekimi tamamlanan Yorgun Savaşçı adlı TV dizi filmi, Genel Kurmay Başkanlığı ve Milli Güvenlik Konseyi Genel Sekreterliğinden oluşturulan bir heyet tarafından 10, 13 Haziran 1983 günlerinde seyredilmiş olup, heyetin tanzim ettiği ve filmin kamuoyuna gösterilmesinin sakıncalı olduğuna dair tutanak ektedir.  İstikbalde bu filmin televizyondan yayınlanması ihtimalini önlemek maksadıyla filmin asıl ve kopyaları Başbakanlık, Milli Savunma ve İçişleri Bakanlıklarından, Tanıtma Müsteşarlığından birer yetkili temsilcinin iştirakiyle oluşturulacak bir heyet önünde yakılacaktır.”

Bu olayda, bir sanat eserinin devlet tarafından çok ciddi bir törenle ve resmi emirle yakılmasından daha önemli olan, buna yol açan “düşünce”dir.  İdeolojinin gerek yazılı belgelere yansıyan, gerekse halka konuşan yüzü özetle şöyle demektedir:  “Dün yoktur, onu bitirdik! Yarın ancak bugün gibi olacaktır, onu kurduk! Her şey bugün nasılsa öyle kalacaktır! İkinci bir emir beklemeyin, hepsi bu!”

Gelecekteki “ihtimalleri” bile yok etmeyi gerekli gören bu anlayış, “tarihin sonu” tezlerinin generaller cuntası tarafından Türkçe dile getirilmiş halinden başka bir şey değildi. Fukuyama’nın ünlü tezini yazmasına daha altı yıl vardır, ama onun Hegel’in tarih görüşünü aptalca yorumlamasının bizimkilerin kafasında önceden bu düzeyde oluşmuş olması hiç şaşırtıcı değildir. Her baskı rejimi, akıp giden zamanı kendisi merkez olmak üzere durdurmak ister; akıl aynı akıldır, Amerikalı bir tarih profesörünün de, Türkiye gibi bir ülkenin paşalarının da gönlü aynı şeyi arzular. Cuntanın kuruluş temelinde o zamanın ünlü burjuvası Halit Narin tarafından söylenen şu vecize yatmaktadır: “Bugüne kadar işçiler güldü, biz ağladık! Ağlama sırası işçilerde!” İşçilerin ağlatılmasının en güçlü aracı, tarihin durdurulması, yapılamıyorsa bunun yapıldığının zorla kabul ettirilmesidir.

Bunun en önemli sonuçlarından biri Darwin’in evrim teorisinin karşısına “Yaratılış Teorisi”nin çıkarılması oldu. Okullarda din dersi zorunlu kılındı. Çok ciddi maneviyatçı, milliyetçi adamlardan, profesörlerden oluşan ve cuntaya akıl hocalığı misyonunu üstlenmiş olan Aydınlar Ocağı, “bugün evrim diyen, yarın devrim der!” diyordu. Biyolojik evrim teorisini kabul edenler, bir süre sonra, toplumsal evrim hakkında da bir şeyler düşünmeye başlayabilirlerdi. Oysa rejim, tam bir durgunluk, hareketsizlik istiyordu. Toplum nasıl esas duruş vaziyetinde emirleri bekleyecekse, tarih de öyle duracaktı. Belki çok eskilere, Orta Asya’ya, şanlı Osmanlı dönemlerine bakılabilirdi, ama özellikle 1980 öncesine dönüş yoktu. Bazı muhalifler, “1980 öncesine dönmek değil, sonrasına geçmek istiyoruz” diyordu ama o da yasaktı!


Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu Başkanı
Halit Narin, askeri darbeyi izleyen günlerde,
“Bugüne kadar işçiler güldü, biz ağladık!
Ağlama sırası işçilerde!” demişti.

Bu satırları okuyanlar, sanki günümüzden söz ediliyormuş duygusuna kapılabilir. Yazının amacı da o zaten. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde görülmedik ölçüde gericileşmeyi ve dinin bütün toplumsal hayata egemen kılınması çabasını başlatan, 12 Eylül cuntasının kültür politikalarıdır. Kenan Evren takımı, bunu yalnızca miting meydanlarına elinde Kuran’la çıkarak yapmadı. Sistemli olarak,  bütün kurumlarıyla devlet, dini “komünizme karşı en etkili barikat” olarak gördüğü ve bunu bir rejim politikası olarak benimsediği için, o tutarsız laikliği bile defterinden o zaman sildi.

Bugün yaşananlar, 12 Eylül rejiminin tamamlanması, mükemmel ve “yıkılmaz” hale getirilmesin çabasının sonuçlarından başka bir şey değildir.

[1] Bu ve bundan sonraki bütün alıntılar, Erbil Tuşalp’ın Eylül İmparatorluğu adlı kitabından. Yazılama Yayınları, 2013

Aydın Çubukçu
diğer yazıları