İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından düzenlenen “27. İstanbul Tiyatro Festivali” dün akşam başladı. Festival bu sene Işıl Kasapoğlu küratörlüğünde gerçekleştiriliyor. 25 Kasım’a kadar devam edecek festivalde seyirciler, Türkiye’nin yanı sıra dünya sahne sanatlarının önemli isimleriyle de buluşacak. Festivalin açılışı dün akşam Zorlu PSM’de gerçekleşti. 20. yüzyılın en önemli koreograflarından biri olan Pina Bausch’un başyapıtı Café Müller bu vesileyle ilk kez Türkiyeli seyirciyle buluştu.
Festival programı duyurulmaya başladığında Pina Bausch’un topluluğu Tanztheater Wuppertal’ın adını listede görmek hepimiz için sürprizdi. Café Müller, topluluğun güncel kadrosuyla ilk kez şehrimizde sergilenecekti. Alan bu heyecana sahip insanlarla yavaş yavaş kalabalıklaşıyordu. Dans tiyatrosundan önce amfide Wim Wenders’ın Pina isimli belgeselinin gösterimi yapıldı ve bizler salona Pina’nın ruhuyla sarmalanarak uğurlandık. İçeri girdiğimizde salonun tamamı dolmuştu. Gözler sahnede, Pina’nın sanatseverlere bıraktığı manifestosunu görmeyi bekliyorduk.
SAVAŞIN GÖLGESİNDE BÜYÜMÜŞ BİR ÇOCUK
Café Müller’e geçmeden önce dansın Brecht’inden bahsedelim istiyorum. Pina Bausch, 1940 Almanyası’na doğmuş ve İkinci Dünya Savaşı’nın gölgesinde büyümüş çocuklardan biri. Dansa merakı çok küçük yaşlarda izlediği bir çocuk balesiyle başlar. Ailesinin kafesinde onu keşfeden tiyatro oyuncuları sayesinde Pina baleye yönlendirilir ve 5 yaşındayken dansla buluşur. 15 yaşına geldiğinde Almanya’nın önemli kurumlarından biri olan Folkwang Academy’de eğitim görür. Bausch için 1955 yılında Alman dışavurumcu dans akımının (Ausdruckstanz) kurucularından Kurt Joss’la tanışmak ve bu akademide yer alan dünyaca ünlü eğitmenlerden ders almak güzel bir başlangıç. Bu sayede sanat kariyeri de sağlam bir zemine oturmuştur. Bausch’un öğrenmeye ve yeniliğe karşı beslediği tutkuyla harmanlanan sanat kariyeri zaman içerisinde onu daima ileriye taşır. Onun için kırılma noktası koreograf olarak dikkatleri üzerinde topladığı Im Wind der Zeit (Zamanın Rüzgârında) gösterisidir. 1969’da sahnelediği bu çalışma koreografi yarışmasında birinci olurken Baush’un sonraki üretimlerindeki dönüşümün de habercisidir.
TANZTHEATER ÖNCÜSÜ
Pina Bausch, sanat yaşamı boyunca klasik bale anlayışına her zaman eleştirel bir bakış açısıyla yaklaşmıştır. Eserlerinde balenin kemikleşmiş kalıplarına başkaldırının izleri görülür. Bu tutumuna vesile olan Pina’nın Bertold Brecht’in tiyatro anlayışına karşı duyduğu hayranlığıdır. Onun için bir duygunun veya düşüncenin ifade aracı bedendir. İnsana ait tüm duyguları ve durumları izleyene işte tam da bu aracı kullanarak ifşa eder. Bu yüzden Pina Bausch yalnızca dansın kalıplaşmış yasalarından yararlanmaz. İşin içine tiyatroyu da katar. Bu iki farklı disiplinin unsurlarını birleştirerek de dans tiyatrosu kavramını (Tanztheater) ileriye taşımış ve öncüsü haline gelmiştir.
Bausch için sistemin parçalanması ve bilince varış toplumsal bir dönüşmeyle değil bireyin dönüşümüyle mümkün. Bu yüzden eserlerinin temelini daima insan bedeni oluşturur ve o bedeni bütünleyen insana dair kavramlar. Onun için beden toplum normlarını reddeden, toplumsal cinsiyet rollerine kafa tutan ve ırk, dil, din ayrımını ortadan kaldıran en önemli ögedir. Bausch, seyirciye izlediğinden ne anlaması gerektiğini dikte etmekten kaçar ve daha çok görünmeyeni, düşünülmeyeni sahneye taşımayı hedefler. İnsanın yalnızlığı, aşka olan açlığı, çektiği acı, onu saran hüzün ve daha birçok şey… Bunu yaparken de mizah onun belki de en önemli silahı. Dansçıların kostümü, dekorun sahneye uyarlanma biçimi bunun etrafında döner. Bir hayalde ya da evrenin boşluğunda savrulup duran o soyut imgeleri somutlaştırarak gösterir bize. Pina’nın diğer öne çıkan tarafı da eserlerinde sık sık başvurduğu tekrarlamalardır. Bir hareketin durmadan tekrarlandığını ve bu devinimde daima başka kapıların aralandığını hemen hemen her gösterisinde görmek mümkün.
Yukarıda belirtmiş olduğum üzere Pina aynı zamanda bir savaş dönemi çocuğudur. Yıkıcı bir dönemde yetişmiş bir kız çocuğu… Savaşın izlerini üzerinde taşıyan bir kadın… Bu yüzden de gençliğinden beri şiddete, toplumsal kalıplara içerisinde hep bir kin ve öfke büyütmüştür. İster istemez bu öfke onun eserlerinde görülür. Aşkı, yalnızlığı iyileştirecek ilacı ararken buluruz onu. Kadının özgürleşmesi için kadına dayatılan normları altüst etmek, bu normlara eserlerinde kafa tutmak sanatı sayesinde mümkün. Pina’nın hangi eserini izlerseniz izleyin kadın teması bir adım önde görülecek ve sahneden “kadının bu zamana kadar işitilmemiş öfkesi”nin sesi yükselecektir.
PİNA’NIN KENDİNİ İFADE ETME BİÇİMİ: DANS
Elbette Pina Bausch’un sanatsal sürecini anlatmak, dans tiyatrosuna yaklaşımını tartışmak ayrı bir yazının konusu. Onu ve sanat anlayışını birkaç paragrafa sığdırmak kolay değil. Bu yüzden biz bugüne, sahnede arzı endam eden ölümsüz eser Café Müller’e dönelim. Eser, ilk kez 1978 yılında sahnede yer aldı. Koreografisini Pina’nın üstlendiği ve aynı zamanda dansçısı da olduğu Café Müller, sanatçının çocukluğunun izlerini sürdüğü ve ta o zamana dayanan gözlemlerini bir oya gibi işlediği lirik bir anlatısı.
İkinci Dünya Savaşı’nın yaşandığı dönemlerde Pina, ailesiyle beraber Almanya’nın bir şehri olan Solingen’de yaşıyordu. Dönemin tüm çocukları gibi o da henüz ne olduğunu ve niye olduğunu bilmediği bir kâbusun içerisinde hayata tutunmaya çalışıyordu. Saldırı sirenleri, düşen bombalar her gün duyup şahit olduğu olaylardı. Korkuyla daha çok küçük yaşlarda tanışmıştı. Kendinden büyük insanların yüzünde görmüştü bu duyguyu. Korkuyu, acıyı, terk edilmişliği belki de… Ailesinin işlettiği otelin küçük bir kafesi vardı. Pina için bu kafe bir sahneydi sanki, nefes almaya devam edebildiği, hayatı yakalayama çalıştığı… Bu kafede anne ve babasının işlerine koşuyor, kendince onlara yardım ediyordu. Yeri geliyor mutfakta, yeri geliyor kafenin tezgâhında, yeri geliyor müşterilerinin arasında buluyordu kendini. Burada en sevdiği yer kafenin masalarıydı belki. Akşam vakti ailesinden kaçıp sığındığı masa altları onun gözlem kulesiydi, çocukluğunun kalesi… O masa altlarından çocukluğun ona bahşettiği hayal gücüyle bir dünya yaratıyor, savaş mağduru insanları, ayrılık acısı çeken sevdalıları, terk edilen kadınları, kendini bulmaya çalışan tüm bir insanlığı hafızasına kazıyordu. Bazen o kafede hayal gücünün ritmine kendini kaptırıp dans ediyor, kendini ifade etme biçimi olarak bunu tercih ediyordu.
DANS TİYATROSUNA ARMAĞANI
Yıllar geçip Pina büyüdüğünde, çocukluğunu ve çocukluğundan ona miras kalan izleri hiçbir zaman unutmadı. O dönemde şahit olduğu anlar, büyüttüğü öfke ve bir değişim yaratma aşkı sanat yaşamında ona eşlik eden unsurlardı. İşte Café Müller, onun geçmişinden alıp gününe taşıdığı bir başyapıt olarak dans tiyatrosuna bir armağanı.
Café Müller’de sahne karanlıkta yolunu bulmaya çalışan, sandalyelere ve masalara çarparak mekâna giriş yapan iki kadın dansçıyla başlar. Kadınlardan biri kafededir görünürde ama aynı zamanda yoktur da. Hareketlerin soyutluğu bizi bu kişinin iç dünyasına doğru bir yolculuğa çeker. Bu yolculukta onun kendini var etme savaşı içerisinde yaşadığı çaresizliği, duyduğu yalnızlığı ve hatırlama yolculuğunu görürüz. Daha önde duran kadın ve sonrasında sahnede olacak diğer insanlar dahil olmak üzere hepsi geride kalan diğer kadının hafızasıdır. Bazı yorumcular bu kadının sahnedeki varlığını koreografın bizzat kendisi olduğunu ve görmediği bir zaman diliminde hayatındaki kesitlerden hatırladığı parçaların izlerinin yansıtıldığını düşünürler ki benim de izlerken sıklıkla düşündüğüm buydu: Bu bir hafızanın kaydı mı? Pina’nın çocukluğunda heybesinde biriktirdiği insanların birbiriyle kurduğu iletişimin harekete yansıması ve o harekette bir şiire dönüşmesiydi sanki.
Café Müller’de belirli bir zaman yok fakat bizler biliyoruz ki mekân günlük bir yaşamın ev sahibi. İçerisinde ikili ilişkilere dair ve bireyin var olma ihtiyacına dair birçok emare mevcut. Başarısızlık, hayal kırıklığı, anlaşılmaya duyulan özlem… Ve belki de en önemlisi bir arayış. Eserde izleyici bu arayışı ilk olarak sahneye kafenin kapısından içeri giren ve oldukça tedirgin bir hali olan kadında keşfeder. Kadın kaygılı ve tedirgin, hızla geçip gider oradan. Bir şeyler, bir iz arıyordur. Belki de aşkı… Kafenin içerisinde olan her bir kişi aynı zamanda kendisini ve tek başınalığı temsil etmektedir. Fakat bir farkla: içeridekiler ve dışarıdakiler. İçeride birbirini, belki yalnızca kendini arayan bir kadın ve erkeğin her buluşmasında onlara müdahale etmek için mekâna dışarıdan dahil olan ceketli bir adam görürüz. Ve bir sahne vardır ki oyun içerisinde benim çokça etkilendiğim bir andı: Kadın karşısında adamı görür ve hızla ona koşar. Bir kavuşma ve bulma halidir. Fakat bu çok uzun sürmez. Dışarıdan bir “erk” gelir ve bu iletişime müdahale eder. Bir nevi kadını objeleştirerek adama onu nasıl tutması, nasıl sarması gerektiğini gösterir. Fakat kadın her defasında yere düşer, ayağa kalkar ve yine kendi içinden geldiği ve bildiği gibi karşısındakine sarılır. Bu sahne bir döngü halinde defalarca tekrarlanır. Biz izleyenleri bazen gülümsetse de aslında çarpıcı bir sahnedir. Toplum, haddi olmadan her şeye burnunu sokan ve onu değiştirmeye, insanın içindeki merakı öldürmeye çalışan erklerle doludur. Sahne seyirciye hiçbir şeyi dikte etmeden onu bu erklikle yüzleştirir.
ESERİ TAMAMLAYAN ÖGELER: DEKOR VE MÜZİK
Café Müller, sadece hissettirdiği ve gösterdikleriyle değil onu besleyen ve tamamlayan ögeleriyle de bir adım öne çıkan bir iştir. Bu ögeler karşımıza ilk başta dekorla çıkar. Aynı zamanda Pina Bausch’un da hayat arkadaşı olan Rolf Borzik imzalı dekor başlı başına o kafenin insanlarının ruhunu taşımaktadır. Dans tiyatrosu başlamadan sahneye şöyle bir baktığınızda bir kafe görürsünüz, evet. Fakat etrafa dağılmış sandalye ve masalar size burada yaşanmışlığın izlerine şahitlik edeceğinizi söylemektedir. Pina’nın çocukluğundaki kafeyle olan ilişkisini ve dönemini düşündüğünüzde dışarıdaki savaşın izlerini de yahut kadın-erkek çatışmasının çetrefilli süreçlerini de bu objelerde görebilirsiniz. Özellikle performans boyunca ana dansçıların önünden sandalye ve masaları durmadan bir tarafa çekiştiren, dansçılarla temasını engelleyen kişi Pina’nın seyircide yarattığı bir yabancılaştırma hali gibi dururken dekorun hikâyeye nasıl da katkı sunduğu gösterir bize.
Elbette eser boyunca karakterlerin ve seyircinin ruhuna eşlik eden müziklerden söz etmeden olmaz. Pina Bausch için müzik bedenin kendini açıp varlığını bulma hikâyesini başlattığı en önemli araçtır. Bu yüzden eserlerinde müzik seçimine ayrı bir dikkat vermiştir. Bahsettiğim durumun örneğini Café Müller’de de görürüz. Pina bu eserinde tercihini İngiliz besteci Henry Purcell’den yapar. Purcell’in Shakespeare’in Bir Yaz Gecesi Rüyası’ndan uyarladığı The Fairy Queen ve Dido ve Aenas isimli operası danslara eşlik eder. Fonda duyduğumuz o tınılar izleyeni somut dünyasından kopararak atmosferin büyüsüne doğru çekmektedir. Sahnede müzik zaman zaman kesintiye de uğrar. Sadece dansçıların hareketlerinin ve sandalye ile masanın sesleri duyulur. Sonsuz bir sessizliğe karşı müzik hâlâ oradadır, olmasa da o tını kulağımızda; aşkın, hüznün ritmi dansçıların bedenlerinde yükselmeye devam etmektedir.
Cafe Müller, üzerine çokça düşünülmesi gereken, her izlediğimizde yeni bir şeyler yakalayacağımız ölümsüz bir eser. İnsana dair olanı en saf gerçekliğiyle göstermesi ise onun en büyük başarısı. Seyircinin üzerinde tüm sadeliği ve yalınlığına rağmen yarattığı etki oldukça büyük. Bu Pina Bausch’un seyirci ve sahne arasında nasıl da kuvvetli bağ kurabildiğini ve kendi dilini nasıl da oluşturduğunu kanıtlıyor bizlere. Yaşamı boyunca öğrencilerine “aşkla dans et”meyi öğütleyen Pina, geride aşkla yarattığı kudretli bir eser bırakıyor. İşte tam da bu yüzden eserin sahnede uzunca yıllara dayanan bir serüveni var ve Pina’nın öğrencilerinin ellerinde, ruhlarında hatta bedenlerinde yaşamaya devam ediyor.