“ADNAN ÖZYALÇINER, bir İstanbul yazarıdır. İstanbul’un bugün varoş dediğimiz kenar mahallelerini sevgiyle, en ince ayrıntısına kadar edebiyata getirmiştir. Yalın anlatımdaki ustalığı her zaman beni çekmiştir. Psikolojik gözlemleri onun anlattığı kahramanları, tipleri bize sevdirmiştir.
O, bize İstanbul’un bu kesiminde yaşayanları anlatırken, onları tanımadan, yaşadıklarını bilmeden İstanbul’u eksik anlayacağımızı ispatlamıştır.”[1]
Doğan Hızlan, uzun yıllardır dost olduğu ve yaklaşık yarım asır Cumhuriyet gazetesinde birlikte musahhihlik (düzeltmen) yaptığı 1950 kuşağının usta yazarlarından Adnan Özyalçıner’i, 75. yaş gününde bu cümlelerle selamlıyordu.
MÜSAHHİH, MUHABİR, YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ, BAŞYAZAR
Adnan Özyalçıner, kuşkusuz önce Hızlan’ın da ifade ettiği gibi usta bir öykücüdür. Ama aynı zamanda düzeltmenlikten yazı işleri müdürlüğüne ve başyazarlığa kadar uzanan serüveniyle de kıdemli bir gazetecidir.
Dünya edebiyatında olduğu gibi, Türkiye edebiyatında da gazeteci kökenli usta romancılar, öykücüler olmuştur, olmaya da devam ediyor. Gazeteciliği edebiyatını besleyen ya da edebiyatı gazeteciliğini besleyen pek çok isim var. Bazı yazarlar açısından da bu artık iç içe geçmiş bir ilişki olarak yansır. Gazeteciliği edebiyatının içinde, edebiyatı da gazeteciliğinin.
Bir işçi ailesinde dünyaya gelen, Torik Akını adlı öykü kitabında da anlattığı gibi çocukluğu Haliç sırtlarında geçen Adnan Özyalçıner için bu ilişkiyi nasıl tarif edebiliriz? Öyküleri ile kendisinin ‘röportaj öykü’ olarak tanımladığı Ayak İzleri ile gazetecilik yazılarının toplandığı ‘Tarihin Işıldağı’ adlı kitapları, gazetecilik ile edebiyatın onun yazınsal serüveninde iç içe geçtiğine işaret eder. Peki kendisi bu soruya yanıt veriyor?
Onun gazeteciliğine dair temel özellikleri ve atlanmaması gereken ayrıntıları not etmek için, kitaplarını dönüp yeniden okurken kendisine de sorular yönelttik. “Ben daha lisedeyken yazılarımı sanat dergilerinden önce Vatan gazetesinin gençlik sayfasında yayımladım. İlk gazete yazarlığım 1953’te Vatan gazetesi ile başladı.” Çocukluğundaki okuma ilgisi, lise yıllarıyla birlikte artık gazetelere yazı gönderme cesaretine doğru evrilen Özyalçıner’ın Babıali’ye ilk girişi ise Kim dergisi ile başlıyor.
30 Mayıs 1958 tarihinde yayın hayatına başlamış olan Kim dergisi yıllarını şöyle hatırlıyor Adnan Özyalçıner: “Kim dergisi Demokrat Parti’ye ateş püsküren AKİS ayarında haftalık bir dergiydi. Çıkaranlar, Özcan Ergüder, Emil Galip Sandalcı, Orhan Birgit. Kemal Özer ile ben de o derginin gece musahhihiyiz. Tashihini yapıyoruz derginin. Dergi gece çıkıyor. Bir gece dergiyi herhangi bir gazetede yapıyoruz. Herhangi bir gazetede demem şundan. Bir sayı yayınladığımız bir gazeteden herhalde polis marifetiyle kovuluyorduk, başka bir gazeteye geçiyorduk. Epey dolaştık Kim dergisi ile biz. Demek ki ‘Basmayın bu dergiyi’ diyorlardı.”
‘GAZETECİLİKTEN EDEBİYATA ÇOK ŞEY AKTARDIM’
Sonraki yıllarda da Adnan Özyalçıner için edebiyat ve gazetecilik, birbirini besleyerek yan yana devam eder. Yaklaşık 70 yıldır yazmaya devam eden Özyalçıner, 85 yaşında dönüp geriye baktığında, “Ben gazetede çalışmamdan edebiyatıma birçok şey edindim. Gazetecilikten edebiyata aktardığım çok şey oldu.” diyor.
Kim dergisinden sonra da hem okuldan hem de edebiyat dünyasından tanıdığı arkadaşlarıyla birlikte çalıştığı Cumhuriyet gazetesi yılları başlar. “1959 yılında Cumhuriyet’e girdim. Müsahhih olarak girdim. Giriş sebebim de eski yazı bilmemden geliyordu. Türkoloji’de okuduğum için eski yazı biliyordum. Nadir Nadi, Doğan Nadi, Burhan Felek yazılarını eski yazıyla yazıyordu. Bu durumda da karşılaştırma yapmak gerekiyordu. Beni de o nedenle aldılar. Benim ardımdan eski yazı bildikleri için Konur Ertop, Kemal Özer kadroya alındı. Arkasından Doğan Hızlan da kadroya geldi. Böylece daha önce dergilerden ve okuldan tanıştığımız arkadaşlarla orada beraber olduk. Sonra bizim tashih kadrosuna Refik Durbaş, Atilla Özkırımlı da katıldı. Oktay Kurtböke edebiyata, sanata meraklı bir genel yayın müdürüydü. O’nun isteği üzerine Kemal Özer ile biz sanat ekleri çıkarttık Cumhuriyet’te.”
Özyalçıner, Cumhuriyet’te bir yandan düzeltmen olarak çalışmaya devam edip bir yandan da edebiyat ve sanat eklerinin çıkarılmasıyla uğraşırken, arada muhabirlik de yapar. 1970’lerde TRT’nin öykü yarışmasını kazanan Osman Şahin ve Ümit Kaftancıoğlu ile söyleşi yapar örneğin.
Özyalçıner, bu kadar güçlü bir edebiyatçı kadrosunun bir arada düzeltmen olarak görev yaptığı Cumhuriyet’teki o yıllarını anlatırken, gülerek devam ediyor: “Sonuçta bu kadro Cumhuriyet’te ‘Cumhuriyet Akademisi’ diye anılırdı. Hem biraz dalga geçerlerdi hem biraz saygıyla bahsederlerdi. Çünkü biz o zaman bilgisayar olmadığı için gelen yazılara tashihte karşı çıkıyorduk. Bu böyle olmaz diye.”
1960’lı yıllar Türkiye’nin hem entelektüel birikiminde hem de devrimci hareketlerinin düşünsel, teorik ve politik serüvenlerinde çeşitli etkiler bırakan YÖN dergisi yıllarıdır. ‘Türkiye’nin Düzeni’, ‘Milli Kurtuluş Tarihi’ kitaplarının da yazarı olan Doğan Avcıoğlu önderliğinde YÖN dergisi, ‘sol Kemalizm’in şekillenişinde tuttuğu yerle, bir yandan Marksist literatür etrafında tartışmaların yaygınlaştırılmasına bir etki yaparken diğer yanıyla da sol içindeki cuntacı eğilimleri de beslemiştir. Bu sarkaç halinin sunduğu açı içinde yer almış olanlardan bazıları bugün cuntacı ya da liberal bir çizgide hayatlarına devam ederken, bazıları da darbeci eğilimlerle mesafeli bir düşünsel hatta üretimlerine devam ediyorlar.
Adnan Özyalçıner ile on yıl önce kaybettiğimiz Kemal Özer de, cuntacı eğilimlere pirim vermeyen duruşları ve yazınsal serüvenleriyle not edilmeyi hak eden isimlerden oldular. Özyalçıner ve Özer, YÖN’de de gece düzeltmeni olarak görev yaptı. Özyalçıner, 1964 yılında askere gidene kadar YÖN’deki bu görevine devam etti.
Adnan Özyalçıner’in gazetecilik serüvenindeki kilometre taşlarından biri de ‘Yeni a’ dergisidir. 12 Mart Muhtırası’nın ardından 1968 hareketinin liderleri Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Arslan idam edilirken, ülkenin düşünsel hayatı üzerinde de ağır bir baskı rejiminin devreye sokulduğu bu dönemde, birçok aydın ve yazar gibi ‘a dergisi’ yazarlarından Erdal Öz de hapse atılmıştı. Derginin yazarları bu karanlık dönemde yeniden bir araya gelerek 1972 yılında ‘Yeni a’ dergisini yayımlamaya başladılar.
‘YENİ A’YI SIKIYÖNETİM’DE ÇIKARDIK, ECEVİT DÖNEMİNDE KAPATILDIK’
İlk sayısı 15 Ocak 1956’da yayımlanan ‘a dergisi’, 1972 yılında ‘Yeni a’ olarak yeniden yola koyulduğunda ‘Yeniden çıkarken’ başlığıyla okura seslenirken şöyle diyordu: “Amacımız uzun sürede, değişen sorunlarımıza çözümler getirmek, geniş etkileriyle karşı karşıya bulunduğumuz burjuva batı kültürüyle hesaplaşmak, geleneksel ve aktüel sanatımızın köklü eleştirisini gerçekleştirmek ve bütün bu çalışmaları yaparken halkımızın mücadelesiyle dayanışma sağlamak, sınıfsal kökenleri sağlam bir kültürün ve sanatın oluşmasına katkıda bulunmak, kısa sürede ise bu hedeflere ulaşılmasını engelleyen somut koşullara karşı kesin bir tavır almaktır.”[2]
Adnan Özyalçıner, kendisini bu amaçlarla ifade eden ‘Yeni a’ dergisinde, ‘A’dan Z’ye’ başlıklı bölüm altında, o dönemde edebi bir gazetecilik türü olan, ancak bugün sınırlı sayıdaki örneği ile devam eden fıkra türünde yazılar yazdı. Kültürel ve siyasal fıkralar. Dergi 5 bin satıyordu. Ancak ‘Yeni a’nın ömrü de uzun sürmeyecek ve Adnan Özyalçıner’in bir yazısı gerekçe gösterilerek kapatılacaktı. Hikâyesini kendisinden dinleyelim: “Dergiyi sıkıyönetimde çıkardık, başımıza bir şey gelmedi ama Ecevit hükümeti döneminde, 1974 yılında kapatıldık. Ben o dönem ‘Sabah ajansı’ başlıklı bir yazdım. 1974’te bir af yasası çıktı. Af yasasında adi suçluların hepsi af oluyordu, düşünce suçluları hariç. Hapishanede üniversiteli gençler, aydınlar, yazarlar bulunuyordu. Ben yazıda şunu dedim; ‘Hırsızları affediyorsunuz ama yarın doktor, mühendis, mimar olacak kişileri hapiste tutuyorsunuz. Bu ne biçim bir af yasasıdır!’ Beni o zaman 141-142. maddelerden ‘komünistleri ve komünizmi övmek’ten 3.5 yıl yargıladılar. Hem yazı işleri müdürü olarak, hem de yazar olarak yargılandım. Orhan Apaydın avukatımdı. Çok büyük yararını gördüm.”
Özyalçıner’in edebiyatla birlikte gazetecilikteki uzun yürüyüşü daha sonra da YAZKO yılları ile devam etti. 12 Eylül askeri darbesinin ardından bir grup yazar ve aydın, Yazarlar ve Çevirmenler Yayın ve Üretim Kooperatifi (YAZKO) çatısı altında bir araya gelerek YAZKO Edebiyat (1980-1984) ve YAZKO Çeviri (1981-1983) dergilerini yayımladılar.
Adnan Özyalçıner, heyecanla hatırladığı YAZKO yıllarına dair de şunları söylüyor: “YAZKO dergisi ilk çıktığında 12 bin bastı ve 12 bin sattı. Birinci sayıda, Atilla Tokatlı’nın bir aforizması nedeniyle askerlere hakaretten dolayı yargılandık. Ben yazı işleri müdürü olarak yargılandım. Sonunda beraat ettik ama 1,5 yıl yargılandık. Yazdığımız yazılarda sürekli darbeyi eleştiriyorduk. Derginin tutması da o nedenle. Ben o zaman YAZKO Çeviri’nin de yazı işleri müdürlüğünü yapıyorum. İki derginin de yazı işleri müdürü bendim.”
Daha sonraki yıllarda da, 2 yıl Hürriyet Gösteri dergisinin sorumlu yazı işleri müdürü olarak görev yaptı. Ardından da Hürriyet Sedat Simavi Vakfı Basın Sorumlusu olarak çalıştı. O döneme dair bir anısı şöyle: “Orada da en önemli işimiz Tarık Zafer Tunaya’nın Türkiye Siyasi Partiler kitabının yayımlanması oldu. Hatta Sennur da (Sezer) yardımcı oluyordu. Biz düzelttiklerimizi Tarık Zafer Tunaya’ya götürüyorduk. Sennur, ‘Bak Hocam şuradaki kelimenin şu olması lazım’ dediğinde, Tarık Zafer ‘Başüstüne komutanım’ demişti. Sennur biliyorsun böyle dik olarak söyler. (Gülüyor)” Adnan Özyalçıner ile bir söyleşi yaptığınızda eğer laf, hayat arkadaşı -aslında belki de ömür arkadaşı demek daha doğru- Sennur Sezer’e gelmezse, ‘Ağabey bir şey unutmuş olabilir miyiz?’ diye sormanız gerekir.
Evliya Çelebi’de gördüğümüz, ardından 20. yılın başlarında Ruşen Eşref Ünaydın ile devam eden ve yakın tarihimizde Yaşar Kemal, Fikret Otyam gibi usta kalemlerin önemli örneklerini verdiği, ebedi bir tür olarak röportaj, Adnan Özyalçıner’in yazınsal pratiğinde de özel bir yer tutuyor. Özyalçıner, gündelik hayatı kuşatan çeşitli siyasal ve toplumsal bağlamların kıskacındaki insanı, özellikle de yoksulları öykü röportaj tekniği ile yazıya aktarırken, mekânı ve kenti de adeta konuşturur. Yağmurlu bir günde İstanbul sokaklarındaki insandan, olağanüstü hal uygulamalarıyla köyünden sürülen yoksul Kürt’e kadar çeşitli halleri, onların kendi anlatımları ve yazarın gözlemleri ile bizi adeta, o ana götürür. Özyalçıner’ın bunu yaparken başvurduğu betimler, kullandığı dilin sadeliği ile okuru, işaret ettiği anın gerçekliğinden de uzaklaştırmaz. Bu yönüyle Orhan Kemal’in ırgatların çilesini ya da Sait Faik’in adliye koridorlarını anlatırken olduğu gibi okurunu yormayan yazarlardandır Özyalçıner.
Adnan Özyalçıner’in öykülerine ve röportajlarına, daha da genel bağlamıyla tüm yazınsal dinamiğine rengini, özelliğini veren nedir diye sorduğumuzda gündelik hayat içindeki duruşuna bakmak bir fikir verir. Kendisi yakın tarihli bir yazısında bu açıdan şöyle diyor: “İstanbul’un uzak, yakın belediyelerinden birinin etkinliğine çağırdıklarında -her zaman olduğu gibi- araçla evden aldırmayı önerdiklerinde hep araç istemediğimi, kendim gelebileceğimi söylüyorum; her zaman yaptığım gibi. Her seferinde geze geze gidiyorum çağırdıkları yere. Bildiğim bir semt, bir mahalle, bir yerse, yol boyu, orayı yeniden görmüş olmaktan hoşlanıyorum. Bilmediğim bir semt, bir mahalle, bir yerse, yol boyu, görüp tanımış oluyorum orayı. Ben öykülerimi buna borçluyum. Görüp bilmeye. Üst üste olsa bile.”[3]
Tam burada, benzer nedenlerle çoğu zaman toplu taşıma kullanan TGC’nin efsane başkanı Nail Güreli’ye de bir selam göndermeden geçmeyelim.
BİR İSTANBUL YAZARI, AMA SADECE İSTANBUL DEĞİL
Adnan Özyalçıner, Doğan Hızlan’ın da dediği gibi bir İstanbul yazarıdır, ama sadece İstanbul değil. Yazarın Ayak izleri adlı kitabı 1999 genel seçimlerinde dolaştığı Kürtlerin çoğunlukta yaşadığı illerdeki tanıklıkları ve Zonguldak maden işçilerinin, ölümle yaşam arasında sıkışmış olan ağır çalışma koşullarına dair gözlemlerini içerir örneğin.
Lice’nin boşaltılan bir köyüne giden Adnan Özyalçıner, tanık olduklarını şöyle anlatır: “Çeper Köyü, Lice’nin toplam 55 köyünden şu anda yaşayan beş-altı tanesinden biriydi. Boşaltılmasının nedeni köylülerin gömdüğü bir ölüydü.
Öykü, çeşmenin başında askerlerin vurduğu biriyle ilgiliydi. Sabaha karşı çeşmeden su içmeye indiğinde öldürülen bu kişi kimdi? Köylüler, bunu bilmiyordu. Yalnız sabah namazında abdest almak için çeşme başına geldiklerinde öldürülen biriyle karşılaşmışlardı. Ne olur, ne olmaz diye dokunmadılar. Sabah namazlarını kıldıktan sonra evlerine çekildiler. Öğle olduğunda, ölü, gene çeşme başındaydı. Upuzun yatıyordu. Amansız bir sıcak bir bastırmıştı. Şimdiden kokmaya başlamıştı. Gene ellemeye cesaret edemediler. Belki sahibi çıkar diye ikindiye beklediler. Ölüyü almaya gelen olmadı. Köylüler, yeniden evlerine çekildiler.
Akşama doğru, hava kararmaya yüz tutarken dört köylü, toprak damlı evlerinden başarını uzatıp çevreyi şöyle bir taradılar. Ardından evlerinden çıkarak korkak adımlarla ölünün başına gittiler. Hemen oracıkta yüzlerini dağlara dönüp:
– Dağlar taşlar tanık olun; diyerek namazını kıldılar.
Sonra da ölüyü sırtladıkları gibi kefensiz olarak açtıkları bir çukura gömdükler.
Hava kararmıştı artık. Ne onlar kimseyi görmüş, ne de kimse onları fark etmişti. Kim olursa olsun bir ademoğlunu, bir garibi ruh huzuruna kavuşturmanın gönül rahatlığı ile evlerine girdiler.
Ertesi sabah köyün kapıları gümbür gümbür dövülerek, dipçiklenerek açtırıldı. Askerler köyü sarmıştı. Köylüleri alanda bir araya topladılar. Komutan, iki pırpırlı bir uzatmalıydı.
– Çeşme başındaki ölüye ne oldu? diye bağırıyordu.
Herkes birbirine baktı. Titrek bir ses:
– Gömdük, dedi.
Çavuş:
– Namazını da kılsaydınız bari, diye alay edecek oldu. Aynı titrek ses:
– Kıldık, dedi.
Çavuş, o zaman, avazı çıktığı kadar bağırıp tepinmeye başladı:
– Onun kim olduğunu biliyor musunuz? Bir hayine yardım etmenin size neye mal olacağını bilmez misiniz? Ha dirisine, ha ölüsüne yataklık etmişsiniz bizce fark etmez. Şimdi onu derhal mezardan çıkarıp bu alanın ortasında çürümeye bırakacaksınız.
Burada sustu. Öfkesi yatışır kimi olmuştu. Köylülerin her birinin gözlerinin içine teker teker bakıp gülümseyerek şöyle seslendi:
– Siz de, köyün ortasında mikrop saçan bir ölüyle yaşayacak kadar akılsın değilsiniz elbet. Onun için yarından tezi yok köyü boşaltacaksınız. Biliyorsunuz, sizin sağlığınızı korumak da bizim görevimiz.
O gün bu gündür Çeper köylüleri, evlerinden, hasadını yapamadıkları ekili tarlalarından, sütünü sağamadıkları hayvanlarından uzaktalar.”[4]
Adnan Özyalçıner’in Ayak İzleri adlı kitabında bir araya getirilmiş ve kendisinin ‘röportaj-öykü’ başlığıyla okurla buluşan yazılarında Zonguldak’ta işçilerle birlikte madene inerek, yerin altındaki hayatlarına tanıklık edişi, bizi çok sık ölüm haberleri aldığımız zorlu işçi dünyasına götürür. Madene inmeden önce, ocağa kendi isteği ile indiğini onayladığı kâğıdı imzalar, işçi bareti ve kıyafeti giyer ve ardından yeniden dışarıdaki oksijenle buluşacağı ana kadar onlarla birlikte olarak tanıklık ettiklerini bize an an anlatır. ‘Zonguldak’ın kara yazısı’ başlıklı bu bölümü okurken, ajanslara, haber merkezlerine çoğu zaman sadece ölüm haberleriyle düşen işçi hayatlarının birer sayıdan ibaret olmadığını iliklerinize kadar hissedersiniz.
GAZETECİ ADAYLARINA ÖĞÜTLER
Usta öykücü Adnan Özyalçıner’in gazetecilikte şu ana kadarki ayak izleri üzerindeki bu değinmeleri bağlarken, onun genç gazeteci adaylarına önerilerini de aktarmadan olmaz. “Öncelikle olayı iyi izlemek ve izledikten sonra olayı yazarken yorumunu da katarak yazmak gerekir” diyor ve ekliyor: “İyi okumaları lazım. Yalnız gazete yazıları değil, edebiyattan yararlanmaları gerekir. Öykü, şiir, roman okumaları gerekir. Yazış tarzını öğrenmeleri bakımından. Bir kültür birikimi edinmeleri lazım ki, bir olayı bütün yönleriyle görebilsinler.”
[1] Doğan Hızlan, Adnan Özyalçıner 75 yaşında, Hürriyet, 27 Nisan 2009
[2] Andan Özyalçıner, Tarihin Işıldağı, İnsancıl Yayınları, İstanbul, 1. Basım Ekim 1998, s. 7
[3] Adnan Özyalçıner, Sarsıntı, Evrensel, 6 Ekim 2019
[4] Adnan Özyalçıner, Yasak Kent Lice, Ayak İzleri, Evrensel Basım Yayın, İkinci basım 2008, s.42-43