Markiz Adaları’nda bir kabile üyesi kişisel yürekliliği sayesinde savaşta reis olabilirdi. Savaşçı’nın öldürdüğü kişilerin Mana’sını bedeninde topladığına inanılırdı. Vuruşmada galip gelen öldürdüğü düşmanının adını alırdı. Bu, düşmanının gücünün artık onun olduğunun göstergesiydi. Düşmanının Mana’sını doğrudan ele geçirebilmek için onun etinden yerdi…
Elias Canetti, Sözcüklerin Bilinci’nde Handy’nin Polinezya dini üzerine yazdığı bu kitaptan alıntıladığı hikayedeki ana fikrin, ‘ölüye üstün olma hissi’ olduğunu söylüyor. İnsanın belki kendisine bile açıklamaktan kaçındığı, derinlerde bir yerlerde sakladığı o zafer duygusu.
Meselenin can alıcı noktasını yine onun ağzından dinleyelim:
“Ölen ister onunla karşılaşanın eliyle yaşamı son bulmuş bir düşman, ister yitirilmiş bir dost olsun, her şey sanki hayatta kalanın karşısına çıkan ölümü, bir başkası kendi üstüne çekmiş gibi bir görünüm oluşturmaktadır. Hızla egemen olan duygu bu duygudur. Başlangıçtaki dehşet, bir doyuma ulaşma duygusuyla karışır. Henüz her şeyi yapabilecek olan ayakta duran insan, dimdik ayakta oluşunun bilincine hiçbir zaman bu kadar varmamıştır. Kanatları olsa, şu anda uçup gitmeyi düşünmeyecektir. Bu olgu o denli korkunçtur ve o denli apaçık ortadadır ki akla gelebilecek her türlü çareye başvurularak gizli tutulur.”
Canetti güç ve iktidarın ne olduğunu ve nelere yol açtığını anlamayı istediğimiz takdirde, gerek gücün gerekse büyüklüğün özünde yatan bu evreyi yani ‘ölümden zafer devşirme’ meselesini korkusuz ve acımasız biçimde göz önünde bulundurmanın, karşımıza bir zorunluluk olarak çıktığını söylüyor.
Ezcümle, ölen kendi olmadığı takdirde ölümler –ölen kim olursa olsun fark etmez– ister yandaşı ister düşmanı, çeşmenin başındakinin gücüne yazıyor. Yakın geçmişte olanları, şu an olmakta olanları ve yarın olacak olanları bu anlamda okumlamak zihin açıcı bir faaliyet olabilir. Tabi bu kendi hayatlarını bu derece kutsallaştıranların başkalarının ölümlerine nasıl ve neden bu kadar koşar adım gittiklerini de anlatıyor.
Peki yaralıyı, AKM’yi iyi etmek yerine, etinden her yıl birer parça koparıp akbabalar gibi tepesinde dönenerek yavaş yavaş ölmesini beklemekten umulan murat ne idi?
‘Atatürk’ mü, ‘Kültür’ mü, ‘Merkez’ mi yoksa hepsinden biraz biraz ya da hepsinden hepsi hepsi mi? Bir taşla hepsinin Mana’sını bünyeye katmak mümkün mü?
Meseleyi biraz daha oturtmak adına bir hikâye de 14. yüzyılın Delhi’sinden gelsin o vakit. Delhi Sultanı Muhammed Tuğlak, sürekli olarak geceleri kabul salonunun duvarları üzerinden atılan mektuplar bulur. Bu mektupların tam içeriği bilinmemekle birlikte sövgü ve hakaretlerle dolu olduğu söylenmektedir. Bunun üzerine Sultan, çığırtkanı aracılığıyla, üç gün içinde kentte tek insan kalmaması gerektiğini ilan eder. Çoğunluk buyruğa uysa da birkaç kişi evlerinde saklanır. Sultan kenti taratıp kalanları arattırır. Köleleri, sokakta biri topal, biri de kör iki adam bulurlar ve Sultan’ın önüne çıkarırlar. Sultan, topalın bir mancınığa konup fırlatılması, körün de Delhi’den yeni kent Daulabad’a kadar yerde sürüklenerek götürülmesi talimatını verir. O çağda bu iki kent arası yolculuk 40 gün sürmektedir. Kör adamın yol boyunca her parçası bir yerde kalır ve Daulabad’a yalnızca bir bacağı varır. Bu olay üzerine herkes varını yoğunu bırakıp Delhi’den kaçar ve kent bomboş kalır. Yıkım öyle boyutlardadır ki kentin yapılarında saraylarında ya da yöre kentlerinde bir kedi, bir köpek bile kalmaz. Bir gece sarayının damına çıkan Sultan hiçbir ateşin dumanın ve ışığın görülmediği Delhi’ye baktıktan sonra şöyle der: Şimdi artık içim rahat ve öfkem biraz yatıştı.
AKM’nin yıkılması Mana’sı, bir Sultan’ın kendi damına çıkıp öfkesini biraz olsun yatıştırma çabasıdır.
‘2013 Haziran’, Erdoğan’ın avlusuna düşen ve her satırı hâlâ aklında olan kocaman bir mektuptur.
Öfke Gezi’dir, oradaki 16 günlük büyük yenilgidir. Öfke, belki de bütün ‘kahramanlıklar’a rağmen –hay aksi– bir türlü geçilemeyen, yanından geçilemeyeceği anlaşılan Atatürk’tür, Belki de maddi-manevi tüm imkanların seferberliğine rağmen yeteri derecede, tatminkar dönüşler alınamayan ‘yerli ve milli kültür’dür. Bunca güce karşılık şehrin ‘merkez’ine hakim olamama hissidir.
O yüzden nihai amaç Taksim’i kendine göre yeniden inşa etmektir, ama her şeyden ve hepsinden önce kendi iktidarı olmayanı, kendine göre olmayanı yok etmektir. Sonrası barok olmuş, kürek olmuş çok da mühim değildir. 15 yıllık hükmetmesinin 10 yılını AKM’yi boş bırakarak geçiren bir iktidarın adamakıllı kültürel bir endişesi olduğundan bahsetmek de mümkün değildir.
Hadise bir akşam Çamlıca sırtarındaki malum dama çıkıp, karşı tarafa doğru: “Taksim benim” diyerek bağırma isteğidir. O kadar. Belki bu kendi haleti ruhiyesi içinde anlaşılabilir de bir istektir. Tarih bunun haklı, en azından doğal bir istek olduğunu gösteriyor. Hep böyle olmuş, oluyor…
İşin bize kalan yanını değerlendirmek istersek karşımıza ne çıkıyor peki?
Fernando Savater, ‘Gençlerle Politika Üzerine’ isimli kitabında şöyle diyor:
“Geçerli saydığımız nedenlerden ötürü boyun eğdiğimiz zaman toplumsalız, ama boyun eğmediğimiz, bize daha önemli görünen başka nedenlerden ötürü başkaldırdığımız zaman da toplumsalız… Çünkü politika, boyun eğme nedenleriyle başkaldırma nedenlerinin bütününden başka bir şey değildir. Böylece dönüp dolaşıp başlangıçtaki soruya geliyorum: Politika neyle uğraşır? Kime boyun eğmeliyiz, nerede boyun eğmeliyiz? Ne zamana dek ve ne niçin boyun eğmeyi sürdürmeliyiz. Doğal olarak da, ne zaman, nasıl, niçin başkaldırmalıyız?”
Bana kalırsa bu sorunun muhatabı artık daha çok yüzde 51’lik AKP seçmeni. Geri kalanın cevabı zaten belli. Zamanı onlar belirleyecek gibi gözüküyor. Canetti’nin ‘son aldanan’ olmamaları için onlara da bir tüyosu var aslında: “… Çünkü gerçek anlamda iktidar sahibinin asıl amacı hem tuhaf hem de inanılması güç bir amaçtır, o tek insan olmak ister. Kimse onun ardına kalmasın diye herkesten çok yaşamak ister…”
İlerisi de çok heyecanlı ama kitabın tamamını da buraya yazmış olmayalım. Velhasıl kelam, tek adamın yanında muhaliflere yer olmadığı gibi nihayetinde yandaşlara da yer yoktur!
Geniş zamanın damına çıkılıp bakıldığındaysa sonuç çoktan bellidir aslında: Tarihin bize ne haykırdığı çok bellidir.
Robotların bile baskı gördüğü hükümranlıklar yıkılmaya mahkûmdur. Mevzu geride kalan yıkımdır. O yüzden tüm içtenliğimle oturduğum odadan söylüyorum ki: Keşke AKM’den önce AKP yıkılsaydı da tiyatromuz bize kalsaydı, ama olmadı… Zira olayın yüzümüze yakınlığı nedeniyle hissedilen sıcaklık biraz fazla, ama bu ülke ‘arının vızıltısı’nın eksikliğini/etkisini bugün ne kadar hissediyorsa, yarın bir ampulün yanmayışını da ancak o kadar hatırlayacaktır. Esas olan halktır, halklardır…
Hadi buraya kadar geldik madem filmin sonunu da (spoiler verme riskini de göze alarak) ömrü, savaşlarla, öldürmekle geçmiş Napolyon Bonapart söylesin: “En çok neyi takdir ediyorum biliyor musun Fontanes? Gücün bir şeyi korumaya güç yetiremeyişini. Dünyada iki güçten başka güç yoktur: Kılıç ve ruh. Uzun erimde kılıç her zaman ruha yenik düşer…”
Haberi alınca hemen vedalaşmaya İstiklal’e koştum… Aziz Nesin sahnesine son kez inmek için AKM’nin yanındaki otoparkı geçtim ama girişte çapraz nöbette bir polis memuru: ‘Burası artık bir yere çıkmıyor’ dedi. Geri dönüp Gezi’ye komşu bir banka oturup yorgun binayı uzun uzun seyrettim. Hatıralarımızı anımsadım. İş çıkışı hızlıca bir şeyler yiyip oyunlara yetişmelerimizi düşündüm, kahkahalarımızı duydum. Mutluluğumuzu duyumsadım. Yeraltından Notlar’a, Bahar Noktası’na, Ful Yaprakları’na, Çayhane’ye, Yangın Duası’na ve diğerlerine teşekkürler. İki yangın ve onca badire atlattın ama öyle görünüyor ki bunu atlatamadın/atlatamayacaksın. Ruhun şad olsun AKM.
Kaynaklar:
Elias Canetti, Sözcüklerin Bilinci,
Fernando Savater Gençlerle Politika Üzerine