yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

‘ALAYINA İSYAN!’

Gerçek Edebiyat isimli internet sitesinde “Ayşegül Tözeren tipi eleştirmenlik veya edebiyatta eleştirisizliğin eleştirel tahkimi” başlıklı bir metin yayımlandı. Metin, eleştirinin nasıl olmaması gerektiğini gösteren örneklerden biri olmasından dolayı değerliydi.

Yazı, “Eleştirmen ve şair Ayşegül Tözeren,” diye başlıyor. Yani bir Ekşi Sözlük bilgisiyle… İki binli yılların başlarında görsel şiirlerim birçok ülkede sergilenmişti. Daha sonra eleştiriye yönelince, görsel şiirden uzaklaştım. Görsel şiirle ilişkimi bilen biri, Ekşi Sözlük’te benim için “şair” demiş. Gerçek Edebiyat’ta yazıyı yazan kişi de kulaktan dolma bilgiyle “şair” sıfatını kullanıvermiş. Sözün değerine inandığımdan, emin olmadığım hiçbir ifadenin yakınından geçmem. Yani, bir kişinin şiirine göz gezdirmeden, şair demem. Sağlam kaynağa dayanmayan bilgiyle cümle kurmak, metnin güvenilirliğini zedeler.

İlk paragrafta şöyle bir cümle yer alıyor: “Edebiyatımızın selfie’si gibi güncel ve kimseyi dışarıda bırakmayan bir kabullenişle teşkil edilmesi açısından da bir hayli samimi.” Bu cümle aslında, yazanın okuduğunu da anlayamadığını gösteriyor. Aşırı yoruma konu olan paragrafları aktarıyorum:

Murat Saat’in ilk öykü kitabına ilişkin edebiyat dünyası Ömer Erdem’in değerlendirme yazısı dışında suskun kaldı. Sosyal medya paylaşımları oldu yalnız… Sosyal medyadan söz açılmışken, Murat Saat’in ‘doğal olarak’ Facebook, Twitter hesabı yoktu. Kitabının çay, kahve bardaklı fotoğraflarını da, ‘Ah güzel abimin kitabı çıkmış’ gibi tükürük kokan yorumları da paylaşamazdı sayfasında… Ya da bir yazar tutup Murat Saat’in kitabını değerlendirse, sonra Murat Saat onun kitabı hakkında yazabilecek miydi? Muhtemelen, hayır! Hem çay, kahve, içki sohbetlerine de katılamazdı. Söyleşiye çağırsan gelemezdi. Dahası yazarların, yazar eş dostlarından oluşan bir ağları var. Bu da doğal. Murat’ın öyle bir ağı yoktu.

Durun, kızmayın, burada edebiyat selfisi çekiyoruz. N’oldu güzel çıkmıyor mu kimse?

Paragraflardan anlaşılabileceği üzere, hapisteki bir yazarın, dışarıdakilerin olanaklarına sahip olamadığını aktarıyorum. Bu dezavantajlı durumu yaratanın zorunlu tecrit hali olduğu kadar, sosyal medyanın imkânlarını bir pazarlama stratejisine çeviren gösteri edebiyatının hükümranlığı olduğuna işaret ediyorum ve edebiyat kamusunu da bu gerçekle, gösteri(ş) dünyasının bileşenlerinden selfi ile yüzleştiriyorum. Eleştiri yazmaya niyet etmiş birinin, bir yüzleştirmeyi “kimseyi dışarıda bırakmayan, samimi bir kabulleniş” sanması üzücü.

İkinci paragrafta, yazan, birçok yayın kuruluşunda kitabın yer bulmasını “düşündürücü” bulduktan sonra, kitabın ilk bölümünde eleştiri anlayışını tartışmaya açtığım Nurullah Ataç’la Fethi Naci’yi birbirine karıştırıyor. Yazıda geçen cümle şöyle: “Kuruculardan, hatta kurucu diyebileceğimiz Fethi Naci ve ardıllarından yola çıkarak, bu çizginin yapıttan ziyade dil eleştirisi üzerinden şekillendiğini; buna mensup olanların, edebiyat öğretmeni titizliğiyle, eserlerdeki anlatım bozukluğu, yazım yanlışlarının tespiti ile yetinerek, asıl amacı göz ardı ettiklerini söylüyor.” Kitapta yer alan ifadeyse şöyle: “Türkçe eleştiriye katkı sağlamakla birlikte, Öztürkçeci eleştirinin önde gelen kaleminin Fethi Naci olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Yanı sıra, bir eleştiri kanonundan söz edilecekse, öncülünün yani Nurullah Ataç eleştirisinin ve ardılının da bulunduğu açıktır. Yapıt eleştirisine evrilememiş dil eleştirisi, ‘dil’in asıl mecrasından koparılarak araçsallaştırılması, dil adına yapılan eleştirilerin ‘üslûp’ ve dilin ardında barındırdığı bir ‘kültür taşıyıcısı’ rolü ile ilgili olmayıp tamamen dilin şekilselliği olan gramatik yönüne odaklanılmış olması olarak ifade edilebilir.” Yani kurucudan söz edilecekse, o eleştirmen Nurullah Ataç’tır, ardılı da Fethi Naci’dir.

Yazının başlarından yine aktarıyorum: “Tözeren’in, Hüseyin Cöntürk’ten mülhem bugüne taşıdığı bu tartışma, bir yanıyla dil devrimi yapmaya çalışan genç Cumhuriyet’in kültür politikalarına negatif göndermeler taşırken; öte yandan dilin kötü, anlatının ‘iyi’ olabileceğine göz kırpan postmodern teorilere de olumlu anlamda kapı aralıyor.

Edebiyatta Eleştirinin Özeleştirisi’nin hiçbir bölümünde dil özensiz olabilir gibi bir ima yer almıyor, ancak yer alıyormuş gibi bir ifade kullanılmış. Hemen ardından “Türkiye edebiyatı” ifadesini kullanmamdan rahatsızlığını belirtmeye çalışıyor. Ben “Türkiye edebiyatı” ya da “Türkçe edebiyat” kavramlarını kullanırken, kimseye herhangi bir dayatmada bulunmuyorum. Sadece İrlanda’da Ermeni bir yazar Türkçe yazdığında başını sokabileceği bir çatı örmeye çalışıyorum. Yanı sıra, ‘Türk edebiyatı’nı kullanmayı tercih edenler, bunu dayatıyorlar. Dayatma ve tek tipleştirmeye çalışmak edebiyatın ruhuyla hiçbir zaman bağdaşmaz. Ayrıca yazıyı yazan, Öztürkçeci bir tavır göstermeye çalışırken, zayıf metnini süslemek için Türkçe karşılığı kolayca bulunabilecek sözcükleri, eski dildeki biçimiyle kullanıp duruyor: Tahkim, alaka, mensup, tespit, mülhem, teşkil…

Seksenler dönemi öyküsünden söz ettiğim bölümle ilgili şu yorum yer alıyor: “İçe dönüklüğü, anlamın yitişini, kapalılığı üstünkörü eleştirdikten sonra her nasılsa, bunların yoğun biçimde sızmış olduğu Murathan Mungan metinlerine övgüye yöneliyor. İktidarın politik baskılarını, sadece beden, kadınlık, erkeklik üzerinden bir takım metaforlarla eserlerinde işleyen Mungan, Tözeren’in, toplumcu estetiği yitirmeyen Feride Çiçekoğlu ile birlikte, makbul iki yazarından biri oluveriyor.

Postmodernist edebiyat anlayışı, yazar tarafından, üzeri örtülü biçimde olumlanmaya devam ediyor.” Mesela içe dönüklüğü, anlamın yitişini, kapalılığı “üstünkörü” şöyle eleştiriyorum:

Yazıda, 80 kuşağı öykücülerinin, daha çok, okurla ilk temas ettikleri yıllar ele alındı. Ancak, 90 sonrasında hem radikal sağ popülizmin hem de onu besleyen medyanın etkisiyle, edebiyatta, ‘anlaşılmak, kabul görmek ve görünmek’ fiillerine ilişkin bir arzu artışından söz etmek gerekir. 1980 sonrası edebiyata yönelik kapalı ve yoğun anlatım eleştirilerinin olduğu düşünülürse, meselenin ‘anlaşılmak’ noktasında düğümlendiği söylenebilir. Edebiyatçı için, en acı olan, ‘anlaşılmak için kitsch’e başvurma’ tuzağına düşmektir. Kitsch’de, ‘hayali bir deneyim’den beslenen, ‘bombardıman halinde bir imge üretimi’ vardır, o kadar çok tekrarlanmıştır ki alışılmıştır, alımlayıcıda ‘ilgisiz bir içtenlik’ üretir, bundan dolayı kavramların içini boşaltır. Buna örnek olarak, okurun hüzün sözcüğüyle yapılmış sayısız söz oyununa maruz kalmasının ardından, sözcüğe yabancılaşması verilebilir. Bir diğer tuzak, bu imge bombardımanını dil işçiliği ile karıştırmaktır.

Yazar, ‘bir boşluğa baktım, sokağa değil!’ der. Boşluk ve ötesini düşündüğümüzde, boşluk, 80 öncesinde hareketli olan sokakların 80 sonrasındaki sessizliği midir? Yoksa yazar için ‘bomboş sokak’, kendi dilini kurmaya hazırlandığı boş, beyaz bir kâğıt mıdır? 80 öyküsünde, karakterler, genellikle bomboş sokakları seyrederler, ‘yaşamak bir korku’dur onlar için, gönüllerince gezemezler, hep ‘başkalarının deneyimini yaşamak’ zorunda bırakılmışlardır. Karakterler, yaşamı, camın ardından izlemeye yazgılı gibidirler, algıları – mış gibi yaşamaya ayarlıdır, ‘duyduklarını’ aktarırlar. Bundan dolayı, öykülerin birçoğunda tanrısal anlatım hâkimdir, öykü karakteri ‘O’dur. Orada bir yaşam vardır belirsiz bir uzamda, gitmesek de, görmesek de.

Mungan’ın metafor seçimine karıştığı sözlerle ilgili tek yorum yapılabilir: “Yazar istediği metaforu kullanır, yazarın seçimine kim karışabilir, edebiyat jandarması mısın?” Yazı boyunca yazan tarafından postmodern anlayışla yazıldığı düşünülen eserler de damgalanmış, ancak postmodernizm tanımlamasının en önemli özelliklerinden biri olduğunu söyleyebileceğimiz metni sorunsallaştırmak neden kötü bi’şey, anlatılmamış. Özcesi, yazıda postmodern roman trafik canavarı gibi, kötü edebiyata neden oluyor ama ne olduğu belli değil. Bu bölümün ardından “doğrudan alıyorum” diye başlayan bir bölüm var, sanki kitaptan bire bir, “doğrudan” alıntı yapılmış gibi. Hâlbuki bu bire bir alıntı değil, kendi anladığını benim ağzımdan gibi yazmış. Tekrar ediyorum, eleştiri güvenilir olduğunda değerlidir.

Hapiste yazanların metinlerine ilişkin yazılarımı bir araya getirdiğim bölümün başlığı olan “Müebbet Edebiyatı”na yönelik, Gerçek Edebiyat’ta çıkan yazıda yer alanlara eleştiri diyemiyorum, “edebiyat içre ihbarcılık” ifadesinin daha uygun olduğunu düşünüyorum. Kitabı büyük bir dikkatsizlik içinde okuyarak, yazmış olduğunu alıntılarla daha önce de ifade etmeye çalıştım. Gerçek Edebiyat’ta şöyle yazıyor: “Diyarbakır’da duyduğu ve çok çok hoşuna giden ‘müebbet edebiyatı’”, oysa kitapta şöyle söz ediyorum: “Urfa’ya doğru yola çıkmıştım. Orada, yerel yayınevlerinden çıkan kitapları incelerken, kulağıma iki sözcük çalındı: ‘Müebbet Edebiyatı’.” Tabii, Urfa ile Diyarbakır’ın ne farkı var ki, yazan için! Müebbet Edebiyatı bölümünde sicile bakmadığımı, hapiste yazılan metinlerin edebi karakterine odaklandığımı yazıyorum ve edebi ölçütlere göre değerlendirmede bulunuyorum. Yazarların sicillerine bakarak okuyacaksak, kalemi eline almadan herkesin GBT’sine de bakalım. Dahası, Edebiyatta Eleştirinin Özeleştirisi’nin künyesindeki editör de uzun yıllar mahsus mahallerde kalmış bir şairdir. Mesela, yazıyı yazan bilir mi bilinmez, vahşi kapitalizmin sonuçlarından biri, hapishanelerin fabrikaya dönüştürülmesi fikridir. Birçok ülkede, tecritteki insanlar bilgisayar, cep telefonu parçalarının üretiminde kullanılıyor. Mahpusun yaptığı bilgisayarı, cep telefonunu kullanırken, hangi sebepten içeride olduğundan rahatsızlık duyma, ama edebiyat yapmaya kalktığında karşı çık, ne güzel, “For Profit Prison okey” demek ki.

Gerçek Edebiyat’ta, Edebiyatta Eleştirinin Özeleştirisi’ni eleştiren kişi, Gezi ruhunu da olumsuzlamış: “O dönemki duvar yazılarının edebiyatı zorladığını ve artık bir şeylerin değişmesi gerektiğini söyleyen Tözeren, o duvar yazılarındaki apolitik ironiyi, solun geleneksel değerlerinin tahrifini falan elbette umursamıyor.” Gezi’deki duvar yazılarını ya görmemiş ya da yine okuduğunu anlayamıyor. Üzgünüm, ironiden anlamayan nesle aşina değiliz. Örneğin göstericilere sıkılan biber gazı ile ilgili ironik duvar yazılarının neresi apolitiktir bunu da anlamak kolay değil. Ardından “çetevari yayınevlerinin üzerimize boca ettiği” yazarlar ifadesini kullanarak, iki binler kuşağında sözünü ettiğim bazı yazarları saymaya başlıyor. Yazarların ismini sayarken de özensizlik göze çarpıyor. Bahri Vardarlılar’ın ismi Bedri Vardarlılar olarak geçiyor ki ismini saydığı yazarlar billboardlarda kitapları tanıtılan çok satarlardan filan da değil. Ayrıca yazıda, risk almadığım, yazılı. Ne kadar ironik ki, şu satırları yazdığım yazıya değinme cesaretini bile gösterememiş biri “risk almadığımı” yazıyor:

(…) liberallerle muhafazakârlar ikiz kadar benzer olmasa da bir anlamda akrabadırlar. Her ikisi de mülkiyetten yanadır. Bundan dolayı Türkiye’ye özgü bir liberalizm anlayışına sahip bir eleştiri yazarı olarak tanımlanabilecek olan Semih Gümüş, kendi dergisinin yolunuzun üzerinde olduğunu, muhakkak almanız gerektiğini söyler, dergisinin bir önceki sayıya göre yüzde 2-3 daha çok basılmasıyla övünür, bunu okurla paylaşır, ama sadece “kendi” dergisinden bahseder. Kendi yaratıcı yazarlık kitabını pazarlarken ıssız bir adaya düşerseniz yanınıza mutlaka almanız gereken bir kılavuz kitap olduğunu söylemek gibi yaratıcı bir yol seçer. Mülkiyet, kendisine ait olan, esastır. Muhafazakâr iktidarlar için liberaller yıkıcı bir işlev görmezler, her zaman düzelticidirler. Bu yüzden liberal zihniyet için eleştiri pratiği bir direniş biçimi değildir. Muhafazakâr bir hükümete durmaksızın sosyal medyada önerilerde bulunan bu liberal eleştiri yazarını görürseniz şaşırmayın.

Yine kitaptan alıntı yapıyorum:

Yaşama dokunmayan bir eleştiri metni, yaşamdaki pürüzleri fark edemeyeceğinden sahici bir eleştiriye yelken açamaz. Otoriterliğin tuzağına düşmek, bu yüzden tehlikelidir. Üst bakışla yaşamın detaylarını, kenarlarını göremezsiniz. İşte o zaman, Ömer Lekesiz ya da Semih Gümüş olmak fark etmez. Ama ütopyasını öldürmeyenler için hep bir ihtimal daha var. O da özlenen, biat kültüründen uzaktaki edebiyat eleştirisidir.

Eleştiri, düzene karşı bir direniş biçimidir.

Bu yüzden çArşı ruhuyla söylemek gerekirse, ‘alayına isyan!’”

Gerçek Edebiyat’ta çıkan yazıda “ucuzluğu herkesin malumu Ali Lidar’a sayfalar ayırıyor,” derken övmüşüm gibi gösteriyor, Ot, Kafa gibi tek ve çift heceli çok satar dergileri eleştirmediğimden yakınıyor. Oysa Ali Lidar yazısında bu dergilerdeki anlayışı “toplumcu gerçekçi şiirin parodisi olarak aforizmatik metinler” başlığı altında eleştiriyorum. Sanıyorum bu anlayışı eleştirirken, benim kadar eli ağır olan da azdır:

Baudrillard’dan devam edilirse, tüm temsil ve karşı temsil modellerinin göklere çıkarılışı, tam bir orjidir; büyüme ve büyüme krizinin orjisidir. Ali Lidar’ın yazdığı gibi aforizmatik metinlerin bittiği bu yerde, tam da şiir başlamalıdır.

Evet, orji bitti, mahalle abilerinin dilinden, aforizmalarından sıkıldık… Şimdi ne yapacağız?

Gülümseyin, çektim.

Yazı, aslında suya sabuna dokunmamaya dikkat ediyor. Mesela, önemle ele aldığım “edebiyatın tokileşmesi” kavramına da değinemiyor. Eleştirilebilecek daha çok bölüm var, ancak metni tekrar buraya kopyalamak istemiyorum, o nedenle, sonundaki birbiri ardına sıralanmış bağlamsız cümlelere geçiyorum:

Yazar, sosyal medya paylaşımlarında, kendisini hiç ilgilendirmediği halde Cumhuriyet gazetesini ele geçiren liberal grubun tasfiye edilmesine üzülüp kızıyor; ama Varlık ile yeni e.’nin yer yer benzeşmesinden rahatsız olmuyor. Zaten yitip gitmekte olan edebiyatımızın kara deliği haline gelen Ot, Kafa, Bavul’dan tek cümleyle bahsetmiyor.

Cumhuriyet, Varlık, Yeni e, nedense, aynı cümlede yer alıyor!? Oysa kitapta bir karşılaştırma ya da benzetmeye gitmedim bu konuda. Ardından da Ot, Kafa, Bavul’a atlıyor. Cumhuriyet gazetesi ile ilgili görüşlerimin, eleştiri kitabımdaki metinlere ilişkin nasıl bir bağlayıcılığı var? Burada bir çeşit, “argumentum ad hominem” örneği bulunuyor. Yani, kişinin argümanına değil şahsına yönelerek eleştirme hareketi.  Bir sonraki cümle, “ama eleştirmenin saçları da siyah,” diye yazılsa şaşırmam.

Bu yazı ve benzerlerinin, sanki sol edebiyat bir ihale biçimiymiş gibi, biz aldık, tapusu bizdedir, tonundaki üslubunu umursamıyorum. Her türlü erk, kültür dünyasına böyle ayar vermeye çalışıyorsa da cevabımı, yazıya da alıntıladığım bir ifadeyle vereyim: “Alayına isyan!

Ayşegül Tözeren
diğer yazıları