Naomi Klein, daha sonra bir belgesele de konu olan İşte Bu Her Şeyi Değiştirir[1] kitabında küresel ısınmanın, kapitalizmin sonunu getireceğine dair bir tez ortaya koyar. Endüstrileşmiş ülkelerin yarattığı kirlilikten en çok az gelişmiş ülkelerin etkilendiğini, özellikle Asya ve Afrika’daki birçok doğal alanın bu yüzden yok olduğunu anlatır. Doğal alanların hızla yok olması nedeniyle dünyanın birçok ülkesinde mikro direniş alanlarının açıldığından bahseder ve iklim krizinin yarattığı toplumsal tepkide devrimci bir potansiyel görür.
Ekoloji mücadelesinin başlamasıyla, 2. Dünya Savaşı’nın ardından ortaya çıkan kimlik mücadelelerin açtığı mikro direniş alanlarına bir yenisi eklendi. Kadınların, eşcinsellerin, dünyanın dört bir yanında baskı altına alınan birçok etnik kimliğin verdiği varoluş mücadelesi verilen mücadelenin sadece kapitalizme değil, erkek egemen kapitalist düzene karşı da olması gerektiğini gösterdi. Günümüzde gelinen noktada ise, yaşam alanlarının ve doğanın korunması için verilen mücadele en az toplumsal varoluş mücadelesi kadar büyük bir önem teşkil ediyor.
Sınıf mücadelesinin yanı sıra, kimlik mücadelesiyle de sürdürülen direniş hattında açılan ekoloji mücadelesi, hayvan hakları mücadelesini de kapsamaya başladı. Toplumsal alandaki sömürü ilişkisinin insan merkezci olmayan bir perspektiften tartışılmaya başlandığı bir döneme girdiğimiz söylenebilir. Doğa ve hayvanlarla kurulan sömürü ilişkisini söküme uğratmadan, ütopyacı düşünceyi sadece toplumsal hayatı, kültürel alanı düzenlemek üzerinden inşa etmek gerçekten mümkün mü?
Sadece toprağı, ormanları değil hayvanları da yok eden, onları soframıza bir tüketim nesnesi olarak getiren bu düzenin içinden her türlü sömürüyü söküp atmadan gerçekten bu gezegeni yaşayan her canlı için adil ve eşit bir yer haline getirdiğimize inanabilecek miyiz? Hayvanlar için de direnmek mücadelenin organik bir parçası haline gelemez mi? Dünya üzerindeki en büyük sömürü mekanizmalarından, en büyük endüstrilerden biri olan hayvancılık sektörünün ürünlerinden arınarak yaşamak mümkün değil mi? Sömürüyü topyekün herkes ve her şey için sona erdirmek için verilecek mücadelenin içinde devrimci bir potansiyel olduğunu görmezden mi geliyoruz? Gezegende, petrol endüstrisinden daha fazla karbon ayak izi bırakan hayvancılık endüstrisinin küresel ısınmanın en önemli nedeni olduğu gerçeğiyle neden yüzleşemiyoruz? Hayvancılık endüstrisine karşı mücadele etmeden ekoloji mücadelesini yürütemeyeceğimizin farkında mıyız?
BİR META OLARAK HAYVAN BEDENİ
Gündelik hayatımızda, ihtiyacımız olmayan birçok metayı tüketmeyi reddederken, yaratılan yeni ihtiyaçların yapaylığını eleştirirken, hayvan etinin bir ihtiyaç olmadığını, hayvansal ürünlere gereksinim duymadan yaşayabileceğimiz gerçeğini tartışmayı başlamanın tam zamanı belki de. Kafeslerde işkence görerek öldürülmek üzere yetiştirilen, parçalara bölünüp, paketlenip önümüze herhangi bir nesne gibi getirilen hayvan etinin, mezbahadan tabağımıza uzanan yolculuğuna yabancılaşamıyoruz. Hayvancılık sektörüne karşı geliştireceğimiz tutum, memelilerin, kuşların ve balıkların yaşam hakkının yanında kendi yaşam hakkımız, sağlımız için de belirleyici bir özelliğe sahip.
Hayvan bedenini ve hayvan ürünlerini tüketmeyi reddetmek, sadece hayvanların değil insan bedeninin de tamamen özgürleşmesine vesile olacak. Bizi türlü hastalığa mahkum eden, bedensel olarak işlevsiz hale getirme potansiyeline sahip normatif beslenme biçiminin birçok sağlık sorununa yol açtığı biliniyor. Kırmızı et tüketimi kolesterol, kalp ve damar hastalıkları, kanser gibi birçok ölümcül hastalığın en önemli nedenleri arasında yer alıyor. Daha sağlıklı olduğu iddia edilen tavuk eti ise oldukça kötü şartlarda, birçok kimyasal madde kullanılarak yetiştirilen tavuklardan elde ediliyor. Yine tüketilmesi önerilen balıklar ise, denizlerdeki plastik atıkları besin zannedip yedikleri için, bedenlerinde mikro düzeyde plastik parçaları taşıyorlar. Kısa bir süre sonra bütün balıkların bedenlerinde plastiğin gözlemleneceği söyleniyor.
Hayvan etinin yanında hayvan ürünleriyle kurduğumuz ilişki de oldukça sorunlu. Özellikle süt ve süt ürünlerinin insan bedeni için ne kadar yanlış besinler olduğu birçok araştırmada kanıtlanmış durumda. Başka bir memeli bebeğin ihtiyacı olan bir besinin insanlara uygun olmadığını, dünya nüfusunun yüzde 65’inde laktoz intoleransı görülmesinden de anlayabiliyoruz. Türkiye’nin de içinde bulunduğu geniş bir coğrafyada süt ve süt ürünleri tüketilirken, dünyanın başka bir ucunda binlerce yıldır bu ürünleri kullanmadan hayatta kalan halklar mevcut. Örneğin Çin, Kore, Japonya ve Güneydoğu Asya ülkelerinin mutfaklarında mandıra ürünleri yer almıyor.
PEKİ, NE YİYECEĞİZ?
İnsanın sağlıklı bir yaşam sürmesi için gerekli olan proteini hızlı ve kolay yoldan almasını sağlayan hayvan eti ve hayvan ürünlerini diyetimizden tamamen çıkarmak hiç de zor değil. Özellikle şehirlerde yaşayan herkes, yüksek besin değerine, yüksek protein oranına sahip sebzelere kolayca ulaşabiliyor. Bakliyatlar, yeşil yapraklı bitkiler yüksek protein oranına sahip yiyecekler. Artık hemen her markette bulunan kinoa ise, Güney Amerika’daki yerli halkların yüzyıllardır tükettiği yüksek protein kaynağına sahip önemli bir besin. Kinoanın en önemli özelliği, kırmızı etten daha fazla çeşit aminoasite sahip olduğu için etten daha zengin bir protein kaynağı olması.
Diğer yandan hayvan etinden vazgeçmekte zorlanabilecekler için soya fasulyesi kullanılarak üretilen et benzeri birçok vegan ürüne de ulaşmak mümkün. Fakat tıpkı mısır gibi, hayvan yemi olarak kullanıldığı için çok fazla ve hızlı bir şekilde üretilen soya genetiğiyle oynanmış bir besin. Bu yüzden soya tabanlı yiyeceklerin ne kadar sağlıklı olduğu önemli bir tartışma konusu.
Diğer yandan veganlar için özel olarak hazırlanan bu ürünlerin de aslında yeni gelişmekte olan bir pazar segmentine yapay ihtiyaçlar yarattığı söylenebilir. Fakat Türkiye gibi birçok bitki ve bakliyata kolayca erişilebilinen, neredeyse her esnaf lokantasında vegan ürün bulabileceğimiz bir ülkede sağlık ve ucuza mal olan bir vegan beslenme düzeni oturtmak oldukça kolay. Bin bir çeşit besinin yer aldığı bitkiler aleminde, yiyeceklerin besin değerlerine dikkat ederek vegan bir diyete geçmek, büyük bir sömürü mekanizmasını parçası olmayı reddetmek anlamına geliyor. Bize dayatılan bu toplumsal ve ekonomik düzeni her bir zerresine kadar nasıl reddediyorsak, bize öğretilen normatif beslenme biçimini reddederek, sömürüyü yaşam alanımızın her noktasından çıkararak başka bir dünyayı belki de bu şekilde hayal etmeye başlayabiliriz.
[1] Naomi Klein, İşte Bu Her Şeyi Değiştirir, Çev: Osman Akınhay, Agora Kitaplığı, 1. Basım 2015.