yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

Altın Portakal’dan Notlar #3

Antalya Altın Portakal Film Festivali Ulusal Uzun Metraj Film Yarışmasında sona yaklaşırken yarışma filmlerinden yedisini daha bu yazıda ele alacağız.

İlk uzun metraj filmi Acı Kahve ile festivalde yer alan Soner Sert, filmde evlenmek isteyen iki gencin ailelerinin bir araya geldiği geceyi anlatıyor. Halk arasında “kız isteme” olarak da geçen bu tanışma faslına odaklanan Acı Kahve, küçük burjuva iki ailenin ve onun bireylerinin bazı iki yüzlü hallerine odaklanıyor. Yönetmen Sert, müteahhitlik yapan bir aile ile polis emeklisi bir aileyi yan yana getiriyor.

Film zaten tek bir günde ve mekanda geçiyor. Filmin ilk anlarından itibaren birbirini tanımayan iki ailenin karşılaşmaları ya da ne yapacaklarını bilemedikleri o küçük anlar, son derece güzel anlatılmış. Zaten söyleşide Soner Sert, 58 tane kuzeni olduğunu ve bunların çok büyük bir bölümünün bu tür anlarına şahitlik ettiğini söylemişti. Bu gözlemlerden bir hayli deneyim elde ettiğini de anlıyoruz. Film asıl olarak evlenecek çiftimizden Gizem’in Mesut’la ilgili o geceye kadar bilmediği bir gerçeği öğrenmesinden sonra tepetakla oluşunu dert ediyor. Mesut’un yıllar önce bir kişinin ölümüne sebep olduğunu öğrenen Gizem evlenmek istemediğini söylüyor. Bundan sonrasında olay ailelerin verdiği tepkiler üzerinden şekilleniyor. Nazan Kesal’ın canlandırdığı Birgül karakteri kızının daha güzel bir yuvaya sahip olması için durumları kendilerinden daha iyi olan bu aileye gelin gitmesini istiyor. Gizem’in babası Ekrem Bey bu olay öğrenildikten sonra başta diretse de bir süre sonra o da bu kervana katılıyor. Şunu belirtmek istiyorum babanın aileye tutumu konusunda bir çatışma yaratılıyor; ama bu çatışmanın kısa tutulması ve kızın babasının hızlı ikna olması bir yerde seyirciyi ikna etmiyor. Sonuç olarak birçok karakter üzerinden ahlaki ikilemleri sorguluyor yönetmen. Filmin bir tanışma gecesini anlatması ve buradan yola çıkarak ahlaki ikilem yaratması da ilginç ve güzel. Birçok sahnede de karakterlerin bu ikilem çatışması izleyiciyi güldürüyor. Güldürmek için karikatür karakterler yaratmaması güzel ama bazı oyuncuların rolleriyle çok hemhal olmaması filmin en aksayan yönlerinden biri olarak karşımıza çıkıyor. Soner Sert ilk kurmaca uzun metrajında ahlaki ikilem mevzusunu güzel bir yerinden tutuyor ve yakalıyor; fakat filmde, bana kalırsa, gerilim dozunun daha hissedilir olması gerekirdi.

YOL VE YÜZLEŞME
Ümran Safter’in Seni Bıraktığım Yerdeyim filmi ise hem bir yol hem de yüzleşmeyi konu alıyor. Damla Sönmez’in canlandırdığı Nihan, kardeşinin intiharı üzerine ağabeyi, kardeşinin arkadaşı Mustafa ve eniştesi Salim ile birlikte morgdan sonra yola çıkıp cenazeyi kendi köylerine götürüyor.

Film boyunca Nihan’ın kardeşinin intiharını anlamlandırmaya çalışmasını bir dış ses olarak dinliyoruz. Ardında herhangi bir not ya da mektup bırakmayan kardeşi Ercüment’in neden hayatına son verdiğini anlamaya çalışan Nihan’ın da hayata dair sorgulamaları oluyor bu dinlediğimiz dış ses. Yol boyunca Nihan sadece bu anlama çabasıyla ya da kardeşini kaybetmenin acısıyla çatışmıyor. Eniştesi Salim ile ya da ağabeyi ile sürekli çatışma içinde öfkeli bir karakter var karşımızda. Hatta ağabeyi onun bencil olduğunu, tek acı çekenin o olmadığını söyleyip duruyor kendisine. Fakat Nihan bir yandan cenazeye dair yapılması gerekenleri halletmeye çalışıp diğer yandan yol boyunca kardeşini anlamaya çalışan bir sorgulama içine giriyor.
Film intihar etmiş bir karakterin geride bıraktıklarını anlatıyor. Kardeşinin son aramasına dönmemiş, keşkeler ve pişmanlıklar çeken bir karakter Nihan’a odaklanıyor. Fakat bu pişmanlığı bizim doğrudan filmden anlamamıza müsaade etmiyor yönetmen. Nihan’a anlattırmayı tercih ediyor. O yüzden dış sesin filme çok fazla girdiğini belirtmek lazım. Fonda daha şiirsel konuşan bir karakter dinliyoruz ama bazen hayatın akışında da diyaloglar fazla ruhsuz kalıyor. Ama şunu belirtmekte fayda var, en canlı karakterlerden biri Salim enişte. Muhafazakar, taşralı bir prototipten ziyade karaktere dönüşüyor yol boyunca o çatışma dinamiği içinde.

STOCKHOLM MÜ BERLİN Mİ?
Yönetmen Neco Çelik’in filmi Sevgili Katilim Berlin, annesini kaybedip işinden de olunca kendini öldürmek isteyen ve bunun için de kiralık katil tutan Jacky’nin hikayesini anlatıyor. Bu kısa özet ilk etapta kare komedi için biçilmiş bir kaftan gibi duruyor fakat yönetmen çok da bu yola sapmıyor. Burada da Jacky’nin dış sesini dinliyoruz bol bol.
Hayata karşı umutsuz olan bu kadın, kiralık katil tuttuğu andan itibaren ise kendi katiline aşık oluyor. Tabii onun tuttuğu katil olduğunu bilmiyor. Olaylar o kadar hızlı gelişiyor ki Jacky, katili Cello’ya en son “benden ne istiyorsun?” diye soruyor gerçeği öğrendiğinde. Bir anda görüp aşık olduğu, ölmek üzereyken bundan vazgeçmesine sebep olan kişiye bunu sormak ilk etapta niyeyse aklına gelmiyor. Filmde hem müzik hem de sinema tekniği açısından birçok şey başarılı. Fakat ne konunun akışı ne de hikayenin örgüsü tam olarak kafada oturmuyor. Başta dediğim gibi kara komedi olabilecek tüm unsurları barındırırken ciddi bir hikaye anlatmaya soyunuyor; ama bu defa bunun unsurlarını sağlayamıyor…

SEVİNCİMİZİ BİLE ELİMİZDEN ALMAYA ÇALIŞAN BURJUVALAR
Yarışmada izlediğimiz filmlerden biri de Ümit Ünal’ın Evcilik filmi. Film Ege kıyılarındaki butik bir otele gelen çift, Fırat ve Filiz’in Evcilik adlı bu otele geldikten sonra başına gelenleri anlatıyor. Otelin esas sahibi hastanede yattığı için başka rezervasyon alınmıyor ve de oteldeki tek çift onlar oluyor. Onlar dışında oteli işleten Özkan ve yaşı ondan hayli küçük karısı Aysun ile kalıyorlar otelde.
Film hayatlarından sıkılmış Fırat ve Filiz’in sırf görevmiş gibi bir tatil yaşadıklarını daha ilk baştan hissettiriyor. Bu sahil köyünde karşılaştıkları Özkan ve Aysun ise onlara nazaran daha hayat dolu, birbirlerine takma isimlerle Kınalı ve Duman diye hitap eden, deyim yerindeyse yaşam sevinçlerini kaybetmemiş bir çift. Filiz, Duman ve Kınalı’nın tutkulu bir sevişmesine tanık olduktan sonra bunu eşi Fırat’a anlatıyor. Misafir olan bu çift kendi aralarındaki tutkuyu artırmak için birbirlerine Duman ve Kınalı diye seslenmeye ve aralarında bir oyun oynamaya başlıyor. Bu oyunun bir süre sonra tesadüfler sonrası ortaya çıkması ise bu dört kişi arasında gerilimi artırıyor.
Yönetmen Ümit Ünal, iki farklı çifti karşılaştırdığı bu filmde sınıfsal bir denklem kuruyor. Her şeye sahip küçük burjuva bir çiftin, hiçbir şeye sahip olmayan ama mutlu iki köylünün elindekini bile almaya çalışması gibi bir çatışma denklemi bu. Film sonrası söyleşide Özkan karakterini canlandıran ve aynı zamanda filmin yapımcısı da olan Nejat İşler, “Bu burjuvalar her şeyi elimizden almaya çalışıyor ya işte film tam olarak bunu anlatıyor. Sevincimizi bile almaya çalışıyorlar” diye tarif ediyordu filmdeki bu denklemi.

Ben bu anlamda kurulan denklemi son derece güzel buldum. Bu küçük burjuvaların sınıfsal konumlarından kaynaklı her şeyi yapabilme yetkisine kendilerinde görmeleri; ama bir şekilde karikatürize olmaları sahip oldukları tek ahlaki norm olarak çok iyi resmedilmişti.Bunun dışında filmde rüyalarla kurulan bir gerilim vardı. Yönetmen Ünal bu gerilimi normal hayata bu küçük oyunun ortaya çıkması olarak taşımış. Fakat rüyalardaki gerilim filmin geneline sirayet etse bence daha farklı bir anlatım ortaya çıkabilirdi. Yine de sakin ve güzel bir kıyı köyünde yaşanan bu ilginç olay hikayesi bakımından dikkat çekici.

ÇABASIZ BİR ADAMIN HİKAYESİ
Yönetmenliğini senaristliğini ve hatta başrol oyunculuğunu da Selim Evci’nin yaptığı Savrulan Zaman, tıpkı Evcilik gibi yarışmada beğendiğim bir diğer yapım. Savrulan Zaman bir karakter hikayesi. Evci’nin canlandırdığı Alper karakterinin etrafında yaşananları izliyoruz. Alper Kendi işinin patronu, henüz evlenmemiş, 7 yıllık ilişkisi olan kız arkadaşıyla henüz tüm bağlarını koparmamış, çabasızca bir yaşamın içinde sürüklenen biri.

Filmde ilk olarak iş yerinde bir çalışanın sağlık sorunu yaşaması, ardından Alper’in sağlık sorunu yaşayan elemanının eşi ile olan ilişkisini izliyoruz. Alper annesi hatta evine temizlikçi olarak gelen kadının bile evlenmesini beklediği, kırklı yaşlarına gelen bekar bir erkek. Ama Alper kendinden beklenenin aksine evliliğe dair bir çaba harcamıyor ya da böyle bir isteği yok. O yüzden onu sürekli değişen arkadaş gruplarıyla çeşitli aktivitelerde görüyoruz. Alper yaşamını idame ettiren ama çok da yön vermeyen biri.

Savrulan Zaman modern erkeğin ya da kadının toplumsal ilişkileri eskisi gibi yaşamayan, siyah ya da beyaz tarafı seçmeyen, gri alanlarda dolaşan hallerini gösteriyor. Diyalogların son derece sade, gerçekçi ve hatta oyunculuğun da başarılı olduğu Savrulan Zaman bana kalırsa “kılçıksız” bir film. Bir karakteri etrafındakilerle birlikte ete kemiğe büründüren bir yapım…

SESSİZLİĞİN İÇİNDE GÜÇLÜ OYUNCULUKLAR
Antalya Altın Portakal Film Festivali uzun metraj filmi yarışmasındaki son iki film, iki kadın yönetmenin iki genç kızı anlattığı hikayeyi konu alıyor.

Ayçıl Yeltan’ın Fidan filminde annesi hasta olan 13 yaşındaki Fidan’ı ve onun evdeki kasvetli ruh hali içinde kendi hayalini yaşama özlemini izliyoruz. Anneleri hasta olduğu için babaannesi ile amcasının eşi olan yengesi tarafından bakılan Fidan ve erkek kardeşi, tüm evle birlikte annesinin malum sonunu bekliyor. Fakat kamyon şoförlüğü yapan babası Emir, eşinin hastalığını kabullenememekte ve gittikçe kendi kabuğuna çekilmektedir. İşte tüm bu kasvetli ortamda Fidan’ın okulda son derece başarılı olduğunu görüyoruz. Fidan sessizce Anadolu lisesi sınavlarına girip ileride doktor olma hayali içinde kendi gerçeğini yaşıyor.

Filmi ilginç kılan şeylerden bir tanesi Leyla Smyrna Cabas’ın canlandırdığı Fidan karakterinin film boyunca hiçbir şekilde konuşmaması. İlk oyunculuk deneyimine rağmen hem oyuncu yönetmenliği hem de performans açısından belli bir çıtayı yakalıyor. Fidan neredeyse mimikleriyle oynuyor. Onun kendisini tüm bu atmosferde ne kadar çaresiz hissettiğini seyirciye geçiriyor. Filmin genelinde de zaten çok fazla diyalog yok. Konu itibariyle evin annesinin ölümünü bekleyen ve bunu farklı farklı yaşayan bireyler var zaten. Ama yönetmen Ayçalı Yeltan esas meselesinin kız çocuklarının okuması olduğunu söylüyor. Bu anlamda yenge ya da babaannede de bir dayanışma var. Fidan teknik olarak diyaloğu az olduğu için sessiz bir film. Ama oyunculuklarla birlikte bu sessizliği absorbe edebiliyor.

KENDİ DÜZENİ İÇİN…
Belkıs Bayrak’ın çektiği Gülizar da genç bir kadının hikayesi. Evlenmek için Türkiye’den Kosova’ya giden Gülizar, oradaki bir mola yerinde saldırıya uğruyor. Sonrasında Gülizar, evleneceği adamla buluşup bu saldırıyı saklasa da bir şekilde olaylar ortaya çıkıyor.

Gülizar ilk olarak kendi düzenini kurmak için evlendiğini söyleyen bir genç kadın olarak resmediliyor. Şüphesiz ki bu ülkedeki birçok kadının evlenme isteği altında bu yatıyor. Aile evinde rahat edemeyen, özgür olmayan kadınlar bir şekilde bağımsızlığını böyle elde etmek için evleniyor. Film böyle bir şeye odaklanırken yolda Gülizar’ın saldırıya uğramasıyla rotasını değiştiriyor. Gülizar o saldırıdan sonra içine kapanıyor, somurtkan bir hal alıyor. Evleneceği Emre ise neredeyse Gülizar’ın üstüne titriyor, derdini anlamaya ve çare bulmaya çalışıyor ama Gülizar onu sürekli itiyor.

Film Gülizar’ın bir travma yaşadığını seyirciye geçiriyor fakat Gülizar’ın duygu değişimi konusunda şahsen beni ikna edemedi. Gülizar zaten köyden çıkıp evlenmeye kendisi karar veriyor, bunu kız kardeşi ile yaptığı sohbetten anlıyoruz. Hatta annesinin yarı yolda pasaportu ile ilgili sıkıntı çıksa da kendisi devam etmek istiyor ve tek başına gidiyor. Sonrasındaki olay onu korkutsa da ya da kayınvalidesinin kendi düzenini ona empoze etmesi onu sinir etse de Emre’ye olan öfkesini çok anlamlandıramadım. Evet, yaşadığı travmayla özdeşik bir hareket bu fakat ruh halindeki bir değişimden ziyade karakterin kendi olağan tavrıymış gibi duruyor bir süre sonra. Yine de festivalde izlediğimiz iyi yapımlardan biri diyebilirim.

Suzan Demir
diğer yazıları

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir