Babanın tabutunun gölgesi, edebiyatın ve sanatın üstüne çok eskiden beri vurur. Oidipus‘tanHamlet‘e, KaramazovKardeşler‘den – mesela – Yıldız Savaşları‘na, babalarının ölümü, bazen çocuklarının eliyle, kahramanların hayatındaki en önemli dönüm noktası olur. Freud’un bütün nevrozların anahtarını Oidipuskompleksinde gören analizi bir yana, baba birçok şeyin simgesidir de, en başta otoritenin. Babanın yerine geçmek iktidara karşı savaşmanın da yerine geçebilir pekala, ya da Babam ve Oğlum gibi uzlaşmak, devlete isyan etmekten vazgeçmenin. Çok ürün verilmiş, üzerine çok yazılıp çizilmiş bir konu olduğu muhakkak. Kısaca olgunlaşmanın yolunun babanın uzağından geçmediği ortadadır. Babayla ilişkinin çeşitli şekillerde yorumlanmaya açıklığı da, mesela…
Emrah Serbes edebiyatında babanın kaybı başından beri bir tema olarak varlığını korur. İlk iki romanın kahramanı Behzat Ç.’nin babasıyla tanışmayız ama ilişkisinin gayet sorunlu ve belirleyici olduğunu biliriz. Onu ya asker ya polis olma seçenekleriyle kısıtlayan Rahmet Albay’dır, Behzat da yüzbaşının dişlerini kırıp askeri okuldan atılınca polis olmaya yönelir. Sonunda, devlet baba için çalışan, uyumsuz bir erkek çocuğu özellikleri gösteren bir cinayet şube başkomiseri olmuştur. Behzat da babadır, pek ilgilenmese de düşündüğü kızı Berna’nın, cinayet şubede altındaki polislerin, hatta soruşturmasına baktıkları öldürülen gençlerin. Büyümeyi reddetme, çocuk kalma isteği, Her Temas İz Bırakır ve Son Hafriyat boyunca görülür ve açıkça “onlar gibi” olmayı, çarpık düzene uyum sağlamayı, haksız emirlere boyun eğmeyi reddetmekten ayrı yaşanmaz. Dilindeki küfürden amirlerine itaatsizliğine, kadınlarla sessiz ilişkisinden bütün iletişimsizliklerine Behzat’ın özelliklerinde bu çocukluk isyanı kendini gösterir. Babalık ise en çok uyguladığı işkencede, özellikle gençlere zarar veren kişileri seçip o motivasyonla kendini kaybedercesine girişmesinde. Türlü pislikle uğraştıktan, bağlı olduğu teşkilatın da çürümüşlük içinde olduğuna tanık olduktan sonra bir kadının karnına yatmak ilk bakışta bir masumiyet arayışı gibi görünebilir. Oysa o başka bir çocukluk özelliğiyle ilgilidir: Behzat, büyümeye direnen herkes gibi, sorumluluk almak istemeyen bir çocuktur. Yapamadığı babalık da buna dahildir.
Uzun süren ergenlik
Arkasından gelen Erken Kaybedenler, Behzat Ç.’nin yazarı Serbes’in ilk cesur adımı sayılmalı. Kitaptaki öykülerin kahramanları yaşça da çocuktur ve tabii 657’ye tabi değildir. Dolayısıyla daha dışarıdan bakar, dertlerini daha rahat anlatırlar. Anlatıcılığı üstlenirler, büyümüş de küçülmüş dilleriyle. Sevgisiz kalmışlıkları belirgindir. Yine birçoğunun babası, annesi yoktur. Erken kaybetmek, bir çeşit harcanmışlık da içerir. Hayat üzerine kafa yoran, kendi penceresinden dünyayı yorumlayan çocuklar, bıraksalar başarı öyküleri de anlatacak yetenektedirler aslında, ama hayat bırakmaz. Büyükler ise düzene uyum sağlamış tiplerdir, dolayısıyla çocuğun isyanı hiç çocukça değildir. Öykülerden Üst Kattaki Terörist’te, abisi askerde ölen ve resmi ideolojinin bütün önyargılarını taşıyan Nurettin’in üst kattaki öğrenci abilerle ilişkisi anlatılır örneğin. Nurettin’in anlatımı ilerledikçe, ezberi dolaysız olarak mizahın konusu haline gelmeye başlar.
Gezi romanı olarak bilinen Deliduman‘ın kahramanı Çağlar da biraz ona benzer, Gezi direnişçilerine ve sola olan önyargısıyla. Çağlar Güney Marmara’da bir kasaba olan Kıyıdere’de yaşar, otelcilik lisesinde öğrencidir. Daha baştan hikâyenin kızkardeşiyle ilgili olduğunu söyler ve onu övmeye başlar. En yakın arkadaşının ifadesiyle kızkardeşine âşıktır. Babası tarafından terk edildikten sonra ruhsal sıkıntılar ve ilaçlarla yaşayan annesinden bahsedişi de, kızkardeşi kadar sık değil ama rahatsız edicidir. İstanbul Mimarlar Odası’ndaki babası ise, doğrudan Gezi’yi örgütleyen ve Çağlar’ın nefret ettiği solculardan biridir. Gezi ve Çarşı ile ilişki kurdukça bu duygular değişim gösterir. Siyasete ve başka şeylere dair önyargılarının artık sürdürülemez oluşu, Deliduman‘ın merkezindeki çatışmanın çözümüdür zaten. Çağlar’da buna hayalle gerçeğin birbirine karıştığı, saplantılı ve aslında oldukça hastalıklı bir kafa yapısı eşlik eder.
Müptezeller‘in kahramanı Bakır, yaşça – Behzat Ç. dışında – Nurettin’den, Çağlar’dan ve birçok Serbes karakterinden büyük, 20’lerinden geçmiş diye bahsedebilen biridir artık. Başta Antalya’da bir otelde çalışır ve oradan ayrılarak Ankara’ya “yazar olmaya” gider. Antalya’da, Ankara’da, İstanbul’da girdiği çevreler, kullandığı maddeler, ama esasen hayatını kurma yolunda attığı adımlar konu edilir. Her şeyi değiştiren dönüm noktası babanın ölümü olacaktır. Alkol nedeniyle tedavi görmek üzere hastaneye yattığı dönemi izleyen okur, kahramanın sağalmasını takip eder. Babanın ölümünün konunun tam göbeğinde olması, karakterin bütün olgunlaşmasını tüm içtenliğiyle aktarmasını kolaylaştırmıştır.
Reşit olmak
Serbes’in öykü ve romanlarında, otobiyografik özellikler de taşıyan kahramanların çoğu babasını kaybetmiştir, ama Müptezeller‘de Bakır artık cenazeyi kaldırır. Romanın merkezindeki ölüm hem olayların akışında hem kahramanın kişiliğinde bir kırılma noktası olur. Babayla ve onunla ilişkisiyle yüzleşme, geriye dönüşlerle onu tanıma ve kişiliğini oluşturan geçmişteki olayları öğrenme fırsatı verir. Babanın ölümü bahsiyle başlamasına bakarak bu yazının bir kişilik analiziyle devam edeceği sanılmasın, konu daha çok Serbes edebiyatında cenazeyi kaldırmanın manasıyla ilgili. Yazarın kişiliği konunun dışında, Behzat Ç. romanlarından uyarlanan dizinin nasıl bir fenomen haline geldiği ya da Serbes’in özellikle Gezi’yle birlikte kamuoyu önünde verdiği demeçlerin etkisi de öyle.
Müptezeller, Serbes’in öncekilere göre daha cesur bir romanı. Çünkü kahramanı kendisinden bekleneni yapmaya çalışmamanın özgürlüğünü yaşıyor. O yüzden virgüllerle art arda dizdiği cümleler, alıntı yaptığı yazarlar, bir gözleme indirgenmiş, esprili memleket analizleri, başka karakterlerde kulak tırmalayan, eğreti duran ne varsa, yazarlığa heveskâr müptezelin ağzına yakışıyor. Üst Kattaki Terörist’in çocuklarının bütün büyümüş de küçülmüş dilleri, tuhaf bir yabancılaşma yaratıyordu. Aslında o yaşta bir çocuğun söyleyeceğini değil, ondan söylenmesi beklenenleri söylemenin yapaylığını içeriyordu. (“Kendini kandırmaca, en sevdiğim oyun.” Erken Kaybedenler, s.10) Deliduman‘da da yazar arada kahramanının önüne geçip kendi diliyle konuşuyor, bu gidiş gelişleri Çağlar’ın hastalıklı kişiliğiyle açıklamaya çalışıyordu. Müptezeller‘in kahramanının yazar olma niyetiyle yaptığı işler, bir yandan yazarın ilk romanının öncesine bağlanarak döngüyü tamamlıyor, bir yandan da bugünden oraya bakışındaki olgunluğunu açık ediyor.
Kitabın adı belki aldatıcı bir pazarlama fikri değildir, yine de başlığa bakarak madde bağımlısı yahut düşkün bir grup zavallının ibretlik öyküsüyle karşılaşacağını sanan okur yanılacaktır. Bu öncelikle bir kişinin hikâyesidir, yan karakterler onunla karşılaştıkları kadar konuya dahil olur. Onunki de, esasen tutunmaya ve kendine bir yol çizmeye çalışma hakkındadır, bu arada bağımlılıklarıyla sınanır. Buna serserilik yapıp içeri girmek de dahil olur, “kafayı kırmak” için bir şeyler denemek de. Bedelini öder, hapse girer, hastaneye yatar, bunu bir noktada kabullenince orada yazmaya sarılır. Belki Hikayem Paramparça gibi metinler yazar. Akıl hastalarıyla birlikte kalması gerçekle yüzleşmesinin altını çizer. Müptezeller‘in kahramanı eylemlerinin sorumluluğunu alan, cefasını çeken, cezai ehliyet sahibi biridir artık.
‘Amirim’den ‘amcalar’a
Bakır’ın grevci bir işçi olan babası, halı saha ile ilgileri, hem Serbes karakterlerinde daha önce bulunan özellikler, hem de ilk kez karikatürden gerçeğe daha yakındırlar. Örneğin işçi arkadaşlarının bağlılığı, hem olabileceği kadar hazin, hem de umutludur. Serbes’in en olgun ve en içten kahramanıdır o. Kendini bilir: bu devirde hiç önemsiz değil. Arkadaşı Karabüklü, bir ilacı eroinmanlara satmak için eczaneden çalmaya onu ikna edemeyince, son sözünü söyler:
“Korkaksın.”
Bakır cevap verir: “O yüzden yazıyorum ya.”
Bundan önceki öykü ve romanlarda şimdiye kadar kadraja giren kadınlar, çoğunlukla, birer cinsel arzu nesnesi olarak anılıyordu. Müptezeller‘in kahramanının kadınlara yaklaşımı duygusal ve çekingendir, arada patlayan “taciz” de olmaz, yine de bağımlılığın en ileri aşamasında bu kez bir saplantıya yol verir.
“İnsanlar ikiye ayrılır” ya da “Kadınlar şöyledir” gibi, kimi yerde ilgili ilgisiz okur karşısına çıkan genellemelerin azalması da hayırlı. Paylaşılan her gözlem, aynı abartılı, aynı iddialı vurguyu hak etmez çünkü. Her genelleme yüzeyselliği çağırır. Bunun gibi.
Bakır da dara düştüğünde zaman zaman “iyi insan” aradığını, “bir parça mutluluk” istediğini söyler. Oysa daha romanın başında köpeklerin zehirlenmesi hadisesinde, iyilik ve kötülüğün mutlak olmadığı ve ahlakın sınıflara ve hayatın gerçeklerine değiştiği gayet açıktır.
Cenazenin kalkması, Serbes edebiyatına ve kahramanlarına rengini veren uzun süren bir ergenliğin sonuna işaret ediyor, öyle ya da böyle. Edebi çizgisinin artık eskisi gibi olmayacağını ilan etmiyor ama, olmayabilme ihtimalini gösteriyor. Emanet kıyafet giymiş kahramanlar gibi eteğini çekiştirmeyip, üstündekini yırtıp atarak.
O ergenlik, bozuk bir düzenin parçası olmak istemeyen ya da beceremeyen kahramanlarına yer yer yakışsa da, giderek hayalle gerçeğin birbirine karışmasıyla nihayet buldu. Yıprattı. Kenarda durup laf atmanın sürdürülemeceği görünür oldu. Yaşadıklarının sorumluluğunu almak, dışarıdan çok bilmişlik yapmaktan çok farklıdır artık. “Nereden bilecektim ki, bu dünyadaki her şey benden habersiz olup bitiyordu. Bana da olmuş bitmiş şeylere bakıp yorumlama görevi verilmişti, henüz yaşamaya başlamamıştım.” (Deliduman, s.65) döneminin ardından, yüzleşmekten ve savaşmaktan başka çaresi kalmadığını fark eder: “Evet savaş. O günleri düşündükçe aklıma savaş sözcüğü geliyor hep. Savaşıyordum, yokluğa karşı, sıcağa karşı, Ankara’ya karşı, insanlara karşı, edebiyata karşı, her şeye karşı ben ve Windows 97 toplama bilgisayar, iki cepheye ayrılmıştı dünya, aylar boyunca savaşıp durmuştum o odada, sayfalar boyu, cümleler boyu.” (Müptezeller, s.90-91).
Aykırılıkları ve dönüşümlerine rağmen, Behzat da, Nurettin’den Çağlar’a ötekiler de, kendini iktidarın bir parçası olarak görür, bütün sorgulaması bu sebeple içeridendir. Müptezeller‘de polisten, Ankara Emniyeti Cinayet Şube başkomiseri Behzat Ç.’ye on yıl önce ekibinin dediği gibi “amirim” değil, polisle sık karşı karşıya gelen mahallelerin diliyle “amcalar” diye bahsedilir. Polisle yurttaşın karşı karşıya geldiği o anda, bu kez parmaklığın öteki tarafında olup biter her şey. En ideal şekliyle değil, hesapsız kitapsız, insaniyetle. Bu rahatlamadan sonra, artık katilin kim olduğunu söylemek için polis olmak gerekmez, kahraman polis olunca, onun gerçek olamayacak kadar “iyi” olması da. Yumruğunu ne yana savuracağını, kimi hırpalayacağını bilmek yeter.