Öykülerinizin -var ise elbette- ana meselesi nedir?
Öykülerimin ana meselesini “insan” oluşturuyor. Ezen-ezilen çelişkisinde ilk kelimeyi yazdığım anda bir pozisyon alabilmek en temel meselem.
Cortazár’ın bilindik sözüdür: “Roman puanla kazanır ama öykünün tek şansı nakavt etmektir.” Buna karşılık, “Öykü,” der Carver, “bir şeyleri açığa vurmalı, ama her şeyi değil”. Kurgu öykünüzün neresinde yer alıyor?
Ne kadar denediysem de Cortazár ve Carver okuru olamadım. Belki de zamanı henüz gelmemiştir. Bunu belirtip sorunuza Türkiye’den iki yazarla, Bekir Yıldız ve Yaşar Kemal’le, devam etmek isterim. Bekir Yıldız’ın yurtdışında yaşadığı yıllardaki gözlemleri, o süreçte yazdığı öykülere sirayet eder. Toplumcu gerçekçi bir bakış açısıyla kâğıda dökülür. Kendi yazma sürecimde de tam olarak bu noktadan bakıyorum meseleye. Benim için, insanın faşizm, kapitalizm ve zulüm karşısındaki her türlü hali anlatılmaya değer, önemli meselelerdir. “Ben” dilini bir kenara bırakıp “biz” diyerek bakmaya çalışırken çoğu yaşanmış, yaşanabilecek olaylar öykümün konusu olur ve burada kimi zaman hayat benim yerime kurgu yapar ve benim sadece “görebilmem” yeterli olur. Meselenin bir diğer boyutunu da Yaşar Kemal üzerinden örneklemek isterim. Yaşar Kemal ağıtları, destanları, ağaları ve eşkıyaları anlattı. Efsaneleri hepimizin zihninde bir kez daha canlandırdı. Yaşar Kemal’in dille kurduğu, anlattığı meseleyle olan efsunlu bütünleşme hali bizi kurguyu takip etmekten çıkarıp anlatının tam göbeğine oturttu. Ezcümle, anlattı, “yazmadı”. Kurguda asıl niyetim, bir şeyleri saklamak, tek yumrukta nakavt etmek için afili bir cümle peşinde koşmak değil; hakkını vere vere anlatabilmek, hayatın, gerçek olanı mimlediği noktaya çırılçıplak sürüklenebilmek…
Toplumu içeren ya da ona ilişkin herhangi bir alanda hâkim olan vasatlık, sanatsal üretim alanlarına ne şekilde sirayet eder, çağdaş öykümüz ölçeğinde değerlendirir misiniz?
İçinde olduğumuz çağın zorluklarının farkındayım. Çağdaş öykücülerimizin bu zor zamanlarda bir sorumluluk alabilmesi, korkmadan yazabilmesi mühim. Özellikle tüm dünyayı saran neoliberal politikalar, “Gösteri Çağı”nın getirdiği niteliksiz arzular bugünün yazarını da okurunu da tam kalbinden vurdu. Çoğu yazar, sözünü kuytu kenarda söyleyip, asıl aracı olan edebiyatta söylemekten kaçındı, kaçınıyor, kaçınacak. Çağın en büyük hastalığı olan bireycilik tam anlamıyla öykülerin ana izleği olmuş vaziyette. Edebiyat dünyasında sadece yazarların mı suçu var? Elbette hayır. Yayınevlerinin, editörlerin, yayın kurullarının da bu noktada çuvaldızı kendilerine batırmaları gerekiyor. Bastıkları kitaplarla, ön plana çıkarmak için reklam bütçelerini şişirdikleri yazarlarla, sadece onların yazdıkları, yayımladıkları doğruymuş gibi bir algı yarattılar ve bu maalesef genç yazarlara negatif anlamda yansıdı. Tek düze, risksiz, nostaljik, suya sabuna dokunmayan öyküler bir anda “popüler” oldu. Bunların yanına, yeni neslin hastalığı olan “kentli yalnızlığı”nı da ekleyebiliriz. Çok satmanın, çok okunmak olduğu yanılgısı, piyasa koşullarının yeterince işine geldi ve vasatlık, güzelmişcesine pohpohlandı. Gorki okumak tarih okumak gibidir. Peki bugün kimi okuyunca Türkiye tarihini göreceğiz? Tarih, yaşattıklarıyla; anlatacak, üzerine gidilecek, not tutulacak, kimi zaman tam karşımızda durana bir hiza çekip yaşamı yeniden üretebilecek imkânlar ve meseleler sunarken, bu denli yoz ve içe dönük, bencil öyküler bize bugünden geriye ne bırakacak? Piyasa şartları, yayınevleri, yayın kurulları, editörler “büyüktür” ama unutmamak gerekir ki yazı hepsini yenebilecek kuvvettedir; bu sonsuz vasatlığı bile.