yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

Arabayı yıldıza bağlamak

Arabanı yıldıza bağla, der İngilizlerin bir sözü… Pek çok konuşmada, sözün akışına bağlı olarak pek çok kez dillendirdim. İlk bakışta bir “yüksek ideal”den söz ediyor gibi görünse de ben öyle okumuyorum. Bir yaşama gücü, yaşama sevgisi ve gelecek muradı olarak okuyorum. İnsanın emeğiyle kendini var etme büyüklüğü olarak okuyorum. Yıldızdan daha aşağı bir yerin bizi, içinde çürüdüğümüz hayatımıza biraz daha gömeceğini düşünüyorum. Yıldız bizim ütopyamız. Kendimize saygı duyma imkânımız. Araba kalbimiz. Araba rüyamız. İnsan olabilme erdemimiz. İnsan hayata ilişkin hayallerini, tasarladığı geleceği, arzularını, heveslerini, hiç olmazsa birkaç cümle boyu gerçekleştirebilse, arabayı birazcık çözecek, rüyasına doğru birazcık yol alacak ama ne yazık ki bizim gibi ülkelerde toplumsal gerçeklik, her geçen gün daha da ağırlaşarak, insanı tüketen bir kötülüğe doğru gidiyor. Biz eğer o arabayı yıldıza bağlamazsak, aldığımız her soluk bizi her gün biraz daha küçültecek. Gerçekliğin zulmü bizi, canlı hiçbir varlığı sevmeyen canavarlara dönüştürecek.

Peki biz nasıl öğreneceğiz arabayı yıldıza bağlamayı? Bunun için öyle çok büyük hayat bilgileri gerekmiyor kanımca. Büyüdüğünü düşünen herkesin azıcık çocukluğunu anımsaması yetecektir. Bu katı kültür, başka çocukları göstermelik de olsa sevme konusunda bir şeyler öğretir bize. Ancak kendi çocukluğumuzu anımsama, sevme, biraz “çocuklaşma” konusunda, bütün bir çevre tarafından alaya ve hafife alınmayla cezalandırılma endişesi hepimizin elini ayağını bağlar; kaçarız bu duyguyu yaşamaktan. Oysa karşımıza şiir dizesi olarak çıktığında nasıl da severiz: “çocukluktan çıktığını sanmak aslında çocukçadır” (Attila İlhan); “gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk/ hiçbir yere gitmiyor.” (Edip Cansever) Oysa biz biliyoruz ve bilmeliyiz ki, insan yaşadığı bütün bir ömrü ancak çocuklukla karşılaştırarak anlar, sever, büyütür, güzelleştirir. Çocukluk, bizim bütün yaşlarımızı, bilerek bilmeden, sürekli aynasına düşürdüğümüz bir yitik cennettir, bir sonsuzluktur. Ne kadar acı, zor, yoksunluklar içinde geçerse geçsin, Asaf Hâlet Çelebi’den uyarlarak, ‘bizim güzel çocukluğumuzu hangi ahmak ayak ezerse ezsin’, ondan sonraki bütün zamanları, biz ancak çocuklukla bir değere, bir yaşama gücüne dönüştürürüz. Edebiyatın alanında kalem oynatan birisi, hangi yaşta, hangi gelecek ya da geçmiş zamanları yazarsa yazsın, kaleminin mürekkebi çocukluktan gelecektir. Araba da yıldız da ancak böyle büyülü bir zamanın bize öğrettiği hayat bilgisidir, şiirsel algıdır, keşif mucizesidir, “deli cesaretidir.”

Belki şunları da eklemek iyi olacaktır. Çocukluğu yetişkinlikte sürdürebilmek için -bunu şöyle de ifade edebiliriz- arabamızı her yaşta yıldıza bağlamak için bize şiir gerekecektir, müzik gerekecektir, resim gerekecektir. Belki bir de şu kadarcık bir bilgi: ağzımızdan çıkan her ses, parmaklarımızdan, kirpiklerimizden yürüyen her renk, koku, boşlukta dolanır durur. Ta ki bir kalbe, bir başka sese, bir insana, bir hevese değene kadar. Şair, ressam, müzisyen dediğimiz aklı evveller, işte bütün bu sesleri, renkleri, kokuları canında duyacaktır ve yaşadığı zamanın acısı ve hevesi ile yeniden karıp karıştırarak bize yeni yıldızlar, yeni arabalar sunacaktır. Aslında bu arkadaşların yaptıkları şudur: insanın gözünü, hayal gücünü, kalbinde donmuş varoluş çekirdeğini, gövdesinin bunalmış güzelliğini, verili aklın, ortak bir forma indirgenmiş duyarlılığın, kapıkulu bilincinin, vicdan ve günah cenderesinin ağır örtülerinden kurtarmaktır. İnsanların adını koyamadıkları bunaltıyı, huzursuzluğu, onlara harflerle, renklerle, seslerle işaret etmektir. Sonrası, insanların kabının büyüklüğü ya da küçüklüğü ile ilgili bir haldir.

Madem araba dedik, yıldız dedik, çocukluk dedik… madem ki “büyük adam”ların ölüm işaretleri ortasında gamzeli, kirpikli, merhametli, onurlu bir dünyada yaşamakta ısrar ediyoruz, Nâzım’ın o sıcacık şiirine bir daha kulak verelim; bize gerekli inanma gücü harflerin arasından kalbimize, gövdemize, sesimize, baktığımız her yere dolacaktır:

Dünyayı verelim çocuklara hiç değilse bir günlüğüne
allı pullu bir balon gibi verelim oynasınlar
oynasınlar türküler söyleyerek yıldızların arasında
dünyayı çocuklara verelim
kocaman bir elma gibi verelim sıcacık bir ekmek somunu gibi
hiç değilse bir günlüğüne doysunlar
bir günlük de olsa öğrensin dünya arkadaşlığı
çocuklar dünyayı alacak elimizden
ölümsüz ağaçlar dikecekler…

Şükrü Erbaş
diğer yazıları