yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

Arşivin Estetik Sunumu, Olgunun Tasvirine Dönüştüğünde: İFF Ulusal Belgesel Yarışması

Fotoğraf makinesi ve onun oluşturduğu karelerin makaralarda birleştiği film, anıları ve gerçeği kayıt altına alarak hatırda ve arşivcilikte bir çığır açtı. Kişisel hatıraları, anın esenliğini her istenildiğince yeniden izleyiciye sunan, toplumsal gerçekleri teşhir edebilme yetisini katlandıran bu çığır zamanla kendi estetik dokusunu yarattı. Yavaş yavaş bütün sanat çalışmalarını sarmaya başlayan bu doku ise zamanla kategorize edilerek alt türlere yayıldı. Bu alt türlerden biri olan belgesel sinemacılık bugün birçok kişi için, onlarca televizyon kanalında yeri geldiğinde vahşi doğaya, yeri geldiğince güneş sisteminin ötesine veyahut politik/sosyal çalkalanmaların tam ortasına ya da herhangi bir toplumsal olguya mercek uzatan yani üzerinde çalıştığı nesneyi olabildiğince kişisel olandan uzak tutan bir form olarak akla gelir. Zaman zaman olguya ulaşmak için kişilerin beyanları, duygusal çıkışları bir dalga işlevi görür ve olgu o dalganın üzerinde yükselebilir. Ancak sadece kişiye has olanın gerçek hikayesinin arşivlenmesi daha doğrusu herhangi bir kişiye ait olan anların arşivlenmesine pek rastlanmaz. Biyografik ya da otobiyografik portreler değil burada bahsi geçen. Herhangi bir sahada kıymetli başarısı olmasa da yetenekleriyle milyonları etkileyip, sözleriyle toplumlara yön vermese de sadece kendisi olduğu için, yolda geçerken çarpıştığımız herhangi birisi olduğu bile için kamera merceğine yerleşmeyi hak eden bir insan burada bahsi geçen…

İşte kamerayı güzel kılan ve onun olanaklı kılabileceği, yazı icat edildiğinden beri alışılagelmiş bir anlatı kültürüne bir başkaldırı bu. Arşivlerde krallar, hanlar, şahlar; edebiyatta büyük aşklar, epik kahramanlıklar; işinin başında sıradan insanlar ise gerçek hayatta bu illüzyonun gölgesi altında…

Kameranın icadı ve onun ulaşılabilirliği her ne kadar (neredeyse) yazılı insanlık tarihi kadar eski bu köhne anlatıcılığı alt üst edecek potansiyele sahip olsa da kamerayı elinde tutanların henüz hala bu anlatıcılığın görece konforlu sularında hareket ettiğini görebiliyoruz. İşte tam da bu yüzden Etna Özbek’in yönetmenliğini üstlendiği Nosema hürmeti hak ediyor…

Biraz geç olsa da tam burada okuyucuya uyarıda bulunmak gerekir ki; bu bir analiz yazısı değil. Bu bir arşiv çalışmasını özgün kılan detayı göstererek neden izlenmeye değer olduğunu aktaran basit bir tanıtım yazısı…

Birden fazla dilin, kültürün serpildiği bu kadim coğrafyada ne yazık ki çeşitlilik bir zenginlik olarak değil kusur olarak görüldü yıllar boyunca. Yasaklar, infazlar, köy boşaltmalar, göçler ve özlemler… Her şeye rağmen kimlikle kodlanan mekân sahibini çağırıyor sanırım. Öyle olmasa gurbet üzerine bu kadar şarkı, bu kadar film, bu kadar roman yazılmazdı diye düşünmeden edemiyor insan. Diril ailesini de yeniden o sıla çağırıyor yakılan köylerine. Keldani (Asuri Katolik) olan Diril ailesi, son Keldani köyü olarak tanımlanan Meer’den tanıdık daha kucaklayıcı bir toprak da bulamazdı sanırım.

Objektif, bu ailenin mütevazi köy yaşamından günlük rutinleri, birbirleriyle arasındaki ilişkiyi ve iletişimi sunarken sıradanlığın sade ama güçlü vurgusu zaman zaman gülümsetiyor, zaman zaman şaşırtıyor, zaman zaman ise sıkıyor. Tıpkı hayat gibi… Hayattan bahis açarken yönetmen hüznü ve elemi de es geçmiyor. Belki kılcal damarlara kadar değil ama en azında ana arterlere dokunarak… Hürmüz ve Şimuni’nin eğlenceli atışmalarına bahis olan arılar kadar sıradan ama arıyı önemseyen için de nosema kadar kahreden bu hikâye, tanıklığın kayıt altına alınmasının en ham halinin bile ne kadar sarsıcı olduğunu hatırlatarak son buluyor…

40. İstanbul Film Festivali’nin Ulusal Belgesel Yarışması’nda Mansiyon ödülü alan Nosema bu seçkide göz dolduran tek yapım değil. En İyi belgesel ödülünü alan Yusuf Emre Yalçın imzalı Anima da büyük bir parantezi hak ediyor. “Mezbaha da kim var?” başlığı ile sunduğumuz dergimizin 52. Sayısında kapsamlıca ele aldığımız bir olgunun beyaz perdeye böylesine büyüleyici yansıması bizleri heyecanlandırdı. Anima, doğa ile kurduğumuz ilişkide hakim olan insan merkezci etik perspektifin acımasız ve kuvvetli bir eleştirisi; bireysel hatıralar arasında ilerleyen travmatik yolculuğun, hayvanın özgürleşmesi sorununu bir toplumsal olgu olarak taşıdığı etkili bir kurgu; ve en nihayetinde failin failliğini, kurbanının ise kurbanlığını saf ama şiddetli şekilde gösteren titiz bir sine-göz…

İnsanla arasındaki asimetrik ilişki maskelenen ya da akıl ve duygudan soyutlanmış basit bir eşyaya indirgenen hayvan figürünün zamanla eleştirel bir çalışma nesnesi olarak sinemada kendisine daha fazla yer bulduğunu görmek heyecan uyandırıcı. Fakat tüm bu heyecan uyandıran gelişmeler ne yazık ki on binlerce yıllık mitlere, ritlere; yüzlerce yıllık endüstrinin yarattığı kültürel hegemonyaya rağmen bütüncül etik perspektifin eksiksiz ve doğru bir izdüşümüne rastlamanın hala pek kolay olmadığı gerçeğini değiştirmiyor.
Anima
, sinemanın sunduğu olanakları titiz bir şekilde kullanarak, estetik ögeleri akıllıca yerleştirmesine rağmen mitler, ritler ve endüstrinin hemhal olarak inşa ettiği kültürel hegemonyadan nasibini almış gibi gözüküyor. “İnsan için hayvan” şiarının -biraz da utangaçça- dile getirildiği bir son, doğanın sunduğu muazzam manzaraya rağmen estetize edilemiyor.

Karşımızdaki her ne kadar bireysel hafızaya yaslanan bir hikâye de olsa; bu hal, “imgelerle konuşan filozof” olarak yönetmenin toplumsal ve entelektüel sorumluluğunu göz ardı edilir kılmıyor. Tabii son olarak vurgulamak gerekir ki; bu “kusur” da sinematografinin ışıltısını bastıramıyor…

diğer yazıları