yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

AST SALONUNU KİM KAPATTI?

HARUN GÜZELOĞLU

Kuruluşundan 58 yıl sonra, Ankara Sanat Tiyatrosu bir açıklama yayınlayarak salonunu kapatmak zorunda kaldığını ilan etti. Haliyle daha önce hiçbir duyurusunun al(a)madığı kadar etkileşim aldı ve herkes o salonun varlığını yeniden hatırlamış oldu. Neden böyle diyorum, çünkü biz toplum olarak uzunca süredir bir değere yaşarken sahip çıkacak duyarlığı yitirmeye başladık. Yine de ortaklaşan tepkiler sevindirici düzeye ulaştı. Kuruluşunun 58. yılına denk gelen bu açıklamanın içeriğinde çok çarpıcı bir bölüm vardı. Yüzlerce erişkin tiyatro insanı yetiştirmiş, yüz binlerce seyirciyi ağırlamış ve kendi seyircisini yaratmış, tiyatro yaşantımıza pek çok açıdan öncülük eden onlarca oyun sahnelemiş bir tiyatronun evinden “… Neyi alaydık ha! Bir valize ne sığar ki?” diyerek ayrılacağını ilan etmesi epey canımızı acıttı. Valizlere, nakliye kamyonlarına sığamayacak olansa neredeyse kesintisiz sürdürülmüş inatçı ve gerçek bir yaşam öyküsü.

Biz dönelim bu pek çok insanın yaşamıyla iç içe geçen öykünün başladığı zamana. Yitimlerin değil, toplumsal kazanımların başladığı yıllara. Asaf Çiyiltepe 1962 yılında kurduğu Arena Tiyatrosu’nu -şimdi yine AST’ın başına geldiği gibi- bir mal sahibinin toplumsal rolündeki davranışı gereği kapatmak zorunda kalır. Pes etmez ve 1963 yılında Ankara Sanat Tiyatrosu’nun Ihlamur sokaktaki salonunu açar. Sahnelenen ilk oyun yine bir iddianın ve inadın ürünüdür. Ödenekli tiyatroların seyirci yadırgayabilir korkusundan aklından dahi geçirmediği Becket’in Godot’u Beklerken oyunudur. Bu oyunla ilgili şu anekdot bir efsane gibi anlatılır. Devlet Tiyatrosu’nun hakimiyeti altındaki Ankara’da bir salon açmışsınız ve ilk oyununuz da baya iddialı. İddialı çünkü Becket kim, kim niye neyi bekliyor? Asaf Çiyiltepe muhtemel bu uyarıları pek dikkate almamış olacak ki ilk oyunun provaları çoktan başlamıştır. Oyunun davetlilerden oluşan prömiyerinden sonraki ilk gişe seansında sadece iki seyirci vardır. Asaf Çiyiltepe hariç herkes de bir moral çöküntüsü olur. Ertesi gün seyirci iki katına yani dört kişiye çıkar. Asaf Çiyiltepe kulise girer ve “Başardık arkadaşlar” der. Bu hikâyenin ne kadarının doğru olduğunu bilmiyorum. Ama şundan eminim, AST bir inat ve cesaret gösterisi ile tiyatro yaşantımıza doğmuştur. “Toplumların kendini gördüğü alandır tiyatro. Kendi sorunlarının, kendi ezgilerinin bilincine yaklaştırır toplumu” Asaf Çiyiltepe.

Bu inat ve cesaretin yanına yazılması gerekenlere gelelim. Türkiye’de sol/sosyalist muhalefetin yön arayışına girdiği bir dönem başlamıştır. AST’ın kurucu kadrosu da gittikçe politikleşen bu ortamda toplumsal aydınlanmanın tarafını seçtiğini ilan eden bir tiyatro yaşamını başlamıştır. Güner Sümer ve Adalet Ağaoğlu bu ilk kadroya dahil olmuştur. Topluluğun ilk oyuncu kadrosu da Ayberk Çölok, Ayton Sert, Işık Toprak, Aysan Sümercan, Tuncer Necmioğlu ve Şevket Altuğ gibi isimlerden oluşmaktadır.

Dönemin hareketli politik ortamı AST’ın oyun seçimlerine yansıyan en önemli etkenlerden biridir. Daha ilk iki sezonunda hem batı tiyatrosunun muhalif yazarlarına hem de yeni yerli oyun yazarlarının oyunlarına ağırlık verilmiştir. AST, toplumsal muhalefetin ve gençlik/öğrenci hareketlerinin yükseldiği bu dönemde 1971 darbesine kadar adeta bir fabrika gibi çalışmıştır. İlk oyun olan Godot’u Beklerken’den hemen sonra sadece iki sezon içerisinde Güner Sümer’in yönettiği Gizli Ordu (Brandan Behan) – Mezarsız Ölüler (J. P. Sartre) – Yosma (Ruzante) Ayak Bacak Fabrikası (Sermet Çağan), Asaf Çiyiltepe’nin yönettiği Ölü Canlar (Nikolai Gogol) – Sultan Gelin (Cahit Atay) ve Semih Sergen’in yönettiği Cehennem Dansı (A. Strindberg) gibi oyunlar sahnelenmiştir. İlk sezondaki yoğun üretime rağmen elde edilen gelir tiyatronun giderlerini karşılamaya yetmemiştir. Bu yüzden ikinci sezon oyunlarına yeni yerli oyunlar dahil edilir. Bu deneme seyirciden büyük ilgi görür. Sultan Gelin 50.259, Ayak Bacak Fabrikası ise 106.433 biletli seyirciye ulaşılır ve ekonomik sıkıntılar hafifletilmiş olur.

1967 yılında Asaf Çiyiltepe’nin bir trafik kazasında yaşamını yitirmesine değin ve sonrasında da bu yoğun üretim devam edecektir. Kuruluştaki inat ve cesaretin yanına politik tercihlerdeki haklılık, kararlılık ve bu amaca dönük çalışkanlık da eklenecektir. AST tarihindeki tüm oyunları yazmayacağım ama kuruluş aşaması diyebileceğimiz 1970’e kadar sahnelenenleri not etmek istiyorum. Çünkü, kapısına bir mal sahibinin -rolünü doğru oynayarak- uzlaşmazlığı yüzünden kilit vurulan ve tamamı 505 metrekare olan bir salonun içindeki büyük üretkenliği anlamanızı istiyorum. İlk iki sezondaki yoğun üretim şöyle devam eder; Güner Sümer’in yazıp yönettiği Bozuk Düzen – sadece yönettiği Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç (H. Rahmi Gürpınar) – Küçük Burjuvalar (M. Gorki) – Durand Bulvarı (A. Salcrou) – Viktor Ya Da Çocukların İktidarı (R. Vitrac) – Eskici Dükkanı (Orhan Kemal) – Sınırdaki Ev (S. Mrozek), Oben Güney’in yönettiği Saf Adam ve Kundakçılar (Max Frisch), Genco Erkal’ın yönettiği Bir Delinin Hatıra Defteri (N. Gogol) – Pazar Gezintisi (G. Mitchele) – Durdurun Dünyayı İnecek Var (Newley ve Biriousse), Asaf Çiyiltepe’nin yönettiği Arturo Ui’nin Önlenebilir Yükselişi (B. Brecht) – 72. Koğuş (Orhan Kemal), Ergin Orbey’in yönettiği Müfettiş (N. Gogol) – Sarıpınar 1914 (R. Nuri Güntekin, Uyarlayan: Turgut Özakman) – Otlak (Erol Aksoy) – Heykel (A. Gregory) – Simavnalı Şeyh Bedreddin (Orhan Asena) – Linç (Kerim Korcan), Ayberk Çölok’un yönettiği Mayın (Fikret Otyam), Üstün Kırdar’ın yönettiği Allı ile Güllü (Ayme ve Hilly). Bu oyunların yanına artık çocuk oyunları da eklenmiştir. AST önemli bir tiyatro türü olan ve insanları çocuk yaşlarda tiyatro sanatı ile tanıştırmayı hedefleyen Çocuk Tiyatrosu üretimine de bulunduğu şehirde öncülük etmiştir. Keloğlan, Küçük Prens ve Alis Harikalar Diyarında oyunları bu dönemin ürünleridir. Çocuk oyunlarında çocukların düş gücünü harekete geçirecek tasarımlar hedeflenmiştir. Zenginin Maceraları adlı oyunla da ilerici ve haktan/halktan yana bir içerik, epik biçimle sahnelenmiştir. Bunun gibi arayışlar AST’ın 2000’li yıllarına değin sürmüştür.

AST benimsediği politik tavrı nedeniyle artık yasaklamalarla ve kapatma tehditleriyle de mücadele etmeye başlamıştır. Ankara’da meclise yürüyerek on beş dakika süren bir mesafede olan bu tiyatro, toplumsal muhalefetin kalbinin attığı yerdir artık. Sendikalar ve özellikle sayıları her geçen gün artan sol görüşlü öğrenci kulüpleri AST’ın yeni oyunlarını tam salon kapatabilmek için birbirleriyle yarışır hale gelmiştir. Bu dayanışma tavrı her ne kadar 1980’de en büyük darbeyi almış olsa da doksanlı yılların sonlarına kadar eksilerek sürecektir.

1971 – 1972 sezonunda Bertolt Brecht’in yazdığı, Yılmaz Onay’ın yönettiği Hitler Rejiminin Korku ve Sefaleti adlı oyunla tüm kadro sıkıyönetim tarafından gözaltına alınmış ve tiyatronun kapısı ilk kez belirsiz bir süreliğine kapatılmıştır. “AST’ın oynadığı oyunlar bugüne kadar tetkik edilmiş, özellikle Nafile Dünya ve Hitler Rejimi sebebiyle kasıtlı ve maksatlı olduğu açıkça belirmiş olduğundan topluluğun faaliyeti sakıncalı mütalaa edilerek süresiz olarak kapatılmıştır.” Ankara Sıkıyönetim Kumandanlığı (4 Nisan 1972)

Bu kapatma AST açısından ekonomik bir yıkımın da habercisi olmuştur. Biriken kiralar, faturalar, maaşlar vb. borç yüküne rağmen topluluk pes etmemiş ve sanat yönetmenliğine geçen Rutkay Aziz’in sinmek bir yana çıta yükseltmesiyle AST çok geçmeden eski günlerine kavuşmuştur. Çünkü çıta yükselten AST emekçileri artık 1963’deki kadar yalnız değildir. 1974 sezonuna gelindiğinde Rutkay Aziz yönetmenliğinde sahnelenen Maksim Gorki’nin Ana oyununa bilet alabilmek için sıraya girenlerin oluşturduğu kuyruk yüz metrelerce uzamakta ve haftalık biletler ilk günden gişede tükenmektedir. Haftalık oyun sayısı dokuz seansa çıkmıştır. İki çocuk oyunu da eklenince haftada on bir gösterimle AST salonu dolup dolup taşmaktadır. Ana oyununun bir başka özelliği ise Türkiye’deki emek mücadelesine armağan edilen 1 Mayıs İşçi Marşı’dır. Sarper Özcan tarafından bestelenen ve ilk kez AST sahnesinde söylenen bu marş, seyircilerin daha salondan çıkarken hep bir ağızdan söylemeleriyle birlikte tarihimizdeki yerini almıştır. Arkasından Komün Günleri, 804 İşçi, Sakıncalı Piyade, Zengin Mutfağı, Nereye Payidar ve oyunun müzikleriyle Timur Selçuk yine o yılların unutulmazları arasına girmiştir. Yine aynı yıllarda AST için yoğun turneler dönemi de başlamıştır. Sezon biter bitmez yaz turnelerine çıkan topluluk, bir sonraki sezonun çalışmalarına dahi o turnelerde başlamaktadır artık. Peki bu yoğun oyun takviminin sebebi neydi ve AST organizasyonlarını kim yapıyordu? Bilmediğimiz yeni bir şey söylemeyeceğim. Türkiye’de sol/sosyalist muhalefetin ve örgütlenmenin yükselmesi, AST oyunu izlememiş birinin solcu sayılmayacak derece ayıplanmasıdır her şeyden önce. Elbette başta da bahsettiğim kuruluş ilkelerindeki toplumsal aydınlanmaya verilen önem, toplumsal muhalefetin yükselişindeki bu döneminin doğru kavranmasındaki en önemli etkenlerin başında gelir. Elbette artık kurumsallaşmış, dramaturjisi ve repertuarı şekillenmiş bir politik tiyatroyu ülkedeki politik ortamdan bağımsız düşünemeyiz.

AST’ın kuruluşundan sonraki bu yükselişi 1971 ve 1980 yıllarında iki kez çok büyük darbe almıştır. Bu cümlenin başındaki “AST’ın kuruluşundan sonraki” cümlesi yerine “Türkiye’deki sol muhalefetin ve işçi sınıfı hareketinin” cümlesini koyun anlam bozulmaz. Bu da AST’ın bir politik tiyatro okulu/ekolü olarak misyonunu hakkıyla yerine getirmeye çalıştığını anlatır bize. Neden okul/ekol diyorum, çünkü sanat yönetmeni, oyuncuları vb değişse de AST’ın kuruluş amacındaki -her ne kadar dönemsel kopuşlar olsa da- temel ilkeleri hala değişmemiştir. Bunu kendi deneyimlerimden örneklerle anlatıp, 1971 – 1980 ve 2020 arasındaki üç kapanmanın benzerliğine geleceğim.

Ben AST’ın geleneksel olarak düzenlediği, yeni oyuncular yetiştirmek üzere kurguladığı ve ciddi bir sınavla öğrenci aldığı eğitimle başladım tiyatroya. O kurslarda tiyatroya başlamış ve Türkiye Tiyatrosu’nda çok önemli işler yapan her kuşaktan yüzlerce insan var. Doksanların sonunda AST’ın üç ayrı dönem sanat yönetmeni olan kuşağıyla birebir tanışma fırsatım oldu. Rutkay Aziz, Altan Erkekli ve Hakan Güven. Yine aynı dönemde AST ekolünden yetişen Levent Ülgen, Metin Balay, Erol Demiröz, Mahir İpek, Altan Gördüm, Vahide Perçin, Hakan Akın ve Hakan Güven gibi isimlerle de çalışma fırsatım oldu. AST’ın bu günkü yönetimi ve oyuncularının çoğu da yine bu okuldan/ekolden yetişti.

Seksenli yılların ortalarında bir kez daha yükselen toplumsal muhalefetle birlikte AST da yeniden yükselişe geçmişti. Ama bu yükselişi kesecek olan ve 2002 yılında AKP’yi iktidara taşıyacak olan başka bir politik hava da mevcuttu artık. 1980 darbesiyle acımasızca ezilen sol/sosyalist muhalefetten boşalan emekçi mahallerine tarikat ve cemaat örgütlenmeleri hızla yerleşiyordu. Türkiye’de siyaset darbe ikliminden ve doksanların beyaz toroslarından kurtulma sevdasına kapılırken siyasal islam hızla büyüyordu. Keçiören ve Mamak’tan akın akın AST oyunlarına gelen emekçiler yoktu artık. Üniversitelerden atılan binlerce örgütlü öğrenci ve akademisyen AST’ın yeni oyunlarına toplu şekilde artık gelemeyecekti. Gericilik üniversiteleri topyekün teslim alıyordu. Apolitizmin parlatıldığı tüm yaşam alanlarının ortasında kalan bir politik tiyatro ilkelerinden ödün vermeden nasıl yoluna devam edecekti. İki binli yılların başı bu tartışmalarla ve sancılarla geçti. AST’ta yeni tartışmalar ve kopuşlar yaşandı. Bu tartışmalar bir politik tiyatroda çok normaldir ve hep olmuştur. Politik tiyatronun doğası budur. Bu tartışmalar, kopuşlar, geri düşüşler ve ileri sıçramalar hep olur. Aynı içinde yaşadığı, ürettiği toplum gibi. İçinde yaşadığı ülkenin politik iklimine göre ilkelerini kaybetmeden pozisyon belirleyemeyen, seyirciyi heyecanlandıracak yeni oyunlar üretemeyen yok olur. Tiyatro dünyamız bunun örnekleriyle dolu. Son AST yönetimi bu darboğazdan bir çıkış arıyordu. Bu dönemde Hakan Güven’in sanat yönetimi de başlangıç ilkelerinden taviz vermeyerek çıta yükseltti ve AST’ın küçük fuayesini büyüterek ve insanların oyun seyretmek dışında da vakit geçirebileceği bir kafe alanı yarattı. O güne kadar ücretsiz sürdürülen geleneksel okulunu akademiye dönüştürüp ücretli hale getirdi. Bu zorunlu yeni maddi kaynaklar, yeni ve daha güçlü üretimler için kullanılmaya başlandı. Oyuncu kadrosunu genişletti, topluluğa yeni yönetmenler, müzisyenler, tasarımcılar eklendi. Toplumsal muhalefetin iyice geri düşmesine karşın politik tiyatro yapma gayretinden ve iddiasından taviz vermedi. Tüm bunları AKP hükümetinin kültür-sanat alanına dair sürdürdüğü taraflı politikalara rağmen yaptılar.

Gelelim üçüncü kez yani 2020’de AST salonunun kapısına nasıl kilit vurulduğuna. Gezi olaylarıyla birlikte toplumsal muhalefet yine yükselmişti. Pek çok ilerici sanatçı ve sanat kurumu Gezi’yi destekledi. AKP de doğasına uygun bir biçimde Gezi destekçisi olarak “kara listeye” aldığı tiyatrolara her yıl verilen devlet desteğini kesti. AST, yönetmelikteki şartları eksiksiz yerine getirmesine rağmen bu desteğin keyfi bir şekilde kesilmesine karşı dava açtı. Çünkü aynı destek 1985 yılında yine verilmemişti. AST yönetimi dava açmış, davayı kazanmış ve yasal faiziyle birlikte hak ettiği desteği almıştı. Bu davanın avukatı bulundu ve eski dava emsal gösterilerek yeni dava açıldı. AKP’nin yönetimindeki bakanlık davayı kazandı. Üstüne üstlük dava giderlerini de AST’a ödetti. Özel tiyatrolara devlet desteği o günden bu sezona kadar AST’a hiç verilmedi. Bu sezon verilen yardım da miktar olarak AST salonunun bir aylık toplam masrafına ancak denk gelir. Pandemi ilan edilmesiyle birlikte tüm gelirleri aylarca kesilen bir tiyatronun akıbetini içinde bulunduğu toplumsal koşullarından ayrı düşünemeyiz. Bu koşullarla boğuşan tiyatro salonlarından dördü tamamen kapandı. Pek çok topluluk salonlarını kapatmamak için türlü yöntemler deniyorlar. Mal sahiplerinin vicdanına terk edildiler. AKP ise mal sahibi büyük patronlara pandemi teşviklerini sonuna kadar kullandırırken, tiyatro salonlarını ölüme terk etti. Sıkıyönetimlerin yapamadığını AKP pandemi krizini fırsata çevirerek yapıyor. AKP’nin toplumsal muhalefetin parçası kabul ettiği –ki bu kabul doğrudur- tiyatro salonlarını ve tiyatroları yaşatmaya yetebilecek miyiz, göreceğiz…

Ancak ben kendi adıma umutsuz değilim. AST kapanma ilanını yayınladıktan hemen sonra yetmişlerdeki gençlik yıllarından örnek verenlerle, ders çalışmak için AST’ın kafesini kullanmak bana çok iyi geliyordu diyenler sosyal medyada da olsa buluştu. O ses büyüdü ve salonu yaşatmak için sorumluluk alması gerekenler harekete geçmek zorunda kaldı. AST hem tarihsel salonunda hem de Bilkent’teki yeni salonunda hak taleplerini haykıran emekçilerle, kadınlarla, öğrencilerle yine bir araya gelecek. Çünkü pandemiyle birlikte eşitsizlikler iyice derinleşti ve yeni bir mücadele döneminin yaklaştığı hissediliyor. AST belki yine yeni bir oyunla emek mücadelesine bir marş daha hediye edecek. Gelecek güzel günlerin umuduyla, çok yaşa AST.

diğer yazıları