yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

AYASOFYA BİLİNMEZLİĞE DOĞRU

Türkiye’de toplumun gerçek sorunlarını örtme çabasının son kurbanı Ayasofya Müzesi oldu. Ayasofya’nın müze vasfını yitirmesi olayı, kamuoyunun belli bir kesiminin sempatisini toplamak maksadıyla onun “camiye çevrilmesi” ve “ibadete açılması” olarak lanse edildi. Oysaki Ayasofya Müzesi zaten teknik olarak –kilise değil- cami statüsündeydi, minarelerinden ezan okunuyordu ve sınırlı sayıda insanın ibadetine de halihazırda açıktı. Bu nedenle öncelikle yaşanan gelişmenin doğru terimsel karşılığını söylemeliyiz. Söz konusu olan “Ayasofya’nın cami olması veya ibadete açılması değil; müze statüsünün kaldırılması ve kitlesel ibadete açılmasıdır.”

ARKEOLOGLAR, SANAT TARİHÇİLERİ, MÜZECİLER NEDEN SUSUYOR?

Bu iki olgu arasındaki farkın sonuçlarına değinmeden önce bir konuyu açıklığa kavuşturalım. İktidarın neden böyle bir karar aldığı konusu, gerekçeleriyle ve olası sonuçlarıyla birlikte günlerdir tartışılıyor. Hukukçular bu kararın tek parti döneminin benzer kanun ve kararnamelerine etkisini, uluslararası ilişkiler uzmanları Hıristiyan ve Ortodoks dünyadaki yansımalarını, ilahiyatçılar kiliselerin camiye çevrilmesinin “dinen caiz olup olmadığını”, anketörler erken seçim olursa bunun seçmeni nasıl etkileyeceğini tartışıyorlar. Konunun asıl muhatapları olan arkeologlar, sanat tarihçileri, müzeler, anıtlar ve koruma kurulları uzmanları ise toplu bir sessizlik içindeler. Türkiye’de bütün akademik kariyerini Bizans sanatı üzerine yapmış,  Ayasofya’nın yapısal dinamiği ve tezyinatı üzerine çalışmış nice uzman da bu sessizliğin içine gömülmüş durumda.

Bu sessizliğin sebebini anlamak kolay. Zira Ayasofya’nın müze olarak kalmasının sağladığı avantajlardan söz edilmesi durumunda, uzmanlar, “Türk ve İslam tarihinin mirasını reddetmek”, “ecdattan bizlere kalan değerlere ihanet etmek”, “camilere ve dini simgelere karşı çıkmak” gibi ithamlarla karşı karşıya kalabiliyorlar. Böylece Ayasofya’yı -kilise ve cami olduğu dönemleriyle- bir bütün olarak korumak isteyenler karşılarında yapının sadece cami olduğu dönemi önemseyen etnosentrik bir cephe buluyorlar. Siyaseten de gücü elinde bulunduran bu cephe, “tarihsel miras ve değerlere sahip çıkanların asıl kendileri olduğu” iddiasındalar. “Tanınmış” bazı tarihçilerin de desteğiyle, tamamıyla ideolojik ve siyasal amaçlardan beslenen bir fiili, tarihi bir yapının “aslına”, “Fatih Sultan Mehmed’in vakfettiği haline” döndürülmesi olarak yorumluyorlar. Böylece kendilerini “gerçek tarihi miras dostu” olarak lanse edebiliyorlar.

Sanırsınız ki Türkiye’nin dört bir yanında Osmanlı, Selçuklu, Artuklu eserleri oldukları gibi korunuyor, hepsi nasıl vakfedildilerse o halleriyle duruyorlar. Oysaki çok değil birkaç hafta önce Hasankeyf’in, bazıları coğrafyamızın en eski İslami mimari örnekleri olan on yedi civarı medrese ve camiyle birlikte sular altında kaldığını düşündüğümüzde söz konusu çevrelerin “ecdat değerleri” söyleminin nasıl altı boş bir zemine oturduğunu görüyoruz. Hasankeyf’te Mescid-i Ali Cami sulara gömülürken ve arkeologlar Hasankeyf’i kurtarmaya çalışırken, “ecdat değerleri” adına şu anda “teyakkuzda” olan çevreler neden sessiz kaldılar diye sormak gerekiyor. Ayrıca sürekli olarak Fatih Sultan Mehmed’in “vakfiyesinin vasiyeti”, “mirası”, “kılıç hakkı” gibi söylemlerini tekrar eden kimi meşhur tarihçilerimize, II. Mehmed’in Rum Patrikhanesi’ne devrettiği vakıf mülkleri hakkında ne düşündüklerini de sormak gerekiyor. Kozmopolit bir hükümdar olarak II. Mehmed, bilindiği üzere İstanbul’u tek bir inançtan insanların yaşadığı monolitik bir kent olarak tahayyül etmemişti. Kentin nüfusunu arttırmak ve ekonomik-kültürel açıdan geliştirmek maksadıyla imparatorluğun her bölgesinden kitlesel olarak İstanbul’a farklı inançlardan insanlar taşınmıştı. Fatih’in emriyle Mora ve Ege adalarından getirilen Rumlar ve Anadolu’dan getirilen Ermeniler, Balat, Edirnekapı, Samatya, Kumkapı, Narlıkapı, Beyoğlu, Gedikpaşa gibi birçok farklı semte yerleştirilmişlerdi. Bir zamanlar İstanbul nüfusunun yarısı Hıristiyan tebaadan oluşmaktaydı, bu nüfus ayrıca çok geniş vakıf mülklerine sahipti ve tüm bu sistemin mimarı da bizzat II. Mehmed’in kendisiydi. Yukarıda anılan çevreler İstanbul’da bir zamanlar gayr-i Müslimlere ait olan vakıf veya özel mülklerin de “miras” hakkının teslim edilmesi konusunu sessizlikle geçirerek çifte standartlarını göstermektedirler.

Her meslek grubu gibi arkeologlar ve sanat tarihçilerinin de olaylara öncelikle kendi mesleki etik kural ve değerleri üzerinden yaklaşmaları gerekmektedir. Nasıl ki bir hekim politik, sosyal, psikolojik iklime bakmadan, her kim olursa olsun hastasını iyileştirmek zorundaysa, arkeologlar, sanat tarihçileri ve müzeciler de kamuoyunu etkileyen günlük iklimle ilgilenmeden doğru olanı söylemek zorundadırlar. Bu mesleki bir etik çizgisidir. Bu çizgi önemsenmiyorsa kendi alanımızda şahsi başarıların bir değeri yoktur. Yarın bizler bu dünyadan ayrıldığımızda, insanlar bizleri akademik hayatımız kadar mesleki etiğimizle de anımsayacaklardır.

“KILIÇ HAKKI” KONUSU

Ayasofya kararında bazı çevrelerin “nazik olma” ihtiyacı hissetmeden, nesillerdir unutulmuş bir kavram olan “kılıç hakkını” öne sürdüklerini belirtmiştim. Son dönemlerde yaygınlaşan zorlama tarih dizileri izleyicileri dışında yeni nesil böyle bir kavramın varlığını dâhi bilmiyordu. Kuşkusuz bu türden tartışmalarda bir Orta Çağ terimi olan “kılıç hakkından” söz edilip durması hukukçuların haklı tepkilerine neden oldu ve böylesi bir meşrulaştırmanın tehlikelerinden söz edildi. Zira bilindiği üzere “kılıç hakkı” sadece yapılar, kentler veya taşınır mülkler için değil kişiler üzerinde de geçerliydi. Ayasofya kararını “kılıç hakkıyla” savunan biri teknik olarak İstanbul’da esir pazarının yeniden kurulmasını da savunabilir. Ancak bizim odaklandığımız nokta bu kavramın siyasal alanda değil, insanlık mirasını temsil eden tarihi yapılarla ilgili olarak ne ifade ettiği…

Aslında “kılıç hakkı” kavramına, günümüzde ona en çok başvuran çevrelerin karşı çıkması gerekirdi. Zira bu gün tarihsel İslam coğrafyasının neredeyse yarısı Müslüman olmayan yönetimlerin altındadır. Nitekim Türkiye’de aynı çevreler sürekli olarak Bosna’da, Makedonya’da, Yunanistan’da, Bulgaristan’da Osmanlı/İslam mirasının silinmesini engellemek için kampanyalar düzenlemektedirler. “Kılıç hakkı” gibi bir kavrama sarılmak, Sırpların Mostar Köprüsü’ne yaptıklarını meşru göstermiyor mu? Şu anda Hindistan’da iktidarda bulunan Hindu milliyetçisi Bharatiya Janata Partisi’nin (BJP) 1990’lardan beri Hindistan’daki tarihi camileri Hindu tapınaklarına çevirmesi bu kavramla onaylanmıyor mu? Benzer şekilde İsrail’in, altında Süleyman Tapınağı olduğu gerekçesiyle Mescidü’l Aksâ’yı dönüştürmek veya yıkmak istemesi; hatta ülkedeki tüm camileri sinagog yapması kendi “kılıç hakkınca” makul bir eylem değil mi? Doğu Türkistan’da Çin hükümeti benzer kararlar alsa bu kavram uyarınca haklı olmayacak mı? Bu türden soruları sonsuza dek uzatabiliriz. Türkiye’de belli kesimlerde var olan bu inanılmaz empati noksanlığından kaynaklanan Ayasofya kararı gibi eylemlerin tüm dünyada nasıl sonuçlar doğuracağının görülmek istenmemesi gerçekten ilginç bir husustur.

AYASOFYA NEDEN MÜZE OLARAK KALMALIYDI?

Kamuoyu Ayasofya’nın “yüzyıllara direnmiş sapa sağlam bir bina” olduğunu sanıyor olabilir. Hâlbuki Ayasofya, kubbesi defalarca onarım görmüş, taşıyıcı unsurları ve iç dekorasyonu sürekli olarak gözlem altında tutulması gereken hasarlı ve yorgun bir yapıdır. Ayasofya’nın restorasyon faaliyetlerinde görev almış mimar Hasan Fırat Diker “Ayasofya’yı artık sağlığına kavuşma imkanı olmayan hasta ve yaşlı bir adam olarak görmek gereklidir” diyerek bu durumu özetlemişti.[1] Hatta Ayasofya’nın müze olmasına prensip olarak daima karşı olmuş Semavi Eyice (1922-2018) dâhi Ayasofya’nın kubbesini statik olarak taşımakta zorlanan bir bina olduğunu, yapının sayısız müdahale sonucu ayakta durabildiğini dile getirmişti.[2] Müzeye çevrildiği dönemden günümüze Ayasofya’nın onarım ve koruma faaliyetlerinin durduğu bir yıl hiç olmadı. Tartışmalar boyunca Ayasofya’nın müze olduğu yılların, bazı kesimlerce “rezalet” dönemi olarak adlandırıldığını gördük. Oysaki müze dönemi olmasaydı, “bugün ziyaret ya da ibadet edilebilecek bir Ayasofya olur muydu” diye insan sormadan edemiyor. Seksen küsur yıllık bu rezalet (!) döneminde Ayasofya’nın yıpranmış taşıyıcı unsurları onarıldı, ana kubbenin kurşun levhaları yenilendi, bina rüzgâr ve yağmurun zararlı etkilerinden, çatıdan gelen su sızmalarından korundu, kuş yuvalarının verdiği tahribat engellendi, iç dekorasyon defalarca onarımdan geçirildi.[3] Ayasofya’yı ziyaret edenler bu yapının hiç bitmeyen bir şantiye alanı gibi olduğunu bilirler. Bu bakımdan teknik açıdan Ayasofya’yı kitlesel ibadete açmak ile Roma’daki Colosseum’u yeniden yarışlara açmak arasında bir fark yoktur. Geçmişte aynı çevreler Rumeli Hisarı’nda yapılan konserlere “tarihi yapının zarar gördüğü” gerekçesiyle karşı çıkarlardı. Nitekim artık bu konserler yapılmıyor. Ancak aynı “duyarlılığı” Ayasofya konusunda göremiyoruz.

Mimarlar, arkeologlar, sanat tarihçileri vb. Ayasofya’nın günümüzde de sürekli tadilata ihtiyaç duyduğunu, bu projelerin büyük meblağlar ve uluslararası örgütlerin teknik, uzman desteği ile gerçekleşebileceğini ve bütün bunların da ancak burası bir müze olarak kalırsa başarılı bir planlamayla yürüyebileceğini söylemek zorundadırlar. Tüm kurtarma ve koruma projelerinde büyük bütçeler ve teknik eleman desteği ile aktif rol oynamış olan Dumbarton Oaks Bizans Enstitüsü, UNESCO ve ICOMOS gibi uluslararası kuruluşlar, bu binanın müze olarak tescillenmesinin sağladığı olanaklarla sürece dâhil olmuşlardı. Kamuoyu bu konuda ayrıntılı bilgilere sahip olmasa da bu kurum ve kuruluşların Ayasofya’da koruma faaliyetleriyle ilgili uzun yıllara yayılan stratejileri, bu faaliyetlere ayırdıkları bütçeler ve 10 -15 yıllık planları var(dı). Bu faaliyetlerin sponsorları arasında, Ayasofya bir müze olduğu ve insanlığın ortak mirası olarak görüldüğü için projelerin arkasında duran kuruluşlar bulunmakta(ydı). Örneğin 1990’da kurşun çatı yenilenirken World Monument Fund’ın yaptığı bağış kullanılmıştı.[4] Yeryüzünde her inançtan ve siyasal görüşten kurum ve kuruluşlar konu Ayasofya olduğunda kendi ölçütlerinde koruma faaliyetlerine destek olmaktaydılar.

Yapının konsepti değiştiğinde uluslararası kurumların politikasının nasıl olacağını, “insanlığın ortak mirası olarak Ayasofya” imgesiyle “kılıç hakkı Ayasofya” imgesi arasındaki farkın maddi ve teknik yardım faaliyetlerine nasıl etki edeceğini bekleyip göreceğiz. Gerçi yabancı arkeoloji heyetlerinin kazı projelerine son vermiş ve restorasyon faaliyetlerinde de “yerli ve milli” bir siyaset izlemeye karar vermiş hükümet, “biz kendi göbeğimizi kendimiz keseriz” diyecektir elbette. Ancak Türkiye’deki restorasyon “standartlarının” yol açtığı felaketler akla geldiğinde bu husustaki “yerli ve milli” kıstasların Ayasofya’ya nasıl bir etkide bulunacağını düşünmek dâhi insanı ürkütüyor. Türkiye öznelinde İznik ve Trabzon Ayasofya’sında yaşananlar bu durumu yeterince açıklamaktadır. 1700 yıllık İznik Ayasofya’sı cami olduktan sonra (2011) vitraylarının sökülüp PVC pencereler ve cam kapı takıldığını, beşik tonozlu olması gereken çatının üçgen biçimini aldığını gördük. 800 yıllık Trabzon Ayasofya’sı da cami olduktan sonra (2013) çevresindeki yeşil dokuyu tamamen kaybetmiş, freskler ise levhalarla kapatılmıştı. Her iki yapı da cami olduktan sonra mecburi müdahalelere uğradılar, hutbe verilmesi için ses sistemi, cemaatin ısınması-serinlemesi için ısıtıcılar-vantilatörler, ayakkabılık eklenmesi gibi…

Bütün bunlar, yapıların orijinal dokusuna zarar veren ve onları tarihi niteliklerinden uzaklaştıran eklemeler olarak karşımıza çıkmaktadır. Nitekim Türkiye’deki Osmanlı camilerinin UNESCO Kültür Mirası Listesi’ne girememelerinin en büyük sebeplerinden biri de bu müdahalelerdir. Tarihi eser olarak tescillenecek nice camide karşımıza çıkan hoparlörler, minareden aşağıya uzanan kablolar, müezzin ve vaizlerin önündeki ses sistemi, duvarlara eklemlenen klimalar, namaz vakitleri ve ayetlerin yazılı olduğu dijital levhalar, kısacası yapının her tarafını kaplayan elektronik aksam kuşkusuz cemaatin konforuna hizmet etmekte; ancak yapının bütün dokusunu da bozmaktadır. Kamuoyunun belirli bir bölümüne tarihi yapılarda bu tür eklemelerin olmaması gerektiğini anlatmakta yetersiz kalıyoruz. Bu saydıklarımıza gerçekten kötü restorasyonlar sonucu iç tezyinatı yok edilen,” yepyeni” görüntüsü kazandırılan, hiçbir unsuru aslına uygun restore edilmeyen sayısız camiyi de ekleyebiliriz. Şimdi tüm bu saydığımız olgular Ayasofya için de potansiyel bir tehlike olarak karşımızda durmaktadır.

Yorgun bir yapı olan Ayasofya’ya, müze olduğu seneler boyunca, yapısal yıpranmanın artmaması için sınırlı sayıda ziyaretçi kabul edilmekte ve az sayıda insanın da ibadet etmesine müsaade edilmekteydi. Şu anda ise Ayasofya’nın neredeyse kentin ikinci kez fethedildiğini ima eden bir propaganda faaliyeti sonucunda -girişler de ücretsiz olacağına göre- çok yoğun kalabalıkların ilgisine mazhar kalacağı görülüyor.  Ancak Ayasofya’nın –kilise veya cami fark etmez- binlerce insanın aynı anda ibadet edebileceği dayanıklılığa sahip bir yapı olmadığı gerçeğinin her ortamda yüksek sesle söylenmesi gerekiyordu. Şu anda da yetkililer “sınırlı sayıda kişinin ibadete alınacağını” belirtiyorlar. Kimi kaynaklar 500, kimisi 1000, kimisi de 1500 kişiden söz ediyor, ki bu sayılar da aslında fazla. İçeriye girmek isteyen binlerce insanın nasıl sınırlandırılabileceğini hep beraber göreceğiz.

MOZAİKLERİN GELECEĞİ

Akıbeti merakla beklenen bir diğer husus da Ayasofya’nın iç dekorasyonu. Ayasofya, II. Mehmed tarafından camiye çevrildikten sonraki dönemlerde mozaikler sıvalarla örtülmüşlerdi. Bunların ne zaman kapatıldığı bir tartışma konusudur. II. Bayezid (1481-1512) döneminde hatta asıl olarak 18.-19. yüzyılda örtüldüklerine dair çeşitli kaynaklar bulunmaktadır. Bazılarının sıvalarının zamanla döküldüğü; ancak sonra yine örtüldükleri düşünülüyor. Sonuçta Ayasofya müze olana kadar mozaiklerin gelecekleri belirsiz biçimde saklı kaldıklarını biliyoruz. Eğer Ayasofya müzeye çevrilmesiydi, bu muhteşem mozaik koleksiyonu hakkında İtalyan restoratör Fossati’nin 1840’larda çizdiği eskizler dışında bir kaynağımız olmayacaktı. On yıllardır İstanbul’un simgesi olmuş, milyonlarca insanın görmek için kuyruğa girdiği mozaiklerden büyük ölçüde habersiz kalınacaktı. “85 yıllık rezalet” denilen müze dönemi tüm insanlığa bu mozaikleri, Bizans sanatının ihtişamını ve İstanbul’u tanıttı. Ayasofya mozaikleri sayısız doktora ve yüksek lisans tezine, bilimsel araştırma projesine konu oldu. Şu anda ise mozaiklerin önüne açılır-kapanır perde gerileceği veya karartılacakları şeklinde açıklamalar yapılıyor. Bu açılır kapanır perdelerin binanın yapısına vereceği zararı kestirmek zor.

Elbette daha önemli bir mesele de bekçilerin gözetimi altındayken sıkı bir disiplinle korunan, bazıları insanların elinin uzanabileceği kadar alçakta olan mozaiklerin bundan sonra fotoğraf çekme heveslilerinden veya “bir İslami ibadethanede bu türden figürlerin olmaması gerektiğini” düşünen ziyaretçilerden nasıl korunacağı konusu. Türkiye’de Hıristiyanlık motiflerinin kiliselerin üzerinde bile yer almasından rahatsızlık duyan veya parklardaki kendi halindeki heykellere bile zarar veren vatandaşlarımız var. Geçmişte kiliseden camiye çevrilen yapılarda sağda sola kalmış haç figürlerinin çakıyla kazınmasına benzer çok sayıda olay yaşandı. Kapadokya kiliselerini gezenler en ulaşılmaz noktalarda bile figürlerin nasıl tahrip edildiğine şahit olmuşlardır.

Her ne kadar Diyanet İşleri tasvirlerin ibadete engel olmadığına dair birtakım açıklamalarda bulunmaktaysa da İslam tarihi boyunca fakihlerin tasvirler konusunda net bir tavır geliştiremediğini de biliyoruz. Hatta genel kanının resim olan yerde ibadet olmayacağı şeklinde olduğunu söyleyebiliriz. Bu nedenle kalabalık bir cemaatle namaz kılınan bir mekânda Constantinus veya Iustinianus figürlerinin varlığına karşı nasıl bir tavrın gelişeceği, bu konuda Diyanetin de baskı altına alınıp alınmayacağını bekleyip göreceğiz. Nitekim Diyanetin de zaman zaman esen rüzgârlara göre fetva verdiğini, dün dinen caiz denilen uygulamalara ertesi gün onay vermediğine şahit olmaktayız.  Bu arada sürekli olarak Fatih Sultan Mehmed’in “kılıç hakkından” söz eden çevrelere, Rönesans sanatının takipçisi bir padişah olan II. Mehmed’in mozaiklere dokunmadığını –bazı kaynaklara göre üzerlerini dâhi örttürme gereği duymadığını- da hatırlatalım.

Öte yandan her türlü tahribatı dinsel nedenlere bağlamamıza da gerek yok. Müze veya ören yeri olmanın sağladığı korumadan yararlanmayan nice cami ve medresenin de büyük tahribatlara uğradığına defalarca şahit olduk. Cami duvarlarına, kitabelere, çeşme ve şadırvanlara kazınan isimler, sprey boyalarla yapılan kaligrafiler, kabristanlara atılan çöpler vandalizmin mutlaka teolojik sebeplere dayanması gerekmediğini bizlere yeterince öğretti. Bu saydığımız tahribat müze vasfı taşımayan ve günlük, kitlesel ibadete açık olan her camide bütün meslektaşlarımızın şahit olduğu sıradan durumlardır ve umarız Ayasofya bu türden vandalizme karşı da sürekli olarak korunmaya devam eder.

Sonuç olarak Ayasofya’yı ister “Ortodoks dünyasının simgesi” isterse “Fatih Sultan Mehmed’in mirası” olarak görelim, her iki durumda da bu muhteşem yapının korunması ve gelecek kuşaklara aktarılmasının en geçerli yolu, onun kitlesel ibadete açılmasından değil tam aksine müze kuralları çerçevesinde titizlikle korunmasından geçmektedir. Bizans’ın, Osmanlı’nın ve Cumhuriyet Türkiye’sinin simgesi olmuş Ayasofya’nın bütün unsurlarıyla geleceğe sağlam bir şekilde ulaşmasının yegâne gerçekçi yolu budur.

[1] Hasan Fırat Diker, Ayasofya ve Onarımları, Fatih Sultan Mehmet Vakfı Üniversitesi Yayınları,İstanbul 2016. Yazarın bir söyleşisi için: https://www.youtube.com/watch?v=hwwnXcSrzXw

[2] Semavi Eyice, “Ayasofya” Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt III, 1991, s. 207.

[3] Zeynep Ahunbay, “Bir Dünya Mirasının Korunması: Ayasofya”, Uluslararası Katılımlı 6. Tarihi Yapıların Korunması ve Güçlendirilmesi Sempozyumu / 2-3-4 Kasım 2017, s. 37-46.

[4] Ahunbay, a.g.e., s. 44.

Ulaş Töre Sivrioğlu
diğer yazıları