yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

AYASOFYA’NIN MAKETİ, KURTULUŞUN CAMİSİ! MURAT UÇANER: DİN SÖMÜRÜSÜNÜN SEBEBİ HALKLARI DAHA İYİ YÖNETMEK

SÖYLEŞİ VE FOTOĞRALAR: DENİZ KAR

Ayasofya hem Bizans’ın hem Osmanlı’nın hem Hristiyanların hem de Müslümanların kırmızı çizgisi. İki inanç sistemi de yerle yeksan olsa, her iki inancın da temsilcileri çıkıp ‘Ayasofya son kalemizdir, gasp edilemez’ diyeceği yer. Ayasofya’nın maketi, Antep’teki Meryem Ana Kilisesi. Zamanında Ortodoks Ermenilerin, bugünlerde Kurtuluş Camisi adıyla Sünni Türklerin kırmızı çizgisi. Bölgeyi ele geçiren güçlerin, egemenliklerini ilan edercesine dini yapılar üzerinde kurduğu tahakküm, Anadolu coğrafyasının her yerinde olduğu gibi Antep’te de karşımıza çıkıyor. Anadolu’da, zamanında bulunan üç misyonluk bölgesinden birisinin merkezi olan Antep’te, Ermeniler tarafından inşa edilmiş, katedral sayılabilecek bir kilise bulunuyor. Osmanlı döneminde kubbesiyle inşa edilen tek kilise olma özelliğine sahip bu yapının mimarı, Dolmabahçe Sarayı’nın da mimarlığını yapan ve dönemin saray mimarlarını içinde barındıran Balyan ailesi. Ayasofya’nın küçük bir maketi olarak tasarlanan bu kilise, soykırım döneminde Ermenilerin sevkiyat merkezi, savaş döneminde askeri depo, cumhuriyet kurulduktan sonra cezaevi, son 35 yıldır ise cami olarak kullanılıyor. Ayasofya’nın yeniden camiye dönüştürülmesi kararıyla, ibadethanelerin önemi çeşitli şekillerle tartışılmaya devam ediyor. Antep tarihine çokça kafa yormuş araştırmacı yazar Murat Uçaner ile bölge halkının geçmişten günümüze inanç sistemini, Meryem Ana Kilisesi’nin tarihini, ibadethanelerle birlikte dinin devlet katında nasıl bir yeri olduğunu konuştuk.

Bölge coğrafyasında Hristiyanlık inancına ait yapıların Ermeniler tarafından inşa edildiğini görüyoruz. Ermenilerin Hristiyanlık inancındaki yeriyle birlikte bölgenin demografik yapısı ve inanç sistemini konuşarak başlayabiliriz.

Çoğumuzun bildiği gibi Ermeniler Hristiyanlığı kabul eden ilk ulustur. 4. yüzyıl sonlarına kadar Pagan inancının egemen olduğu Ermenistan’da o tarihten itibaren ulus olarak İsavi inanca bağlanıldığını görüyoruz. Hatta Doğu Roma İmparatorluğu’ndan da önce, Hristiyanlık ulus olarak Ermenistan’da kabul edilmiştir. Bölgede ise 8.-9. yüzyıl’dan itibaren Ermenilerin varlığını görüyoruz. Önce Sof bölgesinde yaşayan Ermeniler, Romalılar tarafından uğradıkları baskıdan dolayı Dülük bölgesine yerleşiyor. 11. yüzyıl sonunda, bölgede yaşanan depremden sonra kent Dülük’ten bugün şehir merkezinde bulunan kalenin etrafına yayılmaya başlıyor. Buralara kilise de kuruluyor. Bir rivayete göre şu an Hışvahan olan yerin temelinde bir kilise var. Yalnız orası da değil bugün Bostancı Mahallesi dediğimiz yerde bir iki tane küçük şapel olduğu da rivayet ediliyor. Ancak bu konuda yeterli arkeolojik çalışma yapılmadığı için ne kadar yanlış ne kadar doğru bilemiyoruz. Bilinen ilk Ermeni kilisesi 12. yüzyılda yapılan kilise. Günümüzde Şehreküstü diye adlandırılan bölgede, 8. yüzyıl civarında kurulmuş ve bugünlere gelindiğinde harabeye dönmüş bir Süryani kilisesi de var. O kilisenin etrafında yerleşim de başlıyor. Bu kilisede hem Süryaniler hem de Grekler ibadetlerini yapıyorlar. Ancak 14. yüzyıldan itibaren kentte Süryani izi bulamıyoruz. Süryanilerin büyük çoğunluğunun baskılardan kaynaklı Besni-Gölbaşı civarına göç ettiğinden bahsediliyor.


Camiye çevrilen kilise binasının önünden geçen yoldan çekilen fotoğraf.

“YA DİN DEĞİŞTİRECEKSİNİZ, YA KENTİ TERK EDECEKSİNİZ”

12. yüzyıldan 14. yüzyılın ortalarına kadar şehir, güneyden gelen Arap istilacıları, kuzeybatıdaki Kilikya Krallığı, doğuda Edessa Krallığı arasında devamlı el değiştiriyor. Hiç birisi burada egemenlik kuramıyor. Bundan dolayı bölgenin demografik yapısı sürekli değişiyor. 1516 yılında, Osmanlı kenti ele geçirdiğinde Ermenilerin büyük çoğunluğu kenti terk ediyor. Bunun sebeplerinden bir tanesi din değiştirmeye zorlanmaları, “ya din değiştireceksiniz, ya kenti terk edeceksiniz” dendiğinde büyük çoğunluğu kenti terk ediyor. Kenti terk eden Ermenilerin arasında Kayseri’ye kadar gidenler de var ama çoğunluğu uzak noktalara gitmiyor, genelde yerleştikleri bölgeler Nizip civarı. Ermenilerin kenti terk etmesiyle Antep’teki ticari hayat sekteye uğruyor. Bunun sonucunda o dönemdeki Osmanlı yöneticisi Ermenilere haber gönderiyor ve Antep’e tekrar geliyorlar, ancak daha önce yaşadıkları bölgede yaşamıyorlar.

Dönemin tarihsel koşulları çerçevesinde kilisenin inşasını anlatır mısınız?

Ermeniler bugünkü Şehreküstü denilen bölgeye yerleştikten sonra Süryanilerden kalan kiliseyi tamir ettiriyorlar ve Hz. İlyas’a adıyorlar. Bu kilisenin etrafındaki yaşamları 18. yüzyılın ortalarına kadar devam ediyor. 1740’lı yıllarda bölgede bir deprem oluyor. O yılların kayıtlarına göre Antep’in nüfusu on bin civarında ve 3 bine yakın Ermeni Şehreküstü’den kentin batısına, Tepebaşı, Bey mahallesi, buralara göç ediyor. Bu olurken bu yörede yaşayan Müslüman halk da doğuya göç ediyor ancak bu yer değiştirmenin sebebini hiç bir şekilde bulamıyoruz. Şehreküstü bölgesinde Süryanilerden kalma kilisesi olan Ermeniler, yeni yerlerine geldiklerinde kiliseleri olmadığı için bir mağarayı Meryem Ana Kilisesi’ne çeviriyorlar, şu an Kurtuluş Camisi olarak kullanılan yer. Antep’teki mağaraların pek çoğu doğal değildir, taş ocağı için yapılmıştır. Bu da öyle ancak taş ocağı olarak ne zaman kullanılmış bilemiyoruz. Anlatımlara göre 75 metre uzunluğunda, 40 metre genişliğinde ve 12 metre derinliğinde bir mağara. 1770’e kadar burada kilise binası göremiyoruz.

OSMANLI DÖNEMİNDE KİLİSELERDE ÇAN YASAKTI

1780’li yıllarda mağara kilisenin olduğu bölgeye küçük bir kilise binası yapılıyor. Ancak çan kulesi yok, çünkü çan yasak. Osmanlı’nın kuralı. Bu yüzden ahşaptan küçük bir kule yapılıyor. 1812’de bir deprem daha oluyor ve yapılan küçük kilise hasar görüyor. Bundan dolayı geçici bir süreliğine yine o yer altı mağarasına girmek zorunda kalıyorlar. Çünkü kilisenin tamiratı için İstanbul’dan buyruk gelmesi lazım. Örneğin kilisenin damı akıyor, damı tamir ettirmek için izin İstanbul’dan gelecek. Bundan dolayı uzun bir süre kilise yapılamıyor. Uzun uğraşlardan sonra kilise tamir ediliyor ve kullanılmaya başlıyor. Ta ki 1830’lara kadar.

Ermeni toplumu Osmanlı döneminde batılı ülkelerle ilişki kurdu mu? Kurduysa bu durum inanç sistemini ne yönde etkiledi?

Ermeniler Ortodoks inanışını benimserler ve normalde homojen bir toplumdur. Bu özelliklerini 1830’lardan itibaren kaybediyorlar. 1830’ların başında Amerikan misyonerler kente gelmeye başlıyorlar ve kentteki koşulları iyi biliyorlar. 1800’lerin başından itibaren kentte Ermenice konuşmak Osmanlı yöneticileri tarafından fiili olarak yasaklanıyor. Misyonerler, kutsal kitabın daha iyi okunabilmesi için Ermeni harfli Türkçe İncil bastırıp geliyorlar. Halkın bir bölümü yavaş yavaş Protestanlığa kaymaya başlıyor. Protestanlık geldikten sonra halkın dini yapısı değişmeye başlıyor. Başlarda tepki almasına rağmen büyümeye devam ediyor. İlk etapta sekiz olan Protestan sayısı bir sene geçmeden üç yüzü buluyor. 1915’e geldiğimizde beş bini bulmuş oluyor.


Murat Uçaner

MİSYONERLER, ANADOLU’DA HANGİ MADENLERİN OLDUĞUNU ÖĞRENİYOR

Bu misyonerlerin Osmanlı topraklarına giriş amacı Osmanlı Yahudilerini ‘gerçek dine’ döndürebilmek. Bu da Filistin yöresinde başlıyor. Sadece Osmanlı’ya da gönderilmiyor misyoner, Çin’den Güney Amerika’ya kadar her yere evangelist Hristiyan gönderiliyor. Ayrıca misyonerler doktor, mühendis, öğretmen. Amaçlardan birisi kendi inançlarını yaymak, diğeri toplumlarda Amerika’ya karşı sempati uyandırmak. Bölgede doğal kaynaklar nelerdir, bu öğreniliyor. Bu Çin için de, Güney Amerika için de, Afrika için de, Osmanlı için de geçerli. Buralarda hep araştırma yapıyorlar. O dönemde yazılan kitaplara baktığımızda, Anadolu’nun hangi coğrafyasında hangi madenin olduğunu öğrendiklerini görüyoruz. Nihai amaç bu ancak söyledikleri, gittikleri bölgedeki insanları uygarlaştırmak. Kilise açmadan önce okul açıyorlar. Okul açmalarındaki amaç, bölgeye gelen bir misyonerin minimum on misyoner yetiştirmesi. Bu okullarda hem ilmi hem dini eğitim veriliyor. Amaç nitelikli din adamları yetiştirmek ve bölgede yaşayan insanların eğitim düzeyini yükseltmek. Bunu yaparken neyi amaçlıyorlar? Sormamıza gerek yok. Vasıflı eleman arıyorlar, kendi haklarını kendilerinden önce savunacak eleman arıyorlar. Misyonerlik faaliyeti yürüten kuruluşlar, devletten bağımsız çalışan kuruluşlar değildir. Günümüzden bir benzetme yapacak olursak, Fethullah Gülen cemaatinin Asya’da ya da Afrika’da ne işi vardı? Bana göre Fethullah Gülen cemaatinin yapılanması, misyonerliğin küçük bir taklidi.

ANTEP, MERKEZ MİSYONLUĞUN MERKEZİYDİ

O dönemde Anadolu Batı, Doğu ve Merkez olmak üzere üç misyon bölgesine ayrılmıştı ve merkezi bölgenin merkezi Antep’ti. Merkez Misyonluğun egemenlik alanı kuzeyde Sivas’a, güneyde Halep’e, doğuda Urfa’ya, batıda Adana’ya kadar uzanıyor. Anadolu coğrafyasında ilk Protestan kilisesi Antep’te Kayacık Mahallesinde açılıyor. 1850’de 200 civarı Protestan varken 10 bin civarı Ortodoks Ermeni var ancak Protestan kilisesi çok büyük, Ortodoks Meryem Ana Kilisesi harabe. Bu arada İngiltere’den gelen Katolik misyonerler de devreye giriyor. Şu anda Ömer Ersoy Kültür Merkezi olarak kullanılan Katolik kilisesi, 1868’de ibadete açılıyor. Cemaati 250-300 kişi olan Katoliklerin kilisesi yine Ortodoks Kilisesine göre gösterişli bir yapıydı. Bunun birinci sebebi maddi imkânlar, Kayacık kilisesinin ve Katolik kilisesinin yapımında dışarıdan yardım alınıyor. Protestan kilisesini Amerikalı hayırseverler yüklü miktarda para toplayarak yaptırıyor. Katolik kilisesi 3. Napolyon’un maddi yardımlarıyla yapılıyor ancak Ortodokslarda para yok.

Özellikle 1870’lere kadar, Antep ekonomisi kendi yağıyla kavrulan bir ekonomi. 1870’lere gelindiğinde kentteki eğitim artıyor, dışarıdan gelen misyonerler kentle dışarının bağlantısını kuruyor. İkinci bir Protestan kilisesi açılıyor, okullar açılıyor ve Ortodoks cemaat üyelerini devamlı kendilerine çekmeye çalışıyorlar. Bunun kilise ve Ermeni toplumu üzerinde zararlı olduğunu düşünen bir grup aydın para toplayarak bir okul yaptırıyor. Sırf çocuklarımız Protestan okuluna gidip dinden çıkmasınlar diye.  İkinci Protestan kilisesi, Ortodoks kilisesinin hemen yanında gösterişli bir bina. Ortodoks kilisesi cemaate yetmiyor. Kilisenin kapasitesi 350-400 kişi. 1870’lerden itibaren bir yardım kampanyası düzenleniyor ve 5000 Osmanlı altınlık bir fon oluşturuyorlar.

Osmanlı’nın İstanbul’u fethiyle Ayasofya Camiiye çevrilmişti. Ancak egemenliğini tekrar tekrar ispat etmek amacıyla Ayasofya’nın tam karşısına Sultanahmet Camii inşa edildi. Bugün Kurtuluş Camisi olarak kullanılan yerin de oldukça büyük bir yapı olduğunu görüyoruz. Kilise binasının büyük olmasının, görkemli ve güçlü görünmek ihtiyacıyla ilgisi var mı?

Mezhep değiştirmelerin bir bölümü maddi çıkara dayanıyor. Ortodoks iken Protestan olanlar beklediğini bulamayınca yeniden Ortodoks olabiliyor ya da Katolikliği tercih ediyor.  Antep Ermenilerinin arasında söylenen bir deyim vardır, “un bitti din gitti” diye. Ortodoks Ermeniler kendilerini haşmetli gösterebilmek ve halka, “bakın bizim bu kadar gücümüz var” demek için bu kiliseyi yaptırmak zorundalar. Büyük bir kilise yaptırmak için İstanbul patrikliğiyle iletişime geçiyorlar. İstanbul patrikliği de kendilerine Balyan ailesini ayarlıyor. Balyan ailesi Dolmabahçe sarayını yapan ve 250-300 sene boyunca saray mimarı olan aile.  Patriklik bu kadar büyük bir kiliseye ihtiyaç olmadığını en azından iki farklı kilise yapılması gerektiğini söylüyor. Cemaat bunu kabul etmiyor, Sarkis Balyan bir proje çiziyor. O dönem kilisenin yapımını üstlenen komite Balyan’ın çizmiş olduğu projeyi küçük buluyor. Projeyi beşte üç oranında büyüterek bugün gördüğümüz yapıyı inşa etmeye karar veriyorlar.

“AYASOFYA’NIN KÜÇÜK BİR MAKETİ”

Meryem Ana Kilisesi mimari olarak Ayasofya’nın küçük bir maketi. Sarkis Balyan Ayasofya’nın yapısından esinlenerek yapmış. Kiliseye kuşbakışı bakıldığında kare bir haç görürsün. Ayasofya’da da aynı şekildedir. Mersin, Adana, Maraş, Adıyaman, Urfa, Diyarbakır, Mardin’in de içinde bulunduğu çevre illerin en büyük kilisesi. Osmanlı döneminde yapılmış yegâne kubbeli kilise. O dönemde yapımına izin verilen kiliselerin boyunun kentteki en yüksek minareyi geçmemesi lazım ama bu geçiyor. Bunu nasıl becermişler bilmiyorum. 1872’de inşaata başlanıyor. Sonrasında Rus-Osmanlı savaşının patlak vermesi, maddi imkânsızlıklar gibi sebeplerle yirmi sene sonra ancak kilisenin kubbesinin altındaki bölüme kadar inşa ediliyor. 1892, kubbe bitmeden kilisenin ibadete açıldığı tarih. Kilisenin esas açılış tarihi kubbenin üstüne haç konulan tarihtir. 1894’te kubbe yapılıyor ve haç konuluyor. Kilisenin iç kısmında herhangi bir dekorasyon yapılamıyor çünkü para bitiyor.

Kilisenin kampüsünün içerisinde çeşitli yapıların olduğu ancak sonrasında yıkıldığı söyleniyor. Bu yapılarla birlikte ele aldığımızda Meryem Ana Kilisesi, katedral sayılabilir mi?

Piskoposluk binası kilise kampüsünün içinde, o dönemde görev yapan din adamlarının büyük çoğunluğu yine kampüsün içinde bulunan lojmanlarda kalıyor. Bugünkü kilisenin bahçesinin etrafında on bir tane daha bina var. Bir kısmı kütüphane olarak, bir kısmı din adamlarının odası olarak kullanılıyor. Kilise binasının aşağısına da kiliseye gelir olması için on üç tane dükkân yapılmış. Günümüzde kilisenin önünden geçen büyük yol o zaman yok. Piskoposluk binası da kampüsün içinde olduğu için katedral diyebiliriz. Kilisenin içinde mezarlıklar da var. Ölen din adamları ya da kentin önemli kişileri kilisenin içine gömülüyor. Şu an cami ama dışarıya bakan camlar ile içerinin duvarları arasında bir boşluk var ve orada 6-7 din adamının mezarı var. Bu mezarlar yatık, dik mezara Osmanlı izin vermiyor. Dili yasaklayan bir anlayışın bunu da yasaklaması gayet doğal değil mi?

1915 ve sonrası kiliseyi hangi yönde etkiledi?

1915’in eylül ayına, yani sürgüne kadar yapı kilise olarak kullanılıyor. 1915 sürgününden önce Antep’te yedi tane kilise var, bunun altı tanesi aktif olarak çalışıyor. Sürgün süreci başladıktan sonra kiliseler tek tek kapatılıyor. Kapatılan kiliseler değişik amaçlarla kullanılıyor. Sürgün sürecinde devlet, Antep’ten kaçan Ermenilerin mallarını kayıt altına aldığını ve emanete koyduğunu söylüyor. Meryem Ana Kilisesi bir ay emanet deposu olarak kullanılıyor. Sürgün işlemi tamamlandıktan sonra emanetteki bütün mallar müzayedeye çıkıyor ve hepsi satılıyor. El konulan malların satılmasının ardından 1916’nın sonlarına kadar kilise Osmanlı tarafından askeri depo olarak kullanılıyor.

ERMENİLER, TEHCİR DÖNEMİNDE KİLİSEDE EZİYET ÇEKEREK ÖLDÜLER

Daha sonraki süreçte kuzeyden Suriye çöllerine giden Ermenilerin sevkiyat merkezi olarak kullanılıyor. Sevkiyat merkezi olduğu dönemde Suriye’ye gönderilen Ermeniler burada bazen üç gün bazen üç ay kalıyorlar. Özellikle 1. Dünya Savaşı döneminde katliamlarla ölen insanlar kadar salgın hastalıktan ölen insan var. O zamanın en büyük salgın hastalıkları tifo ve tifüs. Tifüsün en büyük sebeplerinden birisi bit. Sevkiyat merkezi olarak kullanıldığı dönemde görgü tanıklarının anlatımına göre, yerler bitten gözükmez haldeydi, insanlar yürürken patır patır bitleri öldürüyordu. Sevkiyat merkezine gelen müfettiş, “zaten bunları hariçten öldürmeye gerek yok, bunlar kendi kendine ölür” diyordu. İnsanlar üç gün, beş gün, bir ay eziyet çekerek ölüyorlardı. Bu dönemde kilisenin iç kısmı da çok büyük hasarlar görüyor. Silah arama bahanesiyle kilisenin içerisinde kazı yapılıyor, amaç kiliseyi tahrip etmek. Duvarlara dışkıyla yazılar yazılıyor. Bu yazılar ağır hakaret ve küfürler içeriyor.

1918’de 1. Dünya Savaşı bitip Mondros Ateşkes Antlaşması imzalandıktan sonra hayatta kalabilen Ermeniler kente dönmeye başlıyorlar. Sürgüne gönderilen Ermeni sayısı yaklaşık 30 bin olsa da geri gelenler 12 bin civarı. 18 bin kişinin yüzde seksenine yakını hayatını kaybediyor. Yüzde yirmi civarı değişik ülkelere yerleşiyor. Geri dönenler de bir taraftan İngiliz işgaline direnerek kiliseyi ibadete açıyorlar. 1 Nisan 1920’de başlayan, Antep Harbi döneminde de kilisede ibadet devam ediyor. Harp döneminde kampüsteki binalardan bir tanesi Ermeniler tarafından askeri malzeme üretim merkezi olarak kullanılıyor. Burada bozulmuş silahlar tamir ediliyor, bomba üretimi yapılıyor. Bu dönemde Müslümanlar bu bölgeye giremiyor bu yüzden bölgede yoğun çatışma da olmuyor. Kendirli Kilisesi’nin duvarlarında kurşun izleri görülür ancak şu an Kurtuluş Camii olarak kullanılan Meryem Ana Kilisesi’nin binasında kurşun izleri yoktur.

Meryem Ana Kilisesi’nin binası ibadete ne zaman kapanıyor ve camiye ne zaman dönüştürülüyor?

Bina 25 Aralık 1922’ye kadar kilise olarak kullanılmaya devam ediyor. 25 Aralık 1922 kilisenin ibadete temelli kapandığı tarih ve Antep’in kurtuluşu olarak geçer. Cumhuriyet ilan edildikten hemen sonra 1925-1926 yıllarında kilise binası hapishaneye dönüştürülüyor. Ermenice kaynaklardan okuduğuma göre, giderken “savaştan sonra nasıl olsa geri döneriz. İngilizler, Fransızlar bizim bir şekilde yurdumuza dönmemizi sağlarlar” diye düşünüyor Ermeniler. Bu yüzden silahların bir bölümünü kilisenin mağarasına saklıyorlar. 1930’lu yıllarda mahkûmlardan bir bölümü o silahları buluyor, cezaevinde bir isyan çıkartıyor, yedi veya sekiz idamlık mahkûm bu isyandan yararlanıp cezaevinden kaçıyor. 1984’e kadar hapishane olarak kullanılıyor. Kilisenin çanı ne zamana kadar durdu bilmiyoruz. Ama 1961’de çekilen bir fotoğrafta kilisenin çan kulesi ve çanı duruyor. Ondan sonra belki de camiye dönüştürülme sürecinde çan ortadan kaybolmuştur. Yapılan resmi açıklamalara göre çanın nerede olduğu bilinmiyor. Kilise binasının altındaki dükkânlar cezaevi döneminde de kullanılıyor. Kilise binasının çevresindeki binalardan ayakta kalan sonuncusu şu anda belediyenin misafirhanesi olarak kullanılıyor.

“TÜRK BAYRAĞI ASILI OLAN TEK CAMİ”

1984’te, kilise camiye dönüştürülürken nereden çıktığı belli olmayan bir vakfa devrediliyor. Vakıfla ilgili bir bilgiye ulaşamıyoruz. Bu vakıf diyanet vakfına bağışlıyor, onlar da diyanet işleri başkanlığına devrediyor. Cami olarak kullanılmaya başlandığında içinde Türk bayrağı asılı olan tek camiydi. Ermenilerin horan dediği altar bölümünde, duvarın arkasında haç sembolü olduğu için neredeyse duvarı boydan boya kaplayan Türk bayrağı var. Ben Türkiye’de pek çok camiye girdim çıktım, hiç birinde duvara asılı bayrak görmedim. Camiye verilen isim de ilginç: Kurtuluş. Farklı isimler verilebilirdi. Neyin kurtuluşu? Restorasyon bittikten sonra diyanet işleri başkanının bir konuşması var, “ata yadigârı bir bina” diyor. Mantıklı bir insan bunu demez. Cami yapıldıktan sonra iki veya üç defa restorasyon yapılıyor. Çan kulesi yerinde duruyor ancak yaklaşık 1 metre 20 santim yüksekliğindeki çanın nerede olduğu bilinmiyor. Kilisedeki izleri yok edebilmek için o kadar fazla çaba harcandı ki, mesela restorasyon çalışmaları döneminde kilisenin etrafındaki eski mezarlıktan çıkan taşlar, ikinci gün fotoğraflamaya gittiğimizde ortada yoktu.

Ayasofya tartışmalarıyla birlikte ele aldığımızda, kiliseleri camiye çevirmek yahut çok sayıda ve gösterişli cami inşa etmek sadece AKP hükümetinin politikalarıyla açıklanabilir mi?

Anadolu’da Ortodoks kilise ve manastırın toplam sayısının üç bin civarı olduğu söyleniyor. Bunun yüz tanesi ya ayaktadır ya değildir. Bunların da çok az bir kısmı ibadete açıktır. Kilisenin camiye dönüştürülmesi bana göre yanlış, ama Antep’te 18. yüzyılın sonundan 1915’e kadar yedi tane kilise yapıldı, şu an ayakta kalan üç tanesi. Osmanlı egemenliği altında on tane kilise varsa sekizini camiye çevirmiştir. Doğu Anadolu’da çevirememiştir isyandan korktuğu için. Bu AKP ile alakalı bir şey değil, bana göre AKP’nin izlediği politikayla ikinci Abdülhamid’in izlediği politika arasında hiçbir fark yoktur. Ya da ikinci Abdülhamid’in izlediği politika ile Mustafa Kemal’in veya İsmet İnönü’nün veya Celal Bayar’ın izlediği politika arasında hiçbir fark yoktur. Türkiye Cumhuriyeti’nde başa gelmiş bütün iktidarların politikası aynıdır; tek millet, tek bayrak, tek din. 1958’de Demokrat Parti’nin egemenliğinin en yüksek olduğu dönemde bir cami müzeye dönüştürülüyor. AKP döneminde cami yıkılmıyor mu, yıkılıyor. Ama biz duymuyoruz. Burada özellikle üzerinde düşünülmesi gereken, bu kilisenin camiye dönüştürülürken Kurtuluş Camisi adını alması. Kentte taşlarından yararlanmak için pek çok kilise yıkıldı. Camiye çevrilmese akıbeti ne olurdu kim bilir. Bana göre camiye çevrilmesi kötü oldu, müzeye çevrilmesi bana göre daha iyi olurdu ama hiç değilse yapı var. Pek çok kilisenin yeri dahi bilinmiyor.

“HALKLARI DAHA YÖNETMEK İÇİN”

Kilisenin camiye çevrilmesi demek, biz burayı tamamen egemenliğimiz altına aldık demek. Ki cezaevi döneminde çan da duruyor, kilisenin tepesindeki haç da duruyor. Ama camiye çevrildiğinde ne haç ne de çan kalıyor. Kule zaten şekli değiştirilerek minareye çevriliyor. Kent tarihi yazılırken ya da resmi turizm rehberleri anlatırken cami olarak yapıldı diyor. Bu sadece AKP hükümetiyle alakalı değil devletin uyguladığı politika. İş adamları, müteahhitler destekliyor bunu, örnek veriyorum adamın 500 dönüm arazisi var, 20 dönümünü bağışlıyor cami yapıyor, gerisini imara açıyor. Antep’te, örnek veriyorum, 100 kişilik kapasitesi olan kaç camide yatsı namazında 10 kişi bulunuyor? Ama ne yapıyor, bir müezzin, bir imam, üç tane temizlik görevlisi maaş alıp keyiflerine bakıyorlar. Kendine de taraftar yaratıyor bu şekilde. Devletin uyguladığı politikanın sebebi din sömürüsü. Din sömürüsünün sebebi halkları daha iyi yönetmek. Bundan kolay yol mu var?

diğer yazıları