Dünya prömiyerini ilk olarak 2022 Cannes Film Festivali’nde French Touch Jüri Ödülü’nü kazanarak yapan film “Güneş Sonrası” (Aftersun), yönetmen Charlotte Wells’in ilk uzun metraj filmi. Film 6 Ocak itibariyle MUBİ’de gösterime girerek Türkiye’deki izleyicileri ile de buluştu. Filmdeki baba rolü ile beğeni toplayan Paul Mescal (Calum) ise 95. Oscar ödüllerine “en iyi erkek oyuncu” dalında aday gösterildi. MUBİ’nin “çocukluğundan kalma tatil fotoğrafı paylaş” etkinliği ile sosyal medyada da geniş bir izleyici kitlesinin merakı ile buluşan film, ‘nostalji’ keyfinin sınıfsallığına dair tartışmalara da kapı araladı. Bir kesim tatil beldelerinden çocukluk fotoğrafları paylaşırken “çocukluğunda hiç tatile gidememiş olanlar” ise yazları köyde koyun otlatırken, kuran kursundayken ya da ailesi ile yaylada çay toplarken fotoğraflarını paylaşarak etkinliğe dahil oldu. Filmdekine benzer bir sınıfsal ve bir o kadar da ‘seküler’ tatil deneyimini kendi çocukluğunda deneyimlemeyenleri ise ‘nostalji’, ‘yas’, ‘hasret’ gibi olguları çağırarak yine de kendi hikayesinin içine alabildi film. Yönetmen Wells kendi cümleleri ile filmin duygusunu şöyle ifade ediyor: “Söz dağarcığıyla epey zengin ve İngilizceye tercüme edilmesi zor bir dil olan Türkçede, hasret kelimesi özlem duymanın, sevginin ve kaybın taşıdığı anlamların bir araya gelmesinden oluşuyor. Bu bağlamda, filmin duygusunu açıklamak için de fazlasıyla yerinde bir sözcük”.
Bu yazıda filmin öne çıkardığı “hasret” duygusu yerine dünün ayrıcalıklarını kaybetmiş olmanın farkındalığı ile çocukluğu huzursuz edici bir ‘nostalji’ye dönüştüren duygunun kesişimine odaklanmayı tercih ediyorum. Belki de 1990’lı yıllara günümüzün sosyo-ekonomik kayıplarından bakmak, zamanında aynı gökyüzünün altında olanların da yitirdiği ayrıcalıklardan kaynaklı o göğün altına hiç girememişleri pek de rahatsız etmedi aslında. Böylesi bir tatil deneyimi yaşamamış olan izleyicilerin büyük bir kısmı (hangi sınıfa işaret edildiği aşikâr) ailesiyle nadir geçirdiği ‘özel’ zamanlardaki ‘yarım’ neşenin burukluğunda izledi Sophie’yi belki de. Bu yazının amacı, “Güneş Sonrası”nı vesile ederek aynı gökyüzünün altında ol(may)anların çocukluğundaki yarım duyguların izini sürmek.
“Her Şey Dahil Değil” Bilekliğinde Somutlanan Yarımlık
Öncelikle filmin kısa bir özetini geçelim: Ebeveynleri boşanmış olan 11 yaşındaki Sophie (Frankie Corrie) ile 30 yaşındaki babası Calum (Paul Mescal) yaz tatili için Muğla’nın Fethiye ilçesinde bir otele gelirler. Baba-kızın aralarındaki temkinli, dikkatli ama bir o kadar da ‘kontrolsüz’ duygu boşalmaları içeren ilişkiyi Sophie’nin kamerasından (aynı zamanda yetişkin Sophie’nin bugünkü hafızasından) izliyoruz. Film boyunca baba ve kızı, bir günden diğerine geçerken; güneşlenirken, yüzerken, fıçı biranın eksik olmadığı yemek masasında akşam yemeği yerken izliyoruz.
Kimin çocuk kimin ebeveyn olduğu basit ya da gündelik diyaloglar içerisinde belirsizleşir ve yer değiştirirken; yarım ebeveynlik ve çocukluk ile duyguların yarımlığı da uyum içerisindedir. Film boyunca duyumsadığınız güneş kremi ve klorlu havuz kokusuna, sıcak bir yaz gecesinden burna gelen ıhlamur ağacı ve hafif esintiden kımıldanan dalgaların sesine rağmen “iyi” olan hiçbir duygu tam değildir. Yaşamın kendi gerçek ritmi ile uyumlu bu yarımlık belki de rahatsız edici bir nostalji yaratıyor izleyici için. Bu yarımlık babanın psikolojik sorunlarından ya da sebebi belirsiz mutsuzluğundan kaynaklanmıyor. Aksine, filmde güneş kremi kokusunu duyumsamayanların dahi ortaklaşabildiği en önemli unsur ailecek deneyimlenen özel zamanlarda, belki bir bayram ziyaretinde ya da mesainin olmadığı bir pazar pikniğinde çocuk duyguların yerini ailenin ekonomik kaygılarını gözeten bir ‘yetişkin’ ciddiyetinin alması. Tam da ‘all inclusive’ (her şey dahil) bilekliğin somutladığı ‘eksiklik’ gibi tatilin ya da özel bir aile etkinliğinin heyecanının ardından hemen beliren burukluklar.
Calum’un kilim satıcısına, fotoğrafçıya ya da herhangi bir satıcıya sorduğu “kaç lira?” sorusu ile diken üstünde hissetmeyen olmuş mudur? Ya da kendi çocukluğunda ailesi ile güzel bir vakit geçirirken ebeveynlerinin “kaç lira?” sorusunun karşılığında alacağı yanıttan babasının ya da annesinin yerine kaygı duymayan? Bu kaygıyı ya da yoksunluk hissini yakalamayanlar ile aynı gökyüzünde değiliz muhtemelen. Ama “Güneş Sonrası”, her ne kadar MUBİ başka şekilde ‘pazarlasa’ da sanılanın aksine güneşli bir günü değil; güneş sonrasında hemen gelen o yanığın huzursuz edici varlığını konu ediniyor.
“Bahçede oturuyoruz, çay koyup içiyoruz. Tek sosyal yaşantımız o”
Sophie ve babasının Türkiye’ye tatile geldiği 1990’lı yıllar dünya ekonomisi açısından, İskoçya gibi endüstriyel üretimin azalmış olduğu ülkelerde, IMF ve Dünya Bankası tarafından uygulanan neoliberal politikaların etkisiyle işçi sınıfının sorunlarının daha da belirgin hale geldiği bir dönemdi. Özel sektörün rolünün artırılması, işletmelerin serbestleştirilmesi gibi önlemlerle ile özellikle, madencilik, sanayi ve hizmet sektörlerinde işçi sınıfının ücretleri ve çalışma koşullarında büyük bir düşüş yaşandı. Dolayısı ile İngiltere ve İskoçya işçi sınıfı açısından Türkiye’nin tatil beldeleri daha uygun ve cazip bir tatil seçeneğiydi…
Peki o yıllarda Türkiye’de yaşayanlar açısından tatil yapabilmek lüks müydü? Aynı göğün altında olmadıklarımız açısından elbette o zamanlarda da lüks değildi. Fakat bugün hem orta direk hem de işçi sınıfı açısından işler değişti. Bir LC Waikiki işçisi birkaç sene öncesine kıyasla bugünkü durumu şöyle anlatıyor: “Memleketlerimize bile gidemiyoruz artık, bırakın tatili. Dibimizde ada var. Adaya bile gidemiyoruz. Deniz göremiyoruz biz”.[1] Aftersun’ın huzursuz edici nostaljisi tam da burada: Günden güne maddi koşulların daha da kötüye gittiği ve birtakım kazanımların eridiği bugüne kıyasla “altın yıllar”ımızı hasretle anıyoruz!
O yıllarda ancak kamu sektöründe çalışan emekçilerin birtakım kazanılmış hakları (yıllık izin, yıllık ücretli tatil, kurum kampları) neticesinde tatil olanaklarına erişebildiği söylenebilir. Sophie ve babası gibi yazlık beldelerdeki otellere gidemese de (henüz özelleştirilmemiş) kamu kurumlarının kendi bünyesinde çalışanlara sağladığı kurum kamplarından bir kesim faydalanabiliyordu. Benim de çocukluğumda Devlet Su İşleri’nde işçi emeklisi olan dedem ve anneannemle yaptığım yaz tatillerinde dedem ile birbirimizi kuma gömme ritüelimiz de bugünün şartlarında gerçekleşemezdi galiba.
Calum: Kronik “Mutsuz” Değil İşçi Bir Baba
Her ne kadar Calum (kabaca) başarısız, düzenini oturtamamış ve yıkık biri olarak resmedilse de tüm dünyada bir krizin, işsizliğin olduğu bu yıllarda ekonomik sorunlarını rayına oturtmaya çalışan tipik bir işsiz Calum. Yine de Wells bu kitlesel işsizlik ile bağlantılı (ya da değil) kaynağı belirsiz psikolojik sorunları olan bir baba olarak resmetmek istemiş olabilir Calum’u. Bu yüzden Charlotte Wells’in kendi “Güneş Sonrası”nı askıya alıp mevcut tartışmaları bükmeye devam edeceğim.
Çok açık ki film boyunca Calum’un kaynağı belirsiz bir mutsuzluk tarafından yavaş yavaş parçalanmasını, Sophie’nin babasının yüzüne diktiği uzun ve meraklı bakışlar ile izliyoruz. Calum’un mutsuzluğu Sophie için olduğu kadar izleyici için de çözülememiş bir giz haline geliyor. Bu “depresyon”un kaynağı öyle belirsiz ve tekinsizdir ki Calum her an otelin balkonundan aşağıya atlayacak ya da kendini denizin karanlığına bırakacakmış gibi bir tedirginliğe kapılırız. Sophie’nin babasına sorduğu zorlayıcı sorulara Calum’un ver(me)diği yanıtlara dayanarak yapılan çıkarımlar ise izleyiciyi çoğunlukla “mutsuz ve travmatik bir çocukluk” yaşadığı fikrine götürüyor.
Sophie video kamerayı açar ve şöyle sorar babasına: “11 yaşına yeni girdim. Sen ise 30 yaşındasın. İki gün sora 31 yaşına basacaksın. 11 yaşındayken şimdi ne yapacağını hayal etmiştin?” diye sorar. Bu rahatsız edici soru ile Calum’u karaoke yapmayı reddettiği günküne benzer bir gerilim içinde buluruz yine. Ardından gelen “11. Doğum gününde ne yapmıştın?” sorusuna ise “11 yaşıma bastığımda kimse o günün doğum günüm olduğunu hatırlamadı. Anneme doğum günüm olduğunu söylediğimde çok sinirlendi ve beni kulaklarımdan tutup babamın beni oyuncakçıya götürüp bana bir oyuncak almasını sağladı” diyerek yanıt verir. Sophie’nin çok utanç verici ve komik bulduğu ama babasının sakinleştiricisi olan Tai Chi hareketlerinin nedenini “çocukluk travma”larında somutlarız bu sahneyle beraber. Kötü çocukluk geçirmiş, ailesinden sevgi görmemiş ve genç yaşta evlenip hayatını düzene koyamamış bir babanın sancıları… Elbette yönetmen Wells bu şekilde sınırlandırmak istemiş olabilir Calum’un sıkıntılarını. Fakat bu Lacan’cı psikanaliz okumalarına karşı daha az karmaşık olan başka bir önermede bulunuyorum.
Calum, düzenli bir işi olmayan ama kendi işini kurma çabası içerisinde geçici işlerde çalışan bir işçidir aslında. Bu nedenle onda çok tipik ve birçoğumuzun çocukluğundan hatırlayabileceği tanıdık bir gerilim ve yoksunluk sancısı da vardır. Ve belki yine Sophie’nin yetişkin ciddiyetini şekillendiren o tanıdık “anlayış”ı da hatırlıyoruz film boyunca: Kendi çocukluğumuzu. Güneş yerinde ve her şey yolundayken bile bir anda herkese oturan ağır kasveti. Bu açıdan en vurucu sahnelerden birini, baba kızın dalış yapmaya gittikleri günü hatırlayalım. Suyun içinde dalışa hazırlanırken Calum dalış maskesini Sophie’ye doğru fırlatır ama Sophie bunu görmez. Dalış gözlüğü denizin içinde kaybolur. Denizden çıktıklarında Calum yine sessiz ve gergindir. “Bana doğru attığını görmedim maskeyi. Biliyorum, pahalıydı” der Sophie babasına. 11 yaşındaki Sophie’ye bu tanıdık cümleleri kurduran belki de zar zor denk getirilerek alınmış bir tatil paketinin, dalgıç maskesinin veya hiçbir zaman gerçekleşmeyecek bir şan dersinin farkındalığıdır.
“Aftersun”ın güneşi ve nostaljisi belki de içimizi bu yüzden ısıtmadı. Ne dersiniz?
[1] Hilal Tok, İşçiler için artık tatilde memlekete gitmek bile lüks, Evrensel Gazetesi
https://www.evrensel.net/haber/463600/isciler-icin-artik-tatilde-memlekete-gitmek-bile-luks