Nitelikli edebi eserlerin ve eleştirinin olmadığı ya da yok denecek kadar az olduğundan dem vuran şikâyetler her geçen gün artarken, diğer yandan da özellikle dijital ortamda birbiri ardına edebiyat mecraları açılıyor. Modern tıbbın insan vücudunu parçalara ayırıp uzmanlaşması, uzmanlaşan tıbbın bütünün sağlığını giderek gözden yitirmesi gibi, vasatlığından şikayet edilen edebiyatı çevreleyen ekonomik, siyasi, sınıfsal, felsefi gerçekler de göz ardı ediliyor. Edebiyatçı içinde nefes aldığı, yaşadığı, oyun kurduğu toplumun ekonomik, sınıfsal, toplumsal gerçeğini biraz olsun bilmeden, okumadan yazmakta, üretmekte bir beis görmüyor. Günümüzde iktisatçı, tarihçi, sosyolog, psikolog yeteri kadar olmasa da edebi eserler okurken, yazar iktisat, tarih, felsefe, sosyoloji vb. okumak gereği duymuyor. Sadece öykü, roman okuyarak yazmaya kalkışan –o da güncelle ve yeni çıkanlarla sınırlı kalan- yazma heveslisi kesim, doğal olarak kendisi de düşünsel bir üretim olan edebiyat alanında vasat eserlere imza atıyor. Edebiyat fakültelerinin yapısı, müfredatı ve mevcut eğitim sistemi zaten bu durumu besliyor. Hal böyle olunca, birbirini onaylayan, beğenen, beğenmek zorunda olan bir ‘yüksek’ edebi ortam doğuyor. Burada basılı öykü, roman, yazar/yazan sayısının ya da dergi, dijital mecra sayısının artması kesinlikle kaliteyi yükseltmediği gibi, sorunun az ya da çok eser, kişi, mecra olmadığını da görmek gerekiyor. Sorun şikayet edildiği gibi herkesin yazar olması, okurun olmaması değil, düşünsel üretimin olmamasıdır.
Düşünsel üretim toplumsal olarak neye bağlıdır, düşünsel üretimi koşullayan ortamı nasıl tanımlayabiliriz? Konu çok kapsamlı olsa da düşünsel üretimi farazi ya da kişisel değil, toplumsal, yani toplumun içinden geçtiği ekonomik, siyasal, sınıfsal süreçlerle birlikte ele almak zorundayız. Edebiyat bu süreçlere karşılık vermek, çözüm bulmak durumunda değilse de anlamak, sezmek dışında bir çıkış yoluna da sahip değildir. Aksi taktirde edebi üretim sabun köpüğü gibi geçici, etkisiz, vasat kalır, hatta krize sürüklenir. Dikkat edilirse, bu kavramlar hiçbirimizin yabancı olmadığı, bugünümüzü niteleyen kavramlardır. Vasatlık, sığlık, yüzeysellik, okursuzluk, kriz sözcükleri edebiyatımızın bugününü anlatmaktadır. Ülkenin, bölgenin, hatta dünyanın içinden geçtiği süreç izlendiğinde bu durumun da tesadüf olmadığı rahatlıkla görülebilmektedir. İstenildiği kadar inkar edilsin, edebiyat toplumla koştuğunda edebiyattır ve çağına damgasını vurur. Edebiyatçı olmak bir ayrıcalık ya da paye değilse de sorumluluktur. Yazdıklarımızdan sorumluyuz, yazdığımız topluma karşı sorumluyuz.
“OLAY YOK, KAHRAMAN ÖLÜ, MEKÂN GRİ…”
Peki neler yazıyoruz? Yaklaşık yirmi yıldır yazan, bunun son yedi sekiz yılında ise yazmanın yanında editörlük yapmayı da sürdüren biri olarak, “Neler yazıyoruz?” kısmında ister istemez epey gözlem yapmak olası. Mevcut tartışmalara bu gözlemleri aktararak bir nebze de olsa katkı sunmak adına, şunlar belirtilebilir: Son yıllarda özellikle öykü dosyalarında, okurda adeta hep aynı kitabı okuyormuşçasına bir his oluşuyor. Bunun çeşitli nedenleri var. Bunlardan ilki; öykü mekânlarının kentler olması. Kent denildiğinde Bursa, Afyon, Trabzon, Mardin’den bahsettiğimiz anlaşılmasın. Öykü mekânları baskın şekilde İstanbul, Ankara, azıcık da İzmir vb. şeklinde sıralanmakta. Öykülerin büyük kentlerde geçmesi mekânda bir aynılık duygusunu yaratırken, bir noktanın daha altını çizmek gerekiyor: Öykülerde büyük kentlerdeki çeşitli mekânlar ya da yerleşimler değil, son yıllarda kentlerin siluetini değiştiren, dolayısıyla toplumsal ilişkileri, yaşam tarzlarını da değiştiren siteler, yüksek binalar konu ediliyor. Tekdüzelik ve aynılık duygusu yaratan ikinci neden ise; öykü kahramanları etrafında ortaya çıkan veriler. Öykü kahramanları büyük kentlerde yaşayan, yalnız, kırgın, yer yer küsmüş, bunalımlı bireylerden oluşuyor. Kahramanlar kâh geçmişe giderek kâh bugünü sorgulayarak genellikle yalnızlıklarıyla yüzleşip çözümsüz kalıyorlar. Hal böyle olunca öykü temaları kentli bireyin yalnızlığı etrafında şekillenip, metinler yazarın iç sayıklamalarına dönüşüyor. Olay yok, kahraman ölü, mekân gri. “Bizi kuşatan gerçeklik de bu değil mi zaten?” diye sorulabilir kuşkusuz. Fakat burada da, “Hayat, gerçekten yaşadığımızdan ibaret mi, ülke sadece bu mu, peki dünya?” sorularını sormak gerekiyor. Yazarın yaşamı ile yazdıkları arasındaki o incecik sınır ve geçirgenlik gözetildiğinde, Taksim’de, Kadıköy’de ya da Kızılay’da, yıllarca hep aynı mekânlarda aynı insanlarla oturup kalkan, yüzü yalnızca kendine dönük yazardan farklı metinler beklemek de haksızlık olabilir. İşte tam da bu nedenle edebiyat toplumla koşmak, yazar toplumu solumak zorunda. Bu noktada “Verili gerçeklik böyleyse, böyle yazmakta ne sakınca var?” argümanına karşı, “Verili gerçeklik böyle değil; sizin gerçekliğiniz böyle ve dünyayı kendi gerçekliğinizden ibaret sayan metinler okumaktan yorulduk, usandık,” deme hakkımızın olduğunu sanıyorum. Çünkü buna maruz kalıyoruz. Edebiyat ‘insan’ içindir. Bu çok iyi bildiğimiz cümle üzerinde tekrar tekrar düşünmek gerekiyor belki de. Çünkü görülüyor ki, kimileri için edebiyat, yalnızca kendisi için. O zaman sizin yazdıklarınızdan kime ne, okura ne? Okursuzluk, burada doğal bir sonuç olmuyor mu? Çünkü neticede kimse kimsenin yazdıklarını okumak zorunda değil. Evet, yazan büyük ölçüde kendisi için de yazıyor, ancak hedefte insan var, daha çok insan olmak var, her anlamda.
Toplumun içinden geçtiği ‘kriz’ dönemlerinin çeşitli ekonomik, siyasi, sosyal nedenleri vardır. Yazar toplumdan azade değilse de, ‘tutunamayan’ da değildir. Tutunamayan olmak yazar, şair ya da entelektüel olmanın başat şartı olarak öne sürülemez. Halk, toplum, insanlar tutunmaya çalışırken, insanlar her sabah evinden ‘tutunmak’ üzere, ayakta kalmak üzere çıkarken, yazarın orta sınıf tutunamayan güzellemesi yapması kendinden menkul ve toplumda karşılığı olmayan bir pozisyondur. Arkasından, ‘okumuyorlar”, ‘herkes yazmaya kalkıyor’ serzenişlerinde bulunmak çok anlamlı olmuyor. “Eleştiri yok” şikayeti de aynı mecrada vücut buluyor. Peki, eleştiriden hoşlanan var mı? Kitabı eleştirel bir gözle okunduğunda bundan hoşlanan, teşekkür eden, bunu yapıcı bir tutum olarak gören var mı? Eleştirirken emek veren, eleştiriyi emek olarak gören var mı? Edebiyatçıların tarihi, eleştiri yaptığı için kara listeye yazılanlarla, misillemelerle, eleştiriyi arkadan hançerlemek olarak görenlerle doludur. Arkadaş olmanın ve ‘dayanışmanın’ ilk şartı eleştirmemektir, hatta mümkünse güzelleme türünde kitabını öven, yerlere göklere sığdıramayan yazılar yazmaktır. Eleştirilmeyi kaldıramayan, özeleştirinin yanından bile geçmeyen insanların düzeni, sistemi, iktidarı, zulmü eleştirmesi ve muhalefeti ne kadar gerçekçidir. Edebiyat ortamında “Bana dokunmayan bin yaşasın” yaklaşımı yerleşikken, toplumu, “sıradan insancıkları” tepkisizlikle, muhalefetsizlikle suçlamak, tutunamamaya giden yolun taşlarını döşemiyor mu? Toplumu cemaatçilikle, tebaa olmakla eleştirirken, edebiyat camiasında adamcılığı, cemaatçiliği, tekçiliği savunmak, korumak, kolektif çalışmaları amme hizmeti olarak görüp bunlardan öcüden kaçar gibi kaçmak ne kadar tutarlı bir davranış oluyor?
Edebiyata emek vermek gerekiyor. Eleştiriye emek vermek, yeni edebiyatçılara emek vermek, belki de edebiyat işçiliği yapmak gerekiyor. Edebiyatı sevmek gerekiyor. Kendini sevmek de bir yere kadar!