HÜSEYİN KÖSE
Balkon ki, ziyanından geçtim, uçuşa açık tek bölgesi evin. Hal böyleyken, insan nasıl tutunmalı, hangi açık havaya, manzarası bunca külken? Böyle düşündüm çok kez, belki tam diyemedim. Bir de tabii, son on yedi, on sekiz yıllık ahvalimize acı sarı renkleriyle tasallut eden, siyaseten “usulü demokrasi”ye takıyye kılınmış namlı balkon konuşmaları gerinmesi var; müthiş bir izanla başlayıp her seferinde ziyanla biten… Öncelikle, balkon sözcüğünün şiirsel anlam bagajı o kadar yüklü ve yoğun ki, devasa bir barajın kapağını açmış gibi oluyorsun, olası anlamlarını irdelemeye kalkışırsan. Bununla birlikte, en çok da “bir nefeslik bir özgürlük alanı” olduğu zamanlarda, insanı kendi düşüncelerinin açıklarında avlayan kıstırıcı zamanlar var. Zira açık havalarda hiç olmadık zamanlarda balkonda da aklından ziyan düşünceler geçirmek gibi bir zulüm var. Benim balkonumun esastan komşuluk ettiği yerler işte buralar. Hem iç, hem de dış mahal, ne içsel ne de dışsal bir uzam; evin içine eklemli bir yer olarak görüldüğü durumlarda huzura ayakucu bir mıntıka; evin dışına dek uzanan yönüyle bir tedirginliğin orta yeri… Ama aynı zamanda –sınırda bir yer olduğuna göre de- gelip geçen, akıp giden şeylere mütemadiyen akış süsü veren “yer-olmayan” bir yer. Bu bakımdan, özgürlüğe bitişik bir köksüzlük, yersiz-yurtsuzluk duygusuyla da bir ilgisi var balkonun; ezber yüklü eve sığmayan, huzura kabul edilmeyen evladın içinde gizli bir özgürlük isyanının peydahlandığı yer. Balkonla ilgili bu bereketli karşıtlığa daha önce Nilgün Marmara üstüne yazdığım bir yazıda da değinmiştim. Özetle, şöyle demiştim o yazıda: “Balkon, ne iç ne de dış dünyanın imgesidir (…), her iki yaşamsal mıntıkayı birbirinden ayıran bir sınır çizgisi daha çok, bazen de birbirine ulayan. İçerideyken dışarıda kalmanın ve dışarıyı beklemenin; dışarıdayken de kendini içeride bir yerlere çivileyip hapsetmenin ambivalent anlamı (…) Balkondayken bile aslında ev beklenir (…) Bir tür acayip tutsaklık. Çizdiği sınırla bile sınırın ötesini gösterir (…) Bir tür yaralı ufuk mu? Galiba (…) en azından simgesel olarak ölüm demektir birçok hassas ruhlu kimse için (…) Askıya alınmış bir bozkır yaşantısı evlerin içinde hüküm süren…”
Öte yandan, sözcüğe yüklenmiş birçok menfi anlam ve tarihsel açıdan yöneltilmiş kimi birkaç ithamla da doğrudan ilintisi olduğunu düşünüyorum balkondaki ziyanın. Bu anlamda, sözgelimi Sezai Karakoç’un sağlamlığı kuşku götürmez bir mecaz olarak balkon sözcüğünü poetik lisanın telaffuz imkânı içine tantanalı biçimde kaydedişi, “kusurlu” bir medeniyet hicvi için esaslı bir karine olduğu inancına dayanmaktaydı. Bir ölçüde haklıydı da; Batı deyince akla konforlu-balkonlu evlerden başka ne gelirdi ki? Doğu-Batı yarılmasının kültürel/ahlaksal harabatını kendi ideolojik tefekkürünün merkezi ekseni yapmış birisi için, yeterince iyi düşünülmüş, güçlü bir imgeydi gerçekten de. Nihayetinde engin bozkırların yıldızlı-poyrazlı semaları altında eğleşmeye alışık bir kültürün ne köz-aydınlık gündüzlerini ne de yıldızlı gecelerini sığdırabileceği bir balkonları yoktu, hiç olmamıştı. Kaldı ki, Doğu medeniyet dairesine mensup kültürler için “yerli” bir mimari unsur da değildi balkon; “avlu”, “hayat”, “kasır”, “köşk”, “bağ-bahçe”, “dağ-toprak” adamının uçsuz bucaksız dağlar yaylalar varken, balkonlarda çiçeğe durması akıl ve olasılık dışıydı… Nitekim yakınlardaki -hezeyanı net bir biçimde öngörülmüş- Sulukule ve Çayırbaşı vakaları da hayatı, neşesi balkonlara sığmayan insanların dokunaklı öyküsüne tanık tutmadı mı bizleri? Balkon ve ziyan arasında daha başka ne tür ilintiler kurulabilir bilmiyorum… Bir ara-özet yaparsak eğer, “hayat sularda balkıyan bir düğümken”, bir balkondan daha ziyan ne olabilir? Şimdi tabii, balkon-ziyan bakışmasından hareketle söze girince, “odaların ne kusuru var ki balkonları mesken tutuyoruz?” diye bir soru geliyor insanın aklına ister istemez… Daha doğrudan sorarsak; odanın bozulması ne demek? Sıvanın dökülmesi, tavanın çökmesi, duvarların içerdiği boşluğun irkiltici yankısı, sofanın cinlenmesi, zeminden gelen esrarengiz gıcırtılar değilse, ne demek? Boş Oda’nın hikmeti mucibini biliyorduk. Bekleme Odası’nın, Panik Odası’nın yahut Kendine Ait Bir Oda’nın anlamını da. Gökhan Arslan’ın Bozuk Oda mecazı ise kulağın pek aşina olduğu bir şey değil. Her ne kadar şiirin anlamı şairin karnındaysa da, yekinip soralım; bozulan nedir odalarda? Dahası, bir ruhsal onarım, kendiliğin kurulumu, inzivaya meyyal bir mahal, yetinmezlik cinnetine teşne bir alan yahut bir arınma meskeni olacakken, odayı bunca şaibeli, bunca sicili bozuk kılan ne? Hele de, cıngılın içinde, kapıların, odaların dışındaki hayatta, Bozuk Oda’nın şairinin dediği gibi, “avucuna batmış çakırdikenini kalemin arkasıyla çıkarmaya çalışırken…” Aslında rutin dağınıklıkların ölümcül itkiler barındırdığını düşünürüm hep. Hiç bozulmamış yataklar, zemini ortasından başlayarak çökmemiş koltuk ve berjerler, hiç rengi solup kırışmamış, yıpranmamış kanepe örtüleri, rastgele ortalığa saçılmamış eşyaların olduğu, her dem ütülü bir ev düşünsenize… Mademki kendimizi kimi zamanlara dağıtıp kimi saatlerde ortalığa saçıp savururken onarıcı, sağaltıcı bir yanı var odanın, onarılması da gerekir. Buna karşın, her oda aynı mıdır? Köy odalarının kalabalık tenhalığı, o uçsuz bucaksız ve yabanıl sükûneti sözgelimi, şehirdekiyle aynı mıdır? Köyden taşraya, oradan da büyük şehre uzanan tenhalığın baraj kapaklarını açınca modern ve yabanıl olan arasında kurulu bulunan ezeli denkleme ne olur? Yabanıl olan neresidir artık, modern olan neresi? Tartışmasız bir anlam kayması hâsıl oluyor diye düşünüyorum burada. Şehrin ortasında, evlerin içini dalayan farklı türden bir bozkır tebarüz eder ki, mukimlerin yüzlerini, zihinlerini gölgeleyen sıradağlar vücut bulur, aynı odaların içinde farklı iklimler arası bir uzaklık… Bana sorarsanız, namütenahi bir vahşilik ikliminin hüküm sürdüğü yer kır ya da taşra değil artık, tam da metropol yaşamıymış gibi geliyor. Çünkü büyük şehir, kendilik acısına aşina ve bedenen güvenlikli ama ruhen tuzaklı fırsatlar sunan uygitsinciliğe yabancı kimseler için tam bir mezbele, deyim yerindeyse, hissettikleri ölçüde kendi mezarlarına dek derinleşen insanların ortamı… Arada hissedilen yeraltı duygusu da, az-çok yerüstünden yükselen bu nahoş kokudan, bu küflü haleti ruhiyeden mütevellit. Hal böyle olunca, kıstırılmış, naçar bir ücrayı iliklerine dek hissettiğin yer de aleniyetin/görünürlük şiddetinin sınırsızca tazyikine maruz kaldığın yer oluyor kaçınılmaz olarak. Muhatabı tüm bunları düşünmüştür elbet. Biz yine kalkıp balkona geçelim, hayata kıyısından tutunmaya çalışan ilk gençliğin uzak şehrine bakalım oradan.
Yıllar önce bir arkadaşım İzmir’de yaşamaktan söz ederken çarpıcı bir benzetme yapmıştı, demişti ki; “bu şehir vahşi bir at gibi beni durmadan atıp duruyor sırtından…” Şehirle kurduğu ilişki çok trajik, çok dokunaklıydı. Malatyalıydı kendisi, daha doğrusu oranın bir köyündendi, ama büyükşehirde okumuş, yıllarca şehrin gelgitini kendi kıstırılmış duygularına mecburi mesken kılmıştı. Söyledikleri üzerine hayli düşündüğümü hatırlıyorum; okulu bitirip aradan yıllar geçtikten sonra bile ne bir türlü ayrılıp köyüne dönebiliyor, ne de mıhlanıp kaldığı yerde gereği gibi yaşayabiliyordu. Dostumun müşkülünde asıl ilgimi çeken şeyse, İzmir gibi kültürlü ve derin ufuklu, geniş omuzlu bir şehrin bilhassa “vahşi bir at”a benzetilmesiydi. Kesinlikle bir rastlantı değildi bu; medeniyet, şehrin, büyük şehrin, hele de uğultularla dolu metropol yaşamının kayıtsızlıkla damgalı ıssızlığından başka nedir ki? Köylerin, kasabaların, taşranın doğal ve içten gürültüsü çekilebilir şeylerdi belki ama şehrin yegâne alametifarikası tensiz-temassız vuruşlarından ibaret ve dahi emin olunan kötülüğü asla… Öyle ki, şehrin hiç de nezih olmayan yaşantısı en iyi o akışkan ritmin içine girildiğinde duyumsanıyor. Orada alın açıklığı ve özverili çabalar bir işe yaramıyor, işe yarar hacimde duygular bile bir işe yaramıyor. İnsan kendi sesinin yankısını duyamıyor bir türlü. Azlarından çoğaltıyor yaşadıklarını. Orada tekinsiz sokakların başıboşluğu “balkonlu korkulara” baskın çıkıyor. Hülasa, benim şehirde de taşralı, yavaş akan bir zamana ihtiyacım oldu hep. Zira anlamakta zorlanmışımdır her zaman hızla akıp giden şeylerin geçmişini. Benim şehrin vahşi atına ihtiyacım var, hüsrana uğramışların hizasında durup onların savunmasız çıplaklığından nasiplenmek için. İnsanların yüzlerinde hayatı dayanılmaz kılan boşluğun canavarını görmeye ihtiyacım var… Burada sözü, iyi-kötü yukarıda söylemeye çalıştığım acıtıcı ‘modernliğimiz’le de ilişkili biçimde, bir dizi soruyla birlikte gelecek bir zamana bırakıyorum. Kimi mutat izleklerin dil ucuyla yoklanması bile ziyan sonuçlar ortaya koyabiliyor zira. Aşk da onlardan biri sanki. Aşkla ilgili ne söylesek hep bir fazlalık, ama bir o kadar da hayli şişinmeci, iddialı düşüyor. Bununla birlikte, herkes -Mademki yaşamın karşı konulmaz akışı devam ediyor ve mademki Deleuze’yen anlamda her “tekrar”ın hiçbir koşulda “aynı”ya denk düşmeyen bir yanı var- yeni baştan kendi sözünü söylemeli.
Camus, bir yerde Renė Char’ı tarif ederken, onun hemen her zaman sür-reel bir trajikliğe bitişik poetik lafzına binaen, “bilinmez bir felaketten aramıza düşmüş bir kaya parçası” der, “kaya”ya olan açık teveccühünü de belli ederek. Adeta sert kayaların terbiye ettiği bir Sparta ruhu güzellemesidir yaptığı. Felaketin bilinemez olanın tekinsiz ağırlığıyla bu denli berkitilip güçlendirilişi gerçekten de olağanüstüdür. Belleğimde yer etmiş en çarpıcı imgelerden biridir bu hala. İnsanı hayatta önemli olanın –ve bittabi onu önemli kılanın da- gerçekte ne olduğunu sormaya ve acilen sorduğunu yine acilen anlamaya ve hızla idrake zorlayan bir yanı var gibidir bu sözün. Dahası, sanki -şiir ya da düzyazı müellifi olsun- çırak ruhlu bir muharrir olarak trajik duygunun görkemli varlığıyla ilk burada karşılaşılır. İlk yanılmazlık heykeli abidesi çığlık çığlığa buraya dikilir. Yazınsal testosteronun en bereketli hormonu burada salgılanır, vs. 90’lı yılların az-buçuk politik ve yarı-örgütlü yaşamsal düzeninin elinden kaçırılmış mahcup romantizminin bulaşıcı histerisinde de böyle bir şeyler yok mu? Tabii, daha fazlasına meyledilmemişse… İkinci olarak; benim ve bana öyle geliyor ki, kuşağımın da birkaç yıl geriden gelerek kendi poetik icraatının “dağılgan” hevesini konumlandırdığı yerde ilgi çekici başka şeyler de mevcut: simgesel düzeyde gizeme, mistik olana olan bir yatkınlık mesela. Zaten, hayatla kesişen “kayanın ucunu” da böyle kavrıyoruz diye düşünüyorum. Yani böyle düşünürsek bir anlamı var. Tekrar Camus’ye dönersek, Char üzerinden, aşırı berrak rasyonel zihinler için oldukça çapaklı bir duygulanımın kolaylıkla ulaşılamayacak bir terkibini yapıyor gibidir Camus. Ve aşağı yukarı şöyle bir şey söylemekte gibidir: Rastlantısal ve dünyevi olanın içinde varlığın ve varoluşun dilini çözmüş ve içinde âlimi mutlak bir iradenin gücünü duyumsayan biri, gün gelir, her yeri kuşatan huzursuzlukla barış dolu bir uzlaşıya varır, el sıkışır başucunda huysuzluk edip duran evrenle. Tüm bunlar –şayet aşırı iddialı ve beylik bir cümle gibi karşılanmazsa-, benim ilk gençliğim ve üniversite öğrenciliğim boyunca seyrek ya da yoğun biçimde fasılasız biçimde hissettiğim şeylerdi az-çok. Hatta belki yarı bilinçli ve bulanık bir idrak ağrısının ilk tebarüz edişinin miladı olarak ortaokullu yılların neredeyse tamamına komşuluk etmiş olan solgun bir fotoğraf karesinin bile ismi zikredilebilir burada. Orada dikkatle bakıldığında gözlerden kaçmayan, yarı hüzünlü, yarı tedirgin, melankolik olduğu ölçüde dingin ve hasta bir yüz ifadesiyle karşılaşılır. Zamansızca –ve kendi zamanının dışında bir yere doğru- büyümüş ve sonradan fazla ileriye gitme korkusunun yeşerttiği bir kötücül hisle, gerisingeri her şeyi yeniden başa saran beklenmedik bir azapla küçülmüş, kendine, kendi kalbinin gölgeli vakitlerine, izleyen yılların müstakbel ve acı gerçekliğinin tomurcuklarına mütemadiyen dışarıdan bakan/bakacak olan bir yüz…
Hayata bir kayanın ucundan bakmanın ikinci bir veçhesi daha var kuşkusuz; bir tür amaçsız sürüklenişe benzeyen ters bir açı sorunu. Şu bir gerçek ki, uçurumun kenarındaki açı, aslında hayata en yakın olduğun açıdır; her söz son sözün gibidir orada, her soluk en son soluğun kadar güçlü. Hal böyle olunca, hissettiğin gizli yabanlığa bağlı olarak, daha bir temkinlilik ve ihtiyat üzere yaşamak mecburiyeti hâsıl olur, böylece gitgide zihninde daha bir hacim ve belirginlik kazanır, “öte”si ve “beri”si, “aşağısı” ve “yukarısı.” Her dakikanın en son mühletinin en kaygan yüzeyinin ihlaline ramak kalmış bir konumdayken bile, insan düşmek ve tutunmak arası bir yerde bulur kendini, bir yanıyla düşmüş, öbürüyle hala tutunmaya çalıştığı bir yerde… Birçok güçlü şairin aşk ve hayat ilintisine el veren çıkarımıyla doğrudan ilgisi olan bir şey bu. Aşk, tutunulamaz olana tutunmak için iyi bir bahaneye zemindir. En mutlu olanında bile, akıllara uçurumun kenarından seslenen bir felaketin kesintisiz uğultusu işitilir, aşkın güvencesiz güzelliği de buradan gelmiyor mu zaten? Şimdi düşünüyorum da, vaktiyle “Tutunmak ki aşkın en uzun eteğidir” dediğimde aslında söylemek istediğim biraz da buymuş… “İki başına”ykenki yalnızlığın uzaklardan el eden homurdanmasıymış… Onun geçimsiz tenhalığının dostane ve huysuzluk eden yankısının bizatihi karanlığıymış… Hele de insan, yaşamının bariz biçimde mutlu bir kesitine böyle doğrudan, bilgece öngörüleriyle eşlik edebilecek kimi ikaz edici ve müşfik yakınlarının kılavuzluğundan yoksunsa, o kayanın köşeleri gün günden jilet gibi daha da keskinleşip canavarlaşır… Görüp dokundukları çerçöp eline, yüzüne, ruhuna batar… O yaşlarda duyumsadığı yedi başlı, “cıs”lı, öcülü yalnızlık kanını bile kanatır… Geç kabuk bağlayan yaralardan çeker en çok, bazen de tutup kendi kanatır o yarayı. Ben şanslıydım ki, böyle biri vardı yanımda yöremde hep. Olmayanlar ne yapsın.
Tam da burada, gelin, “görmeden sevilen şehirlerden geçerken” içimizde sessizce kırılan ağaç dallarından söz edelim, bizden önce var olan, bulmak için çok da arama gereği duymadığımız, ezbere yazıldığımız “yara”larımızdan. Şiirde, özellikle, yine 90’ların sonlarından itibaren ilk çıkışını yapmış ve şimdi kırklı yaşlarının ortalarında bulunan genç kuşağın biraz da “söz ucuyla” örselenmiş hayatlarının kederli yasına talip kişiler olduklarını düşünüyorum ben. Bir yara var ortada ama eski, bildik yaralardan değil; bir sızı var ama düpedüz apolitik ve yeni bir tercümeye muhtaç. Ya da belki biz mi yeterince okunaklı değildik, okuduklarından yeni bir hayat damıtırken? Bilmiyorum. Ben yazılanlarda biraz da Mungan gibi “mana nöbeti” tutan birisiyim, ondan esasa yönelik sormaktayım hep.
Yakın zamanda bağışlamanın direten diline, zoraki erdemine ilişkin bir yazı yazmıştım bireylikler için. Derrida’nın ünlü risalesine bir yığın atıfla birlikte ve düşünürün temel argümanı olan, “asıl bağışlanması zor olanı bağışlamak gerektiğinde” ısrar eden görüşüne bir dizi itirazda bulunan bir yazıydı. İtiraza kapı aralayansa, konuyu Adam Phillips’in “yeni bir şey söylemek için neyi unutmamız gerekir?” şeklindeki soru cümlesiyle birlikte düşünmek istememdi mevzuyu bir bakıma. Bağışlanamaz olanı gerçekten bağışlarsak, hatırlanması muteber olan şeye, yani hafızaya gerçekte ne oluyordu? Anlamaya çalıştığım şey buydu temelde. Sonradan, Ziyan Balkonu’na da girecek olan “Bağışlama Sahnesi” isimli bir de şiir yazdım ve şöyle dedim orada: “Yanlıştı, her küçük pişmanlığa kininden başlaması gecenin…” O sıralar, yazıyı yazarken bilincimde pişmanlıkla kin, kinle bağışlamak bir aradaydı sanıyorum. Pişman olacak bir şey yapıyorsun, diyelim bir suç işliyorsun ve kendini bağışlayacak kudrette ve tıynette birisi olmadığın için de böylece mağdura yönelik kinin ve nefretin bir kat daha artıyor, vb. diye düşünüyordum. Böyle düşünmemde yoğunluklu Dostoyevski okumalarımın da bariz etkisi vardı kuşkusuz. Sanki bağışlayan insan ansızın suçunun itirafının utancına meyledip gururundan ve gücünden yitiriyordu. Biliyorsunuz, muhakemenin muvazenesini bozan, oldukça ters birisidir Dostoyevski. Sonra, birbiriyle iç içe geçmiş bu girift insanlık hallerinin aslında bütün bir hayatı yenileyip besleyen sonsuz gariplikte bir kaynak olduğuna hükmettim. Yani bağışlamamıza yardımcı olan şeyin kendisi bizatihi pişmanlığımızın kindar sesini bastırmak isteyişimizdi. Yani aslında bağışlayan kişi, yine kendinde bağışlanamaz olan bir şeyi bağışlıyordu. Kimilerinin şiir ve edebiyatta bu türden bir tedavi edici güç algılayanların formüle ettiği cümlelerin içinde, zımnen de olsa bir “kendimizi affetmek” terkibi gizli olduğunu düşünüyorum. Çünkü başkalarını kendinden daha kolay bağışlıyorsun. İkinci olarak, bağışlamanın bu şekliyle bizatihi onarıcı bir yanı da var (bu da sorunun ikinci kısmının yanıtı). Öte yandan, kolaycılığa kaçmadan söylersek; her şiir yazan kişi de, yufka yürekli birisi değil daha baştan; bilakis, kendine karşı olabildiğince sert davranma cesaretini göze alabilmiş olan birisi. Bu bağlamda ölçeği daha da geniş tutarak söylersek, kimimiz okuyup yazarak, kimimiz konuşup dinleyerek bağışlıyoruz kendimizi. Zamanla kurduğumuz bağı ağırlıklı biçimde tarif eden şey, Phillips’in zikrettiği sözde gizli. Zira hiçbirimiz sözü edilen makûs cürmü yaşamak istemiyoruz. Eğer başka türlü yaşasaydık, o zaman yeni bir şey söyleyecek nedenimiz de kalmazdı. Hiçbirimizin kalmazdı. Hatırlanması yürek kanatacak/vicdan tetikleyecek olan şeyi de unutmamak gerekir öte yandan. Bu da bizi biz yapan şeylerden biridir hiç kuşku yok ki. Dahası, eğer unutursak, artık düşünmenin huzursuz edici ve yaratıcı toprağını da yitirmişizdir… Hayli karışık bir izah olduğunun farkındayım, ancak bağışlamak gibi soylu bir erdemin benim açımdan bundan başka ikna edici bir tanımı yok. Bu nedenle bizi derinden etkileyen şiirleri de nazarı dikkate alıp tek ve net bir cümleyle ifade edersek, şiir hiçbir şey olmasa bile, sadece ve sadece bağışlama eylemidir demek istiyorum. Yine bu yüzden, felsefenin en septik zirvesini temsil eden bir bilincin bile hayli tantanalı bir tefekkürle varabildiği sonuca şiir en kestirmeden varabilen tek sanattır diye düşünüyorum. Dahası, cürümlerle ağırlaşmış insanlık tarihinin hiçbir evresinde şiirin savaş çıkaran, fitne ve kötülük yayan bir yönüyle karşılaşılmaz, kimi ağza alınmaz hakikatleri terennüm etmeyi canları pahasına ödemeyi göze almış cüretkâr şuarayla ilgili yürek dağlayan onca trajik hikâyeye, vakaya rağmen.
Son olarak, evet; yaralar çoğaldığında üretim de yukarı doğru hayasız bir eğriyle artıyor. Ölüm, kan, yara, bere, üzüntü, yas, vs. şiirsel muhayyileyi kışkırtıcı kelimeler tümü. Şimdi düşünüyorum da, ben belki de gayrı ihtiyari bir duygulanım ve tümüyle bilinç dışı bir şey olarak, yaptığım şiir tanımı uhdesinde böyle tedirgin edici düşünceler de olsun istedim. Hem, tüm bu “acılar denizi” olmasa yaşamı şiirleştirmek ne işe yarardı? Hayatın acı terbiyesi, her minik anı bir ebediyet kertesinde duyumsayanlar için umuda bir işaret fişeği olmasa… İyisi mi, bu minval üzere, hayatta bir yerlerde hala nefes alıp veriyorken fazlaca aşırıya kaçmayıp temkin diline yaslanmalı; ve yine belki bu yüzden mümkün olduğunca akla her daim mıh gibi çakılıp kalacak cümleler kurmalı. “Bekle gör hangi suyun bulanık cinneti yazılmış kalbine…”
Kaynaklar
Adam Phillips, Kaçırdıklarımız, çev. Selin Siral, Metis Yayınları, İstanbul, 2016.
Gökhan Arslan, Bozuk Oda, Yitikülke Yayınları, İstanbul, 2017.
Hüseyin Köse, Ziyan Balkonu, Yitikülke Yayınları, İstanbul, 2019.