Çöp Yolu’nun grev adetleri de çok çeşitli ve şenliklidir. Grevlerde güvercin uçurulur, güvercinin konduğu fabrikanın işçileri alkışlarla greve çağrılır, grev başlatma türküsü, mâniler söylenir, titreye titreye halaylar çekilir ve ilk gün çadırların önünde kurban kesilip eti ahaliye dağıtılır. Bunu gören Çiçektepeliler çadır bezini dilek bezine yorup kaybettikleri mavi sularına karşı su isteklerini dilek bezi yaparak grev yerine asarlar.
Belma Fırat
Latife Tekin Berci Kristin Çöp Masalları isimli romanında ampul, ilaç ve tabak fabrikalarının dibinde yükselen çöp yığınlarının eteklerinde kurulan bir gecekondu mahallesinin hikâyesini anlatır. Çöp Yolu’nda biriken fabrika atıkları ve çöplerden doğan Çiçektepe’de; eski alçı kalıplarını kondularının duvarlarına harç, kırık tabakları çatılarına kiremit yapan; ilaç fabrikasının mahalleye akıttığı ılık mavi suyla yıkanmaktan mosmor kesilip derisi pul pul dökülen, tepelerine yağan beyaz tozdan zehirlenerek boğulma raddesine gelen ve nihayetinde sus payı olarak dağıtılan yoğurtları kaşık kaşık tüketerek, üstlerine boca edilen zehirli suyla beyaz toza neredeyse şükredecek hale gelen ahali; bu “nimet”lerin aniden kesilmesiyle birlikte “grev” adı verilen bir olayla tanışır. Fabrikaların önüne kocaman çadırlar kurulmuş, üzerinde “Bu iş yerinde grev var!” yazan kırmızı bir bez bağlanmıştır. Çiçektepe kurulduktan sonra ilk grev ilaç fabrikasında başlasa da Çöp Yolu bundan önce birçok greve tanıklık etmiştir. Bu grevlerin en uzununun akü fabrikasında yapıldığını, grev bezindeki yazıların solmasına rağmen çadırlarının başından inatla ayrılmayan işçilere “Çadır tutan” adı verildiğini, “Çadır tutan”, “kanı kurşunlu grevci akü işçileri”nin işten atılarak; yerlerine “kanı temiz” işçilerin alındığını öğrenir okuyucu. Yazarın aktardığına göre, bundan sonra da fabrikalarda işçilerle konuşup “işçi sınıfı” diye bir sınıfın varlığından, sömürüden söz edenlere “Çadır tutan”, Çöp Yolu’nda dolaşıp, tazminat-sigorta isteyen işçileri döven nerden çıktığı belirsiz iri yarı adamlara da “Dayakçı” denilmiştir. İşçilere ad takmak gelenek haline gelmiş; boyacılar, üstlerinden dökülen beyaz damlalar nedeniyle “beyaz güvercin”, polisajcılar, yüzlerine yapışan kara demir tozlarından ötürü “alnı karalı işçi”, demirciler, ellerine-yüzlerine-dudaklarına yapışan pasa istinaden “pastan koca ağızlı dev işçi” şeklinde anılırken; fabrikalara “ciğer söndürür”, “göz kurutur”, “kısır eder” gibi isimler verilmiştir. Halk yeni atasözleri icat etmekten de geri durmamış; Çiçektepe’de davul dengi dengine sözü yerine “Kanı kurşunlu yiğide, ciğeri tozlu gelin” demek alışkanlık haline gelmiştir. Romanda anlatıldığına göre, Çöp Yolu’nun grev adetleri de çok çeşitli ve şenliklidir. Grevlerde güvercin uçurulur, güvercinin konduğu fabrikanın işçileri alkışlarla greve çağrılır, grev başlatma türküsü, mâniler söylenir, titreye titreye halaylar çekilir ve ilk gün çadırların önünde kurban kesilip eti ahaliye dağıtılır. Bunu gören Çiçektepeliler çadır bezini dilek bezine yorup kaybettikleri mavi sularına karşı su isteklerini dilek bezi yaparak grev yerine asarlar. Çiçektepeliler ile işçiler arasında böylelikle bir yakınlık kurulur. Sürekli grev yerine giden Çiçektepeli Kara Hasan’ın aktardıklarından mavi suyun, beyaz tozun mahiyetini; Çöp Yolu’ndaki işçilerin sınıf olduğunu ve işçilerin dünyayı yerinden oynatacak güçleri olduğuna dair lafları da böylece öğrenirler.
Bay İzak’ın Çöp Yolu’na kurduğu buzdolabı fabrikasında işçilere bundan böyle “modern işçi”, “muntazam işçi” olacakları; kıdem yerine ürettikleri mala göre ücret alacakları duyurulur. Sendikadan istifa etmeyi reddeden işçilerin muntazam çalışmayan işçiler oldukları ilan edilir ve patronun kurduğu camide grevin; “Allah’a karşı çadır açmak olduğu” vaaz edilir. “Muntaz” (muntazam) olmayan işçilerin başını “Plastik pres işgali”ni icat eden Gülbey Usta çekmektedir. Bir diğer efsane direniş lideri de şalvarındaki tabancayı çekip patrona kafa tutan Dursune Nine’dir.
Zamanla Çöp Yolu’nda birçok çakma fabrika kurulur. Sahte deterjanlar, renkli tozlardan meyve suları, beyazlatmayan çamaşır suları üretilen bu fabrikalar sayesinde Çiçektepe mahallesi konduluktan terfi eder ve Çiçektepe Sanayi kurulur. Kondulara, sahte ürünlerle sahte bolluk gelmiş ve ahali artık “çöpten kesilmiş”tir.
Çiçektepe’ye “komünistliğin” gelmesi ile Çiçektepeliler “anarşist” diye bir lafın ne olduğunun peşine düşerler. Sendikaların kapatılması, direnen kadın işçilerin yerlerde sürüklenmesi, buna göz yumdukları için kınanan erkek işçilerin ise ense köklerine yedikleri taş ve kurşunlarla Çiçektepe’de “geralanlı” (general) günler başlar. Berci Kristin Çöp Masalları’nın en önemli temasını oluşturan grev hikâyesi de böylelikle son bulur. Romanda fabrikaların, doğal yaşam, insan sağlığı ve çalışma şartları üzerindeki yıkıcı etkisi, yoksulların anlam dünyası içinden kurulan bir dille aktarılır. Latife Tekin’in Berci Kristin Çöp Masalları’nın hikâye ve dilini nasıl kurduğunu anlamak için Pelin Özer’in yazar ile yaptığı uzun soluklu söyleşileri kaleme aldığı Latife Tekin Kitabı’nın (bundan sonra LTK olarak anılacak) önemli bir rehber olduğunu düşünüyorum.
İstanbul’un ilk gecekondu semtleri olan Gültepe, Zeytinburnu ve Seyrantepe esin kaynağı olmuş Berci Kristin Çöp Masalları’na. Latife Tekin bu semtlerde uzun uzun dolaşarak, kondulardan yayılan seslere kulak kabartarak, kondularda yaşayan arkadaşları ve ilk gecekonduları kuran kişilerden kuruluş hikâyelerini dinleyerek yaratmış Çiçektepe’yi.
Fabrikalar ise yabancı değilmiş Latife Tekin’e:
“O yıllarda ben de fabrikalara girip çıkardım. İşçi olarak çalışmıyordum ama işçi hareketinin güçlü olduğu fabrikalarda yemek yerdim, grev çadırları evimiz gibiydi zaten.” (LTK, s. 60)
Sabahları taş kamyonlarına binip ücra mahallelerde görevli olduğu fabrikalara gittiğini, grev çadırlarında işçilerle yemek pişirdiğini anlatan Latife Tekin; bir yandan da gittiği gecekondularda, fabrikalarda hep hissettiği bir samimiyetsizlikten, mahcubiyetten söz ediyor ve hissiyatını şöyle ifade ediyor:
“Bizim düşleyip anlatmaya çalıştığımız şeyle, örgütlemeye çalıştığımız insanların hayatında inanılmaz bir uzaklık vardı.” (LTK, s. 116)
“… ben örgütlemeye çalıştığımız insanları aslında tanıyordum, bütün zorluk onlarla başkalarının diliyle konuşmaya çalışmamdan kaynaklanıyordu.” (LTK, s. 117)
Latife Tekin’e göre başkalarının dili, politikadan ödünç alınmış; yoksulların dünyasına ait olmayan ve anlamına eremedikleri sözcük dizileridir. Bu türden cümleler kuramayanların karşısında bu dili kullanmak, bu dili konuşamayanın hakkında konuşmaya kalkmak, bir iktidar meselesidir, yukarıdan bakmaktır, tahakküm kurmaya çalışmaktır.
“Yoksullar kendileri hakkında konuşmuyorlar. Durumlarıyla ilgili yorum yaparken hiç dinlediniz mi onları? Birbirlerine masallar anlatırlar, ağıt yakarlar, tekerlemeler söyler, binyıllardır nasıl yaşıyorlarsa öyle yaşayıp giderler.” (LTK, s. 113)
Jacques Rancière de Tarihin Adları eserinde, susanın, kendi hakkında konuşamayacak olanın yerine konuşmaya kalkmanın söz çalmak olduğunu söyler. Başkasının adına konuşmak, ötekinin sözünün anlamına el koymak, onu değiştirmektir. Neticede ortaya çıkan söz fazlalığı ve anakronizmdir. (Tarihin Adları, s. 59)
Oysa Latife Tekin’e göre romancılar politikacının diliyle konuşmak, yarattıkları kişilerin sözünü çalmak zorunda değildirler. Böylece Latife Tekin, kendi ifadesiyle “kürsüden aşağı” iner. (LTK, s. 68)
Ve sözü, ilk gecekonduları kuran, ilk fabrika direnişlerini yapanlara bırakır:
“İlk grev kararının alındığı yıllarda o fabrikalarda çalışan insanlarla yüz yüze konuştum. O dönemde direnişlere katılan insanlar, fabrikaların içinde olup biten şeyler, sendikalaşma süreci ve onun da öncesine ilişkin bildiklerini anlattılar. Fabrikaların kurulma hikâyelerini dinledim onlardan. Bütün bu bilgileri o dönemi yaşamış insanlardan kendim toparladım. Bunları yaparken dil de zaten ortaya dökülüverdi.” (LTK s. 65)
Latife Tekin; fabrika atıklarından, artık inşaat malzemelerinden, naylonlardan güç bela yaptıkları evlerini yıkmaya gelen dozerlere direne direne ilk gecekonduları kuran; aç-işsiz kalma pahasına ilk fabrika direnişlerini gerçekleştiren yoksul ve işçilerin sözünü “çalmadan”, kürsülerini işgal etmeden ama onların sözünü en saf, en naif halleriyle ağızlarından alarak yani “sözlerini çalarak” Berci Kristin Çöp Masalları’nı yazar ve hırsızlığını şu sözlerle itiraf eder:
“… ben içten içe yazarlığı ‘çaldığımı’ düşünürüm hep. Başkalarına ait bir şeyi ele geçirmişim gibi bir duygu vardır hep içimde.” (LTK, s. 139)
Edebiyatçı nihayetinde hırsızdır ve hırsızlık bu şekilde yapıldığında yazarın etik ve estetik tutumu bağlamında en yüksek mertebesine ulaşır. Hırsızlık ve etik yan yana bir paradoks gibi görünebilir fakat Latife Tekin’in yaptığı türden bir hırsızlık hiç kuşkusuz etiktir. Çünkü Tekin’in ifadesine göre, onlar, yani işçiler, birilerinin kendilerinin yerine konuşmasını değil “kendilerine dil olmasını” istiyorlardı. Bu da ancak onların dilini yazarın kendine mal etmesi ile mümkün olabilirdi.
Kaynaklar
- Latife Tekin, Berci Kristin Çöp Masalları, İletişim Yayınları
- Pekin Özer, Latife Tekin Kitabı, Everest Yayınları
- Jacques Rancière, Tarihin Adları, çeviri: Cemal Yardımcı, Metis Yayınları