yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

BİLMEDİĞİNİZ MUHAMMED ALİ

Yolcu Tiyatro, Gomidas’tan sonra yeni oyunu Muhammed Ali’yle Kasım’ın ikinci haftasında seyirciyle buluştu. Hazırlıkları ilk duyduğumuzda ünlü boksör Muhammed Ali’nin hayat hikâyesini mi seyredeceğiz acaba diye düşünürken ekip bambaşka bir karakterle tanıştırdı bizleri: “Ali, Muhammed Ali!” Adını o ünlü boksörden alan.

Geçtiğimiz günlerde prömiyerini yapan Muhammed Ali’yi Turgay Korkmaz kaleme aldı ve yönetti. Oyunun yapımcılığını ve süpervizörlüğünü Ersin Umut Güler üstlenirken oyun karakteri Erdem Kaynarca’ya emanetti. Genç bir karakter üzerinden koca bir toplumun haleti ruhiyesini de resmeden Muhammed Ali, toplumsal-ailevi temsiliyet/teslimiyet ve bireysel özgürlükler arasında kalan, “hayatı böcek kabuklarıyla birlikte lam ve lamel arasına” sıkışmış bir gencin kendini keşfetme yolculuğuna ortak ediyor seyircisini. Oyunun en güçlü yanı -acı da olsa, bizi rahatsız da etse- saf ve temiz bir gerçeklikle sahnede kendine yer açıyor olması. Türkiye’de yaşamanın ne demek olduğunu bilenlerin çok iyi anlayacağı ve kendilerinden çok şey yakalayıp çıkaracağı oyun “küçük bir böcek büyük bir böceği hiç yumruk atmadan devirebilir mi”nin yanıtını arıyor. Satır aralarında derin bir eleştiri barındıran Muhammed Ali, sezonun dikkat çeken işlerinden.

BAŞKA SORULAR SORMAK

Biraz haylaz, biraz yorgun, biraz hüzünlü bir ıslıkla açılıyor Muhammed Ali. Kısa bir sessizlikten sonra dedesinin boks tutkusunu üzerine boca ettiği torunu, anne babasının bile isminde söz hakkı olmadığı Muhammed Ali karşımızda beliriyor. Bir derdi, bir hikâyesi ve herkes gibi hayalleri var. Dövüşmeye de dönüşmeye de gönlü yok ama ringe atılmış bir kere. Kimse ona ne istediğini sorma gereği bile duymuyor, sadece ne yapması gerektiğini söylüyor: “Çalış Ali, yat Ali, kalk Ali, aylaklık etme Ali, hocanı dinle Ali, baban gibi olma Ali!”

Bir pidecinin mutfağında çalışırken tanışıyor böceklerle, belki de hayatının en büyük tutkusu kendisinden izler bulduğu bu küçük canlılar oluyor. “Böcekçi” olmak istiyor Muhammed Ali ama hayat işte durmadan aparkatlarını indiriyor. Devlet mekanizmasının kurumları, patron, aile derken kroşeler hiç bitmiyor. Ali ise ısrarcı, sakin kalmak istiyor, etliye sütlüye karışmadan yoluna bakmanın peşinde. “Alelade bir biliminsanı olmak istiyorum. Başka sorular sormak istiyorum,” diyor ama zaman öğretecek ve hatırlatacak ona: “Değişimi asla hissedemezsin Ali! Sen dirensen de er ya da geç gerçekleşecek!”

Muhammed Ali, yalnızca bir gencin zaferini veya yenilgilerini anlatmıyor bize, içinde yaşadığımız coğrafyanın sivri yanlarını ve zamanla tanık olduğumuz o keskin dönüşümleri de hatırlatıyor. Turgay Korkmaz’ın metni özelden genele, genelden özele doğru hareket ettirmesi hem karakter hem de içinde yaşadığı yer/toplam hakkında bilgiler vermesi; bunu yaparken de tarafsız bir yerde konumlanması izleyiciye bir es payı bırakırken düşünme alanlarını da genişletiyor. Metne güç katan bu özellikler aracılığıyla toplumsal kutuplaşmayı, kentsel dönüşümün altında kalan yoksulları, günah keçisi ilan edilmiş mültecileri, din kisvesine bürünüp her türlü kötülüğü yapabilenleri, hayattan vazgeçenleri veya inatla kavga edenleri görebiliyoruz. Muhammed Ali’yi izlerken yahut karakteri dinlerken çokça soru doluşuyor insanın zihnine. Bunların ne kadarını yaşadım ya da yakınımda neler olmuştu, bunca şeye alıştık mı? Şiddet sıradanlaştı mı hayatımızda? Mültecilerin üzerine kaç defa bir suç yıkıldı veya niye? Kaç yoksulun evi yakıldı bu ülkede? İlk taşı kim attı? Bu öfke ne zaman büyüdü içimizde?

“LAN BEN SANA NEYLEDİM DÜNYA?”

Muhammed Ali, bir soru yumağı bıraktı kucağımıza. Oyundan sonra duygular üzerine düşünüyorken buldum kendimi ben de. Bunda bu aralar Didi-Huberman’ın metinlerine saplanmış olmamın etkisi büyük kuşkusuz. “Dönüşürüz ama nasıl, niye?” Şöyle der Didi-Huberman: “Duygular [emotions] hareketler [motions], devinimler, sarsıntılar oldukları için, aynı zamanda duygulananın dönüşümüdür de. Dönüşmek bir durumdan diğerine geçmektir.” Ve Eyzenteşteyn’in meşhur Potemkin Zırhlısı filminden bir örnek sunar. Öldürülen bir denizcinin cesedi önünde ağlayan ve dua eden kadınların hüznünün sessiz bir öfkeye dönüşmesini gevşek yumruklarının yavaş yavaş sıkılı bir yumruğa dönüşmesiyle sembolleştirir. “… (yas tutan eller sıkılmış yumruklara dönüşür), sessiz öfke siyasi konuşmalara ve devrimci şarkılara dönüşür, şarkılar coşkulu bir öfkeye dönüşür, coşkunluk devrimci bir eyleme dönüşür. Sanki gözü yaşlı insanlar [peuple en larmes], gözlerimizin önünde silahlanmış bir halk [peuple en armes] haline geliyordu.”[1] Bu örnek Muhammed Ali’nin dönüşümüyle öz olmasa da üvey kardeştir bana kalırsa ama en nihayetinde kardeştir. Ali’nin de olmaktan korktuğu şeye dönüşmesi gibi belki… Ya da Ali’nin de hayallerinin oyun başında başlayan bir şarkıya, bir ıslığa dönüşmesi gibi: “Lan ben sana neyledim dünya, dur dedim, dur dedim, bu bağrıma vurma.”

Tüm bu hatırlatmaları ve sorgulattıklarıyla güçlü bir metne sahip olduğunu düşündüğüm Muhammed Ali, etkili bir oyunculukla hikâyeyi parlatan Erdem Kaynarca’nın elinde daha da kuvvetleniyor ve seyirciyi oyuna dahil eden önemli bir unsur olarak karşımızda duruyor. Yer yer duygu veya hikâye geçişlerinde duraksamalar olsa da zamanla oyunun/rolün oturacağına inancım fazla. Karakterin yolculuğunu Tuğçe Ulugün Tuna’nın koreografisiyle birleştiren Muhammed Ali, Yasin Gültepe’nin geçmişe ve şimdiye dair yaptığı sade ışık dokunuşlarıyla sıcak ve soğuğun, iyi ve güzelin kaygan zemininde tutuyor seyirciyi. Hikâyenin ağırlığı Peyk ve Emre Gülbüz’ün müzikleriyle de bir nebze hafifliyor. Yakın zamanda kaybettiğimiz İrfan Alış, sahneden bir ıslıkla selam çakıyor bizlere.

Durmadan kroşelerle savrulan Muhammed Ali’yle bizi buluşturan oyun, müsabakanın henüz bitmediğini hatırlatması açısından da kıymetli. Kendini inşa etmeye çalışan bir gencin savurduğu yumrukların bizim hayatlarımıza değmesi ise oyunu anlamlı kılıyor. Çok da uzatmayalım, Muhammed Ali sahnede seyircisini bekliyor. Yıldızların değil, arada kalmışların hikâyesine ortak etmek için…

Künye:

Yazan-Yöneten: Turgay Korkmaz / Süpervizör: Ersin Umut Güler / Oynayan: Erdem Kaynarca / Dramaturji: Sinan Akcan / Koreografi: Tuğçe Ulugün Tuna / Dekor ve Işık Tasarımı: Yasin Gültepe / Kostüm Tasarımı: Özlem Kaya / Müzik: Peyk, Emre Gülbüz / Yürütücü Yapımcı, Yardımcı Yönetmen: Emre Can Sancar / Danışman: Süreyya Su / Reji Asistanı: Hira Nur Güven / Afiş Tasarımı: Uğurcan Ataoğlu / Oyun Fotoğrafları: Orhan Cem Çetin, Saygın Serdaroğlu / Afiş Fotoğrafı, Teaser: Ulaş Beşoklar

 

 

[1] Georges Didi-Huberman, Ne Duygu Ama! Ama Duygu Ne?, Lemis Yayın, İstanbul 2024,  sf. 35

Kübra Yeter
diğer yazıları

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir