yeni e

iki aylık kültür sanat edebiyat dergisi

Bir Cengiz Savaş Resim Sergisi: ‘Öte Yakanın Kadınları’

Nerden niçin mi geldim
Bilmeden bir şey diyemem, ya siz?
Hem hiç önemli değil
Geldim, yer açtılar, oturdum
Girip çıkanlar vardı
Zaten ben geldiğimde.

Başka şeyler de vardı, ekmek gibi, su gibi
Gülüşler öpüşler ne bileyim hepsi
Doğrusu anlamadım bir düğün dernek mi
Sonra da kimileri düşünceli, durgundu
Gidenler neye gitti doğrusu anlamadım
Zaten ben geldiğimde.

            (Behçet Necatigil)

 

GEF Resim Bölümü öğretim üyesi ressam Cengiz Savaş’ın “8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü”nde ezilen, horlanan ve göçe zorlanan kadınlara ithafen açtığı “Öte Yakanın Kadınları” adlı sergisi tarihsel ve güncel bir soruna farkındalık yaratıyor. 2021 Temmuz ayı itibariyle İstanbul Sözleşmesinden ayrılan ülkemizde görsel ve yazınsal alanda üreten pek çok sanatçı bu duruma tepki gösterse de Cengiz Savaş’ın bu sergisi dünden bugüne kadın sorununa plastik- estetik kaygıları elden bırakmaksızın daha tümel bir yaklaşımla çağrışımsal bir zenginlik katıyor.

Sadece sözleşmesini kaybedenlerin değil; hastalıklar, ölümler ve ayrılıklarla kuşatılmış bir dünyada gittikçe yalnızlaşan kadınların içselleşen duygularının soylu bir örneğini sergiliyor Cengiz Savaş.

Gerçekte sanatçının eserlerine yansıyan görmenin keskinliği, algılama yetisi ve olgunluğudur. Felsefe de kendini buradan var eder. Bir ressam için görmek kozmik evreni duyuş, düşünüş ve dokunuş gücüdür. Ve nihayet görmek, gözün biyo-kimyasal işlevinden çok yüreğin ne gördüğüne yolculuktur.


60×40 Tuval Üzerine Yağlıboya,
Öte yakanın kadınları

O da öfkelerini, hüzünlerini ve yaşamdan süzdüğü anılarını tuvallerine yükleyerek zorlu bir yolculuğa çıkıyor; Nesnel gerçeklikle bireysel gerçekliğin karşılıklı ilişkisini kendi devinimi içinde harmanlayarak çağdaşa ulaşmaya çalışıyor, birer ikonaya dönüşen figürlerde kendi  Prometheusu’nu  ve Kibele’sini arıyor.

Boya katmanlarının arasında resim içinde resimler görüyoruz adeta. Leke- benek ve renk titreşimleri arasında kıvrıla kıvrıla biçimden öze doğru bir yolculuk başlıyor sonra.  Figürlerin asil duruşlarında ikonlaşan imgeyi solurken bir sarkaç gibi gidip gelen arada olma halini yaşıyoruz.  Zaman ve mekân diyalektiğinde tıpkı varoluşçuların sarkaçlarına benzeyen bir gitme-kalma durumu bu.

Peki ama kimdir bu figürler?  Ya da hangi dünyadan?  Küskün ve öteki gibiler sanki.  Ayrı diller, ayrı renkler, ayrı kimlikler gibi dövülmüş, sürülmüş, kendi coğrafyalarında daralmışlar sanki.

Barış, dostluk, kardeşlik gibi sözcüklerin arkasından uzattıkları el, Havva’dan önce dokunmuş elmaya; Dünyanın cennetinden kovulmuşlar gibi farklı bir maniyera’da (ara yer) buluşmuşlar adeta.

İçlerinde geçmişe karşı hafif bir özlem duygusu, silikleşmiş bir aşk hikayesi var sanki…

Haykırma ve susma arası bir baskılanış, yorgun bedenler, çaresizce bir telaş, hiçleşme ve dirilme, bilinmedik denizlere açılma arzusu. Ama “nereye gidersen git en uzak yer insanın kendi içidir” mealinde trajik bir dünya burası. Belki de  Schuman’ın ‘yalnız çiçekleri’nin bittiği ve ölümü beklemek için bir günlük sığınak türü bir yer!

Cengiz Savaş resminin özü devrimcidir. Çünkü özgür ve canlı renklerle şekillenen figürler sıradan insana can veriyor, izleyiciyi resme katarak kederi, kıvancı, hüznü ve anıyı paylaşıma sokuyor, resim orada bir film duyumuna dönüşüyor, izleyiciye sıçrama, hareket ve değişim olanağı sunuyor. İnsani duyguları önemsiyor. Türkiye gündeminde ilk sırayı alan cinayet kurbanı, örselenmiş, ötekileşmiş ve kendi yurdundan sürülmüş göçmen kadınları çağrıştırmasıyla toplumsal bir soruna dikkat çekiyor.

Ötekinin acılarından beslenen burjuva dünyasının kaba yararcılığına karşı toplumsalın kutsal yüzünü ortaya çıkarıyor. Belirli bir tarza veya aşk ilişkisine bağlı kalamama yönünde modern bir sadakatsizlik sergileyen erkek egemen sisteme karşı geçmişten geleceğe bir umudu besliyor. Bu resimler Walter Benjamin’in deyimiyle, “Kişide henüz karşılık bulma zamanı gelmemiş olan bir istek uyandırıyor.”


70×50 cm Tuval Üzerine Yağlıboya,
Öte yakanın kadınları

Onun resimlerinde kadınların sorgular gibi bakışlarında, huzur hayali kuran kişileri, yurdunu terk etmekle takasa zorlayan sisteme karşı derin bir isyan var.

Cengiz Savaş’ın resim üslubu aynı zamanda modernisttir. Psikolojiyi harekete geçirerek hümanist bakışın popülist biçimlenişiyle gerçekliğin sınıflar üstü algılanışına da bir yol açıyor. Böylece kendi  yaşantısından  getirdiği  expresif ruh halini resim biçimi içinde var ediyor… Cengiz Savaş ne izlenimciler gibi bireysel dünyanın hastalıklı görünümlerini iktidara havale eden eleştirel gerçekçilikten ne de toplumun hastalıklı görünümlerini direkt sosyalist devrime havale eden kimi toplumcu gerçekçilerin slogancı tarzına uymuyor…Maddenin önceden dengelenmiş uyumuna ruhun uyumsuzluk gösteren yanlarını deformasyon yoluyla ayrı bir fizikötesi biçime sokarak  makyajsız  bir ‘güzellik’  sunuyor.

Cengiz Savaş, bekleyenleri, yalnızları, ötekileri, belirsizlik ve şaşkınlık içinde sözleşmesini kaybeden, yalıtılmış kadınların mutsuzluklarını küçük şeylerin zevkleriyle hafifletmeye çalışıyor. Bu bazen kucaktaki bir kedi, omzunda anılarını yüklediği bir çanta, bir buket çiçek, ellerdeki naif hareketlerle oluyor.

Kuantum fiziğinde Heisinberg’in “belirsizlik ilkesine” göre görünüp kaybolmalar dünyasında varlıkları algılamak istendiğinizde mekânı, mekânı algılamak istediğinizde varlıkları kaçırmak mümkündür.  Mekân, Descartes’in meditasyonlarında varsaydığı gibi bir yer kaplama kipi değildir. Var olma mekânın temel kategorisidir. Ancak bu durağan değil, devinim halinde olan bilinçle ilişkili olan ikincil mekandır. “Düşünüyorum o halde varım” önermesi bu anlayışta kendini bulur. Bu anlamda Cengiz Savaş, kadının belli bir toplumsal durum içindeki acısını evren içindeki varoluşuyla sentezliyor. Duygular, düşünceler, cinsiyetler arasındaki ilişkiler, ideolojiler, kentsel varoluşun etkisi altında form kazanır ve dönüşürler. Form olarak mekan burjuva değerlerinin baskın niteliğine ve iş bölümüne içseldir. Cengiz Savaş kadınları kentin tapınaklarından uzak bir mekâna taşıyarak onu metalaşmadan özgürleştirmeye ve kendisi için varlık olarak anlamlandırmaya çalışıyor. Ancak mekânın ilgi çeken sonsuz olanaklarına rağmen iletişimsizlik ve yalnızlık insani varoluşun büyülerini bozuyor. Fondaki aydınlık veya koyuluğun şiddeti form olarak mekânda yalnızlığın matemini artıran bir duyguyu güçlendiriyor.


70×50 cm Tuval Üzerine Yağlıboya,
Öte yakanın kadınları

Aslında fon figürlerin kendi iç dünyalarıyla bütünleşen mekânsal varoluşun dışavurumudur. Fon, olmak ya da olmamak arasındaki yerdir; boşluktur, derinliktir. Figürler kendi dünyalarının derinliğine dalmıştır. Hatta kulakları sağır eden bir suskunluğun çığlığıdır.

Onun resimlerde kadın, bedenin ruh üzerindeki egemenliğinin bir evresini yaşıyor. Değerlerinin yanı sıra ayrıcalıklarını da yitiren kadınların kişisel hoşnutsuzluğu içselliğin korunmuş bölgelerine taşınıyor. Travmatik yitirme yaşantıları plastik metaforlarını orada buluyor. Figürlerin deforme edilmesi, iç ve dış çevrenin estetize edilmesini sağladığı kadar kadının isyanını da körüklüyor.

Kadınların figür biçimlerinde Gotik Dönem frescolarını andıran ruhani duruşları, Anadolu’nun zengin motiflerini ve renk cümbüşünü; çingene pembesini, zehir yeşilini, bordo mavili şalvarını, çivit renkli entarileri, ince uzun boyunları ve buğulanmış gözlerdeki yorgun bakışları görürüz. Alman dışavurumcu ressam Grozs’un pasaklı burjuvalarının homurtularına karşın, Anadolu’nun kalbi cam kırıklarıyla dolu, ezilmişliği içine akıtmış öte yakanın kadınlarının gemlenmiş ruh halini görürüz.

Figürler çarmıhtan indirilen İsa’nın örselenmiş avuçlarını okşayan Meryem gibi insanın yüreğine hüzün tohumları ekiyor. Şükran duyar gibi zarifçe bükülen eller son bir sözü varmışçasına mırıldanır.  O teatral sahnede yüceleşen kadınlar her an tuvalin dışına taşacakmış gibidirler.  O sahnede “iki dil, bir bavul” misali başka diyarlara doğru yola çıkan, sessizliğe mahkûm edilmiş bir kadının yıkıcı veya doğurucu izlerini içine alarak hislerini canlı tutmaya çalışan işaretler var. Öyle bir işaret ki, tuvalden tuvale kendini aşar ve gizler. Görmeyi kışkırtır, göreni şaşırtır.

Düşle gerçekliğin birbirine karıştığı bir dünyada bilinmeyen birtakım güçlerle, hatta kendi içindeki yabaniyle boğuşanlar, donuk bir gariplik duygusu ve bir melankoli havası yaratıyor. Bedenler uzarken uyumları egzotik bir görünüm kazanıyor, yüzler tuhaf bir endişeyle kararıyor.

Kadınlar, renk ve biçim ummanlarından açılıp geniş gökyüzünün nirvanalarından üzerine renkleri giyinmiş yalın hayaller, yalın duygular, yalın biçimlerle dokunuyor boşluğa…

Orada ne pasaport ne vize ne de dikenli teller var. Orada maskeli balo oyunlarına ve onursuzluğa yer yok.

Gidenler var, arkasına bile bakmadan gidenler !..

Cengiz Savaş, Neruda’nın,  ‘Her kuş kendi coğrafyasının renklerini kanatlarında taşır’ mısrasında anlamını bulan özgünlüğü var ederken yerel bir atmosfer yakalıyor. Kendine özgü biçime ve dile kavuşan resimler manevi içgüdüleri harekete geçirmeye başlıyor.

Manevi değerlerin çöktüğü, her şeyin metalaştığı bu trajik parçalanmışlık hali insanın çağdaş dünyada kendine güveninin kaybolmasına da yol açmıştır.

Bu yüzden sanat, insanı boğmakla tehdit eden maddeye karşı mücadelesinde en güçlü silahı olmuştur.

Bir sergisinin kataloğunda sanatını şu sözlerle özetliyor Savaş; “Sanat yapmak, gönül işidir ve belalıdır, gerçek anlamda bu yola çıkanlar, büyük acıları ve sancıları en baştan kabullenmek, uzun ve meşakkatli bir yola çıktığının bilincinde olmak zorundadırlar.”

Onun resim tavrı içinden günlük yaşamın çıkarıldığı öze karşı küçük burjuva bir başkaldırı veya dünyayı ışık içinde eriterek, anlara indirgenmiş kısa süreli bir özne –nesne ilişkisi kurmak değildir.  Yalnız izlenimleriyle ilgilenen, dünyayı değiştirme derdi olmayan, küskün bir sanatçı değildir o.  İnsanın değerini değersizleştiren veya değersizliğini değerlendiren pragmatik sisteme tavırlı,  Pavlov’cu kültür mekanlarında üretilen kültür endüstrisinin yarattığı yozlaşmaya karşı tedbirli, sürekli çalışarak zinde kalan bir ressamdır o.

Ne var ki estetiğin iktidardan çekilmesiyle yerini esnaf düzenbazlığına bıraktığı, her şeyin piyasalaştığı, güzellik ölçülerinin yok olduğu, şiddetin toplumsal yaşama egemen olduğu bir zamanda gençliğe yön veren,  eğitimciliğin yanı sıra ressamlığı  baş başa sürdürenlerin sayısı  gittikçe azalıyor.

Şimdilerde Hegel’in, “ruhun kendini tam olarak idrak ettiği gün sanatın da görevini tamamlamış olacağını” öngördüğü post-modern hurafeler çağından geçiyoruz.

K. Marx da ‘İnsanlığın mükemmel toplumunda ressamlar yoktur, diğer işlerinin yanı sıra resim de yapan insanlar vardır’ diyordu.

Ne var ki, toplumsal ve ruhsal çelişkiler halen devam ediyor.

Ne Hegel’in dediği gibi bilinç ve ruh kendini tamamladı ne sanatın görevi bitti ne de henüz Marx’ın öngördüğü o mükemmel topluma erişilebildi. Kapitalizmin başlangıçta vadettiği eşitlik, adalet ve özgürlük toplumsallaşamadı. Eşitsizlik burjuva sınıfının imtiyazı oldu.

Sanat bienaller, trienaller üzerinden yeni bir grup ağı etkileşimiyle küresel sermayenin denetimine giren bir meta haline gelmiştir. Sanatçı da yaşadığı dünyanın turisti…!

Cengiz Savaş gibi çağdaş sanat geleneğinin sürdürücüleri estetik kaygı ve adanmışlıkla toplumsal yaraya dikkat çekerek geçici basitliklerin karmaşık sürekliliklere baskın olamayacağı gerçeğiyle yüreğimize su serpiyor ve bizlere Bedri Rahmi’nin o meşhur dizelerini hatırlatıyor;

“sen bana boş ver erik ağacı, çiçeğini açmaya bak.!

Mehmet Kaya
diğer yazıları