Karanlıkta iki kapı beliriyor… Başta ikisi de kapalı. Sonra yavaş yavaş açılıyor kapılar ve önce arkadakinden sonra öndekinden, kostümlerinden ve ellerindeki evrak çantalarından memur ya da beyaz yakalı oldukları anlaşılan, iki karakter düşüyor sahneye. Daha doğrusu fırlatılıyor.
Zindan, hücre gibi bir yer burası ve buraya kendi istekleriyle düşmedikleri belli. Ama nasıl düştüklerini de tam olarak kestiremiyorlar. “Birinci Adam” yolda yürüdüğünü, daha doğrusu -biraz da aydınlanarak- bir hedefe doğru ilerlediğini anımsıyor. “İkinci Adam” ise -yine bir çeşit aydınlanmayla- daha önceden tasarlanmış bir hedefe doğru ilerlediğini anımsıyor.
“İlerleme”nin, özellikle bu “önceden tasarlanmış bir hedefe doğru” ilerleme işinin, içinde bulundukları durumla nedensel bir bağı olduğuna yönelik üzerine konuşulmayan bir uzlaşma var karakterler arasında. Ama oyun boyunca iki karakterin üzerinde uzlaştıkları neredeyse tek nokta bu.
İçinde bulundukları durumla ve bu durumdan nasıl kurtulacaklarıyla ilgili ikisi tamamen farklı düşünmekte. “Birinci Adam” özgürlüklerinin kısıtlandığını düşünmemektedir. Aslında ortada kurtulmalarını gerektirecek bir durum bile yoktur. Sonuçta her ne kadar buraya atılmış olsalar da kapılar hala açıktır ve istedikleri zaman bu kapılardan çıkmakta özgürdürler. Ona göre asıl kapıdan çıkmak gibi bir eylemde bulundukları anda özgürlüklerini kendi elleriyle kısıtlamış olacaklardır. Çünkü bu durum (kapıdan çıkmayı tercih etme durumu) seçeneklerini azaltacaktır. Seçeneklerinin var olması özgür oldukları anlamına gelir. O yüzden “Birinci Adam” eylemsizliğin en iyisi olduğunu, içinde bulundukları durumu, en azından bir şeyler netleşene kadar, sürdürmeleri gerektiğini düşünmektedir. Sonuçta buraya düşmeleri dışarıdan gelen bir etkiyle gerçekleşmiştir ve dış etkenlerin özgürlüğü sınırlaması mümkün değildir. Önemli olan “iç özgürlüktür” ona göre… “Direnmek anlamsız”dır.
“İkinci Adam” ise bu mantığı kesinlikle aptalca bulmaktadır. Ona göre madem kapılar açıktır, çıkıp gidilmelidir buradan. Hatta şimdi harekete geçilirse buraya düşmeden önce nereye gidiliyorduysa oraya yetişilebilir bile belki. Zaten hiçbir şey yapmadan oturmak da bir tercih değil midir? Hem “iç özgürlük” de ne menem bir şeydir ki; içinde bulundukları durumun özgürlüklerine getirdiği zeval karşısında onları eylemsizleştirmekten başka bir işe yarasın?! Safsata!
Böyle düşünen “İkinci Adam” kapıdan çıkmak için yeltenir. Fakat “Birinci Adam” buna müsaade etmemektedir. Tartışmayla başlayıp fiziksel itişmeye kadar süren bu kavga sırasında kapılar büyük bir gürültüyle kapanır. Ve durum artık eskisi gibi değildir…
Fakat “Birinci Adam” hala eskisi gibi düşünmektedir. Sonuçta seçenekleri hala “sonsuzdur”. Şarkı söyleyebilir ya da bir balıkçı taklidi yapabilir mesela… İç özgürlüğü tamamen kendisiyle ilgilidir ve dışarıdan gelen herhangi bir etki ona zarar veremez. Kapıların açık veya kapalı olması onun özgürlüğüyle ilgili değildir. Sonuçta o, kapıdan çıkmayı tercih etmemiştir. Bu tercihi yapan “İkinci Adam”dır ve özgürlüğü kısıtlanan da odur.
“İkinci Adam” ise çıldırmıştır. Bağırıp çağırmaya, ayakkabısının tekini çıkarıp duvarlara, kapılara vurmaya başlar. Fakat bu kapılara vurma işinin bile bir çekince barındırdığı rol kişisinin her tavrından bellidir. “İkinci Adam”ın bu hareketlerini dehşetle seyreden “Birinci Adam” iyice sinmiş, kendisini hücrede bulunan yegane nesneler olan sandalyelerin arkasına saklamıştır. Bu bağırış çağırış içinde öndeki kapı tekrar açılır ve sahneye, bağırıp çağıran “İkinci Adam”ı işaret eden bir “El” uzanır. “El”, o sırada sahnenin diğer yanında olan ikinci adamı yanına çağırmaktadır. “İkinci Adam” büyük bir korkuyla “El”in uzandığı kapının yanına gittiğindeyse kendisinden ayakkabılarını teslim etmesi istenir. “İkinci Adam” istemeye istemeye, büyük ve abartılı bir acıyla ayakkabılarını “El”e teslim eder. Sıra gelmiştir, bu durumu “oh olsun” jestleriyle izleyen “Birinci Adam”a… O, her ne kadar kendisinin herhangi bir eylemde bulunmadığını, içinde bulundukları duruma ufak da olsa bir itirazı olmadığını belirtse de “El” onun da ayakkabılarını alır ve kapı tekrar gürültülü bir şekilde kapanır. Sonrasında birbirini suçlamaya devam eden ikili kapının her açılışında biraz daha çıplaklaşacaktır oyun boyunca; ta ki sahnede donlarıyla ve birbirlerine kelepçeli bir şekilde kalana kadar. Sonunda ikisi de -donlarının çizgilerine kadar- aslında ne kadar aynı olduklarını farketse de iş işten geçmiştir artık.
Bu noktada yapılacak tek bir şey gelir “İkinci Adam”ın aklına; özür dilemek. “Birinci Adam” özür dilemenin de dış etkilere yönelen bir eylem olduğunu ve böyle bir eylemin de -daha önce de belirttiği gibi- iç özgürlüğüne zarar vereceğini ifade etse de bu yüzeysel itiraz iki tarafın çabucak uzlaşmasıyla savuşturulur. Geriye tek bir sorun kalmıştır; neden özür dileyeceklerdir ki? Yolda yürüdükleri için mi? İlerledikleri için mi? Hem de belirli bir hedefe doğru!.. En iyisi her şey için özür dilemektir. Evet, sonuçta içinde bulunulan belirsizlik, kapıların kapanmasıyla görünür bir mahpusluk durumuna evrilmiştir ama bu mahpusluğun nedenleri hala belirsizdir. Fakat, buna kafa yormaktansa her şey için özür dilemek en iyisidir.
Sonunda kapı açıldığında neler yaşanacağını, kahramanlarımızın özür dilemeyi becerip beceremeyeceklerini ve bu noktadan oyunun sonuna hikayenin nasıl bağlanacağını gidip oyunu izleyecek olanlara hediye edelim.
Slawomir Mrozek tarafından 1961 yılında yazılan “Striptiz” adlı bu kısa absürd metin, Tiyatro KaST tarafından Kadıköy Theatron’da sahneleniyor. Metin her ne kadar kısa olsa da Mehmet Avdan’ın rejisiyle yaklaşık bir saat yirmi dakikalık seyirlik bir oyuna dönüşmüş. Serdar Bakioğlu (Birinci Adam) ve Salih Usta’nın (İkinci Adam) ana kastı paylaştığı oyunda iki “El”e ise Deniz Demiroğlu ve Yağmur Altay hayat vermiş. (Evet, burada bahsetmediğimiz ikinci bir “El” daha var oyunda…)
Birbirinden tamamen farklı karakter yapısına sahip iki rol kişinin, içinde bulundukları tüm bu saçma duruma rağmen, baskı karşısında doğru bir direniş hattı örememesi; giderek, baskı unsurlarına karşı gösterilecek ortak muhalefetin değil, günlük hayata ilişkin farklı konumlanışların ana sorun haline gelmesi ve sistemin bu rol kişilerini giderek aynılaşmaya ve -anlıyoruz ki aslında gerçek olmayan- ilkelerinden taviz vermeye zorlaması oyunun ana eksenini oluşturuyor diyebiliriz. Oyun metninde de oldukça ön planda olan bu unsurlar oyuncuların beden, hareket ve mimik sınırlarını zorlamasıyla iyice parlatılmış. Duygu ve durumların, gerek konuşma gerekse jestlerle desteklenen abartılı tasvirleri, yine bu unsurları destekler şekilde kullanılmış, sahnede.
Karanlık bir zindana atılmış olmasına rağmen “halinden memnun” tavrını bozmamaya ve -o da her ne demekse- “iç özgürlüğünden” ödün vermemeye kararlı “Birinci Adam” ve şikayet etmekten ve en ufak bir zorlukla karşılaştığında geri adım atmaya, özür dileyerek günü kurtarmaya hazır “İkinci Adam” bize korkuyla hareket etmenin bir işe yaramayacağı, direnmeyenin yolunu kaybedip savrulacağı ve baskıcı bir sistemi toptan reddetmek yerine onun varlığıyla ilgili haklı “bahaneler” üretmenin hayatı cehenneme çevireceği konusunda komik bir hikaye anlatıyor.
1961’de yazılmış olmasına rağmen günümüz dünyasında halen geçerliliğini -üstelik daha da yakıcı bir şekilde- sürdüren insanlık durumlarının anlatıldığı “Striptiz”, tiyatro severlerin ajandasına izlenecekler arasında not edilmeye değer. İyi seyirler…