Öldürülenler, pusuya düşürülenler, kaçırılanlar, kan davası güdenler, soyanlarla soyulanlar ve bekçilerle veznedarlar, basılı kâğıtlara geçtikten hemen sonra gerçekliklerini yitiriyorlardı. Yaşanılan acılar, büyük bir hızla simgesel acılara dönüşüyordu. Toplu bir sanrı gibiydi, olamazdı, bir sürçmeydi sanki.
Tomris Uyar
Bu depremin ardından yaşadıklarımızı, duygularımızı anlamlandırmak için elimizdeki araçlara göz atarken, tarihin çeşitli dönemleri ve hikâyelerini buluyoruz. Karşımıza çıkan birçokları içinden, üzerine pek de yazılıp çizilmemiş, birkaç fotoğraftan okuyabildiğimiz bir anı çıkıyor. 6,9 büyüklüğündeki 1966 Varto depreminin depremzedeleriyle çekilmiş bir fotoğrafta, siyah beyaz filmin de katkısıyla zor seçilen biri, biraz öne eğilmiş, kadraja bakıyor, Sinan Cemgil’in ta kendisi. Yanında ODTÜ’lüler ve köyün çocukları. Ufak bir kamyonet sol çaprazdan görüntüye girmiş, kerpiçten olduğu anlaşılan bir evin duvarı önünde gülümseyerek bakıyorlar. Birbirilerini sarıp sarmaladıkları, fotoğraf çekildikten hemen sonra dağılmayacakları seziliyor. Varto’da bir ev ve bir okul inşa ediyor Sinan Cemgil, kendisi mimarlık öğrencisi. Mimar adayı devrimci gençlik önderi Sinan Cemgil bütün birikimini, yaralarını sarmaya çalıştığı halkın ihtiyaçları için kullanırken, yapabileceği ilk şeyi uygulayarak işe başlamış: Bir ev ve okul planı çizilmesine ve inşa edilmesine katkıda bulunmak için sıvamış kolları. Hem mimarlık öğrencisi hem de devrimci olarak, kendini koşullar ve ihtiyaçlarla birlikte örgütleme gayretinin insanın içini ısıtan görüntüsü, birkaç fotoğrafla bugüne ulaşmış.
Komünistliğin ideolojik, politik ve kültürel olarak kendi kavramsal çerçevesi, dünya görüşü ve yaşamla pratik olarak kurduğu ilişkinin ifadeleri üzerine düşünüldüğünde deprem sürecinde olup bitenlere dair şöyle birkaç türden soru geliyor akla: Dayanışmanın anlamı nedir? Halkın, her türden sorununu birlikte aşmak ve çözmeye yönelik tutumunun kaynağı nedir? İnsan, felaket, değer, toplumsal yaşam ne anlama gelir? Dün Sinan Cemgil’in Varto’ya gitmesi, bugün işçi sınıfının partisinin dayanışma merkezleri ve kampanyaları oluşturması nasıl anlaşılabilir?
İnsan, bütün yetenekleri ve birikimiyle, kendini var etme alanı olarak görür dünyayı, nihayetinde işe yarar bir şey yapmak, varlığımızı ispatlar. Üstelik her daim işe yaramak adına da değil; kendi yeteneklerini sergileme ve üretmenin antropolojik bir ilke olmasından hareketle, yapmadan edemez. Yapmadan edemeyiz. Toplumsal hayatın tüm gerekleri için emek ve onu sarf edecek insan, bunu başarabilmek için bir arada olmak, ortak bir yaşam…
TARİHİN İYİLERİ VE KÖTÜLERİ
Ortak ihtiyaçlarla yan yana gelen insan için, yalnız kalmakla ölmenin eş değer olduğu ilkel koşullardan bugüne toplumsal hayat, elbirliğine dayalı gelişti. Bu, basitçe birbirine yardım ve dayanışma göstermekten öte, ortak duyum, ortak hafıza, ortaklaşa sezgiler ve nihayet insanlık için her türden birikimin biricik ilkesi olarak bildiğimiz anlamda yaşamı meydana getirdi. Toplumun sınıflara bölünmesiyle ortaya çıkan ayrışma ise, tam da bu bölünmeye uygun biçimde eşitsiz olarak gerçekleşti. Toplumsal iş bölümü, üzerinde bu iş bölümünün en temel ayrıklarını yaratan mülkiyet ilişkileriyle birlikte geliştiğinde artık onu koruyacak bir devlet, bir ordu, savaşlar ve yıkım tarih sahnesine çıktı. Basit iş bölümünün yerine, cinsiyete, sınıflara ve üretim araçlarının özel mülkiyetine dayanan iş bölümünün gelişimi, toplumsal hayatın tümünü buna uygun olarak düzenlerken, buna bağlı gelişen tarih, kırbaçlı köle sahiplerini, serfin bütün ürününe el koyan feodal beyi, yani tarihin “kötülerini”, egemenleri yaratıyordu. Ve pek tabi ezilenleri, sömürülenleri, mazlumları da.
Bizi toplumsal olarak heyecanlandıran, üzen, yasa boğan, umutlu ve mutlu yapan çok çeşitli duyguları hep birlikte yaşıyoruz. Burada, insanın biricikliği üzerine inşa edilen çeşitli öznelci liberal yorumlarla özel bir tartışma başlığı açmadan en azından bununla başlangıç yaptığımızı ifade edelim. Kombinasyonların sonsuz olabileceği fikrini yadsımadan ve ancak onun hâlihazırda bize sunmuş olduğu ilişkiler toplamı üzerinden düşünmekten de uzaklaşmadan, bütün bu olup biteni açıklamamız gerekiyor.
Dünyada kötülüğün olduğu gerçeği; insanların zalimce davranışlar gösterdiği, sorumluların ölen yurttaşlar için tek damla gözyaşı dahi dökmemiş olabilecekleri, enkaz altındaki insanlardan daha çok üstündeki beton ve çimentonun hisse fiyatları ve ihaleleriyle ilgilendikleri hesaba katıldığında açıkça görünür oluyor.
Ancak, dayanışma gösteren, aynı enkazın altında kendilerini de görebilenlerle, depremden önce olduğu gibi sonra da avucunu kaşımaya devam edenler arasındaki farkı, aynı türe ait bu iki farklı yönelim arasındaki farkı açıklamamız gerekiyor.
Tarihin iyilerinin ve kötülerinin çetelesini tutmak –bir tanesini çekip aldığımızda başımıza ne türlü işler gelirdi sorusunun zihnimizi zorlaması bir yana– şunun iyi ama bunun kötü olmasının gerekçelerini bilinmez kılıyor.
Tarihin kötü olanlarına olan öfkemiz ve hıncımız büyük. Bu hissi ne geçiştiriyor ne de küçümsüyoruz. Depremin enkazını yaratan AKP iktidarı, bürokratları, müteahhitler, belediyeler ve diğer kurumlar bu katliamın suçlusu, sorumlusu, hesap sorulacak isimleri. Peki devlet? Her şeye rağmen sorunun bir iktidar sorunu olduğuna, devletin bekasına şükrederken onu bozuşturanın AKP olduğuna ilişkin yorumlar? Suç işleme yetisi ve gerekçesini kazandıkları yer esas olarak devlet değil de ait oldukları kurumların ve örgütlerin kendisi mi? Kurumlar ve kişilerin uğruna bu suçu işledikleri çıkarlar tek tek kendilerininkinden mi ibaret?
Marksizm, tarihin kötü yürekli insanlarını aramaktan uzak durdu; iyi yüreklilerini aramaktan uzak durduğu kadar. Dış dünyaya ilkelerin ve tutumların boca edilmesi işi, böyle soyut kategoriler yaratıyor. Çünkü tarih; kahramanlarından ya da öcülerinden daha çok, toplumsal hayatın ilerici ve gerici güçleri arasındaki bir mücadelede, toplumun en geniş kesimlerinin çıkarlarıyla küçük bir azınlığın çıkarları arasındaki mücadelede. Kişiler ait oldukları sınıfın bir ifadesi, onu oluşturan ilişkiler toplamının bir yansıması olarak anlaşıldığında, tüm yerleşik ve ebedi sanılan kurum ve ilişkilerin değiştirilmesinin imkânı da ortaya çıkıyor. Yaşadığımız bütün bu felaketler ve yıkımın içerisinde toplumsal olarak kimlerden neden farklı olduğumuz ve bizim için iyi ve gerekli olanların neden gerçekleşmediği sorusunun cevabı da daha görünür oluyor.
“Felaket karşısında takınılan her tavır, kesin olarak sınıf karakteri taşıyor. Bu, iyilerle kötülerin ayrışması değil; insanlığın en temel değerlerini yüklenen emekle, sermayenin ayrışmasıdır.”[1]
Ayrışan, cephede karşı karşıya kalan, dünyanın gelişiminin en ileri birikimini doğrudan tarihle kurduğu ilişkiyle temsil edenler ile diğerleri; yani emeğin gücü ile kendi çıkarlarını gelişen dünyaya zorbalıkla, daima felaketler ve acı yaratan yollarla dayatan sermaye gücü… Bunlar arasındaki mücadele… Tam da bu sebeple insanlığın ileri değerlerinden yana olanların dayanışması, birlik ve mücadele parolasını tamamlıyor. Devlet ve gerici egemen sınıf güçlerinin yarattığı her türden yıkım karşısında, halkın kendi gücünün ve kolektif varlığının örgütlenmesi işi, doğrudan sınıfın kendi hayat mücadelesini oluşturuyor. Tam da deprem bölgesinde olduğu gibi, yaşamak, yaşamı kurmak ve hayatta kalmak için her türden işi birlikte yapmak, herkesin bildiği, öğrendiği, kendini donattığı yeteneklerle toplumsal hayata katılmasıyla sorunları gidermek, engelleri aşmak… Komünistler için dayanışmanın formülü, sınıfın kendi mücadelesi. Toplumsal örgütlenmesinin bütün araçlarıyla hayatı kazanma mücadelesinde cepheyi genişletmek ise hayatın her alanında gelişen dayanışma duygusunun birlik ve mücadele ile gericiliğin karşısına dikilmesi. İşte bir parola.
[1] https://www.evrensel.net/haber/484197/is-birligine-karsi-el-birligi?a=ufL3